Ahmet Köseoğlu'nun Sultânîyegah dergisinde "Huzur" üzerine röportajı yayınlandı

Ahmet Köseoğlu'nun Sultânîyegah dergisinde "Huzur" üzerine röportajı yayınlandı

Ahmet Köseoğlu'nun Sultânîyegah dergisinde "Huzur" üzerine röportajı yayınlandı

A+A-

Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi Başkanı Ahmet Köseoğlu İle Hasbihal

Lokman Derya SOLMAZ: Öncelikle sizinle hasbihal etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Dergimiz Sultaniyegâh’ın ilk sayısı geçtiğimiz yıl okuyucusu ile buluştu. Dergimizi nasıl buldunuz?

Ahmet KÖSEOĞLU: Bir ortaokul için fevkalade tatmin edici bir dergi olmuş. Hatta üniversite dergileri ayarında bir dergi diyebilirim. Hem muhteviyatı, hem mündericâtı; hem de dizgi, kapak, teknik açıdan her şeyi çok güzel. Derginin devamını diliyorum. Okullarda çıkan dergileri ayrıca önemsiyorum. Bu dergiler vesilesiyle çocuklara, gençlere; bir ya da bir kaçına pencere açılabilirse, kapı aralanabilirse ne alâ.

Lokman Derya SOLMAZ: Bu sayımızda tema olarak Huzur’u seçtik. Çok klasik olacak ama “Huzur” deyince sizde neler çağrıştırıyor?

Ahmet KÖSEOĞLU: Bende Konya çağrışımı yapıyor desem, yadırgamazsınız umarım.

Lokman Derya SOLMAZ: Estağfurullah.

Ahmet KÖSEOĞLU: Bunu bir iki hadise ile anlatmaya gayret edeceğim. Gençliğimden beri duyduğum, Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik Kalamış’tan isimli beste hep dikkatimi çekerdi. “Allah, Allah. Bu Kalamış neresidir?  Orada nasıl tatlı huzur alınır” diye düşünür, kendi kendime sorular sorar idim. Sonra da bu tatlı huzurun alınabileceği yegâne yerlerden birinin Konya olduğunu anladım.

Konya’da uzun süre belediyecilik görevlerinde bulundum.  Daha çok kültürel ve sanatsal etkinliklerinde sorumluluk alsa da belediyenin hemen her alanında görev yaptım. Başkan yardımcılıkları yaptığım zamanlar da oldu. Bu görevlerdeki tecrübelerimi de işin içine katarak söyleyecek olursam; şehir deyince bende iki şey çağrıştırıyor. Bir, Kalamış Şarkısı bir de Konya.

Konya’nın huzur şehri olması ile ilgili, çocukluğumdan bu yana şuur altında bir hissiyatın, bir bilginin beslendiğini yıllar sonra anladım. Uzun süre Konya’da belediyecilik yapmıştım fakat iki yıllığına – 2009/2011 yıllarında- Niğde Belediyesinde belediye başkan yardımcısı olarak görev yaptım . Ben ona sefer görev emri diyorum. (Gülüşmeler)

Oradaki görevimden iki yıl geçtikten sonra Konya Büyükşehir Belediyesi’ne, daire başkanlığı görevine döndüm. O dönemde de Konya’da her caddenin üzerinde şöyle bir şey yazıyordu: “Dünya Kenti Konya.” Ben bu ifadeyi, affedersiniz ama biraz abes ve absürt buldum. Zaten şehirler üzerine yıllardır yazı yazan biriyim. “Kent” ifadesine karşı da bir alerjim var. “Şehir” ifadesini kullanırken, sanki ibâdî bir iş gibi,  dua yapmış bir kul gibi huzur bulan biriyim.

Şehre karşılık gelmeyen kent ifadesi; eski Türkçede bir kasaba, bir karye, bir köy; zaman zaman da sultanın, valinin, belediye başkanının dinlendiği mesire yeri gibi olan yerler için kullanılırdı. Sonra da şehirlere kent denilerek değişkenlik gösterdi. Dolayısıyla bu kelime beni rahatsız ediyordu. “Dünya Kenti Konya” ifadesini görünce bende huzuru arama duygusu depreşti ve belediye başkanımıza, “Başkanım bu ifade çok sentetik duruyor” deyince, cevap vermek yerine bana “Ne diyorsun? Ne istiyorsun?” dedi.  Ben de kendisine “Eskiden beri gönlümde bir şey var. Onu sizinle paylaşayım. Bu birlikte bizim isteğimiz olsun” dedim. “Nedir?” dedi. “Huzur Şehri Konya” yazalım dedim. Kendisi de “Öyle mi görüyorsun şehri şu an ?” dedi. Ben de dedim ki “Hem öyle, hem duamız olsun böyle!” O da bu talebimi kabul etti.  “Dünya Kenti Konya” ifadesini “Huzur Şehri Konya” olarak değiştirdik. Sonrasında takip ettim gördüm ki ulusal gazetelerde köşe yazarları, “Huzur Şehri Konya” ifadesini, birkaç kez yazılarına konu ettiler. Dolayısıyla ben önce şehirde huzur istiyorum.

Şehrin huzuru, şehre şiirsel bir yolculuk yapmakla başlar. Huzurlu bir şehir, bireye kadar huzuru yansıtır. “Birey huzurlu olursa şehir de huzurlu olur” görüşü de doğrudur ama ben tam tersini savunuyorum. Şehri huzurlu kılan, şehri imar edenlerdir. Hacı Bayram-ı Veli’nin “ Nâgehân ol şâra vardım/ Ol şârı yapılır gördüm/ Ben dahi bile yapıldım/ Taş u toprak arasında… şiirinde söylediği gibi, şehrin içindekiler de şehrin içinde yapılırlar. Dolayısıyla benim açımdan huzur, yerleşim yerlerinin huzuruyla doğru orantılıdır.

Lokman Derya SOLMAZ: Güzel ve ayrıntılı bir açıklama oldu.

İçinde bulunduğumuz modern dönemde, dünya nimetlerine ulaşmamız daha da kolaylaştı. Bunun yanı sıra teknolojinin hızlı gelişmesi ve sağladığı imkânlar da yaşam konforumuzu artırdı. Bu güzel gelişmelerle birlikte huzurumuz aynı oranda arttı mı yoksa bir şeyler kaybederek mi gidiyoruz?

Ahmet KÖSEOĞLU: Huzur aslında, madde ile doğrudan alakalı değil. Daha küçük, daha primitif düşünenler, madde ile alakalandırarak yürüyorlar. Çok da amiyane olacak ama bazıları “Dağ başındaki çobanın ayranına, yoğurduna, kırdığı soğanına imrenirim. Onun huzuru bende yok.” der. O zaman, o çobanın huzuruna imrenen kişinin elinde olan imkânlara bir bakalım. Bu durumda modernite ile iç içe yaşayan, her türlü varsıllığı üzerinde barındıran ama yoksulluğa imrenen bir tipoloji ortaya çıkıyor. Ne var ki insanın nefsi de o yoksullukla birlikte yaşamayı hiç istemez. Ve fakat zaman zaman kendi içindeki sıkılganlık, bıkkınlık hali aslında inceden inceye modernite insanının fıtratına da ters olduğu için bir işkence gibi gelir. Modernitenin ve şehir yerine kent oluşumunu körükleyen her türlü enstrümanın makbul görüldüğü yerleşim yerlerinin o kişinin huzurunu bozduğunu, ince düşünenler ince bakanlar görebilir. Ama hayatı biraz kaba yaşayan, biraz hedonistçe yaşayan, tabiri caizse hazcı yaşayan insanlar bir müddet bunun farkında olmayabilir.

Şehirler, iyi şehir, kötü şehir diye adlandırılmış. İbn-i Haldun tarafından şehirlerle ilgili bir sürü tezler ortaya konmuş; Farabi de Medinetü’l Fâdıla iddiasını ortaya atmış. Yine Farabi şehirleri ve devletleri klasifikasyona tabi tutmuş.  Şehirlerin, öğrenen şehir, öğreten şehir diye ara segmentleri de mevcuttur. Neticede bunların hepsinin yolculuğu huzurlu bir şehre doğrudur. Şehrin istikameti ve hedefi, huzurlu olmaktır. Şehirde huzur arttıkça bireylerin huzuru artar. Modernite ve madde o yaşama baskın, dominant olsa dahi yine manâ onu bulur, bir yerlerden çıkarır ve o huzuru onlara hissettirir. Elbette ki buyurduğunuz gibi bu gün hem modernite hem de madde daha hazcı, tüketici, harcayan ve sürekli tüketen bir nesle ve geleceğe huzurun maddede olduğunu dayatıyor. Yeni nesil insanımız, maddenin ve maddiyatın ele geçirilmesi için modernite ile birlikte teknolojinin geldiği noktanın son durağında olmak istiyor. İşte bu kendini yenileyen modernite ve teknoloji, sizin hazzınızı ve tatmin noktanızın eşiğini sürekli öteliyor. Bu durum şuna benziyor. Elinizde bir yem var ve siz o yemle yuvasından avınızı çıkarmak istiyorsunuz. Hiç bir zaman o yemi o avınıza kaptırmadan o avı tutuyorsunuz. Çünkü bir sonraki ava da aynı yemle gideceksiniz. Bu örneklemde görünen şu ki modernite, teknoloji el ele verdiğinde insan denen varlığı bu şekilde tesiri ve etkisi altına alıyor, sürekli peşinden koşulan bir meta haline getiriyor ve bu meta da size huzuru unutturuyor. Ortaya sanal bir huzur varmış görüntüsü çıkıyor. İnsan, huzuru bunların dışında aramalı diye düşünüyorum. Bunu aramaya ne zaman başlayabilir?  Gençlikte çok zor. Çok az gencimiz bunları görüyor. Maalesef gençler hep çevresel etkiyle yaşıyor.

Lokman Derya SOLMAZ: Tam da bu noktada, gençlere tavsiyeniz ne olabilir?

Ahmet KÖSEOĞLU: Benim onlara tavsiyem, sıra dışı olan işler yapar ve farklı yoldan gitmeye çalışırlarsa, sanki bu tuzağa düşmemiş olurlar gibi geliyor. Hayatın farklı yanlarını görmüş olurlar diye düşünüyorum.

Bir örnek daha vermek istiyorum. Fen bilimlerinde başarılı olamayan ve illa ki bu toplumda geri kalmak istemeyen bir öğrenci düşünün. Bu öğrenciye sanatla, edebiyatla, sporla ve dahi birçok yol ile -legal ve meşru yoldan- istediği hedeflere ulaşabileceğini göstermemiz gerekir. Toplum, huzuru yanlış teknikle ve yanlış yerlerde arıyor. Huzur, aramakla bulunabilir mi? Meşhur söz işte, “Her arayan bulamaz, bulanlar arayanlardır .”

Lokman Derya SOLMAZ: Huzura yolculukta modernite ve teknoloji, bir etken midir?

Ahmet KÖSEOĞLU: Kısmen etkendir diyebilirim. Bu noktada Hz. Mevlânâ’nın şu sözü aklıma geliyor: “Ayran çanağı önümdeyken, bal çanağınızda gözüm yok.” Burada şunu söyleyebiliriz. Dünyanın hakikaten geçici olduğunu ve ayran çanağı dediğimiz yani az olanın çoktan daha tatlı ve daha kıymetli olabileceğini keşfettiğimiz anda huzuru belki yakalamış olabiliriz.

Lokman Derya SOLMAZ: Yani bu, ayran-bal metaforu şu hadis-i şerifin şerhi değil midir aynı zamanda? “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız…”  Efendimizin bu tavsiyesi huzuru bulmak için önemli bir uyarıdır değil mi?

Ahmet KÖSEOĞLU: Evet. Bir anlamda bu hadis-i şerifin de şerhi. Bir de şunu ilave etmek istiyorum. Kişinin kendi kendine huzuru bahşetmesi ve kendine huzur ikram etmesi gerekir. Huzuru çarşıda pazarda aramaya gerek yok. Afrika’ya giderken şöyle demiştim: “Giden kendine gider, gelen kendine gelir.” Aslında burada iç yolculuktan bahsediyorum. İstersek Alper Gezeravcı gibi uzaya gidelim. Uzaya giderken de kendine gidiyorsun aslında. Alper Gezeravcı, dünyayı uzaydan küçücük görünce, hangi psikolojik ve sosyolojik atmosferle ve hangi iç dinamiklerle döndü acaba? Nasıl bir iç yolculuğa çıktı ya da çıktı mı acaba? Yaratının kudretinin namütenahi (sonsuz) oluşu onun dertli bir huzura sevk etti mi acaba?

Lokman Derya SOLMAZ: Yani öze dönüşün önemini vurguluyorsunuz.

Ahmet KÖSEOĞLU: Tabi ki. Tam da onu anlatıyorum.

Lokman Derya SOLMAZ: Bu arada, gördüğüm kadarıyla çok hoş bir mekânda çalışma hayatınızı sürdürüyorsunuz. İlk geldiğimde de buradaki huzurlu havayı hissetmiştim. Bu bağlamda, mekânların da insanların huzuru üzerinde etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?

Ahmet KÖSEOĞLU: Evet. Mekânın ve eşyanın, insanın huzuruna etkisi vardır. Bakınız burası küçücük bir oda ve dört tane kocaman penceresi var. Ve her taraftan ışık geliyor. Şu anda, röportajı bahçede yapıyorum gibi bir his var içimde. Bu evin yüz yılı aşkın bir tarihi geçmişi var. Zaman zaman metruk hale gelmiş. Yakın zamanda Karatay Belediyesince restore edildi. Biz de Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi olarak buraya yerleştik ve çalışmaya, kültürel faaliyetlerimizi sürdürmeye devam ediyoruz. Buraya gelip de bahsettiğiniz huzurlu atmosferi duymayan, hissetmeyen bir arkadaşımız olmadı. Demek ki mekânların insanların huzuruna etkisi varmış. Fakat görmesini bilene var bu. Belki, -tırnak içinde söylüyorum- bu konulara uzak olan bir gence, hiç bir penceresi olmayan, her şeyi yapay ve sentetik olan AVM daha huzurlu gelebilir. O, yalancı bir huzurdur. Bu mekânda oturanın başı ağrımaz. Bu gün AVM’lerde on saat on iki saat çalışanların başı ağrıyor. Fakat bu gün oraları dolduranların kırk yaş altı olduklarını görüyoruz. Demek ki kırk yaş altının da bir huzur arayış sorunu var ama farkındalar mı bilemiyorum.

Lokman Derya SOLMAZ: Şehirlerin gelişmesi esnasında, gençlerin kendi kültürleri ve geleneklerini tanıyacakları yerler de inşa edilmeli değil mi?

Ahmet KÖSEOĞLU: Lokman bey, siz Afyonkarahisar’ı bilirsiniz. Afyonkarahisar’ın çıkışında, kavşakta, tek katlı, eski bedesten usulü yeni projelendirilmiş, onlarca tek düze, modern malzemelerle inşa edilmiş dükkânların olduğu AFİUM diye çarşı yapmışlar. Bana orası o kadar sıcak ve huzurlu geldi ki. Bu tür ortamlar insan fıtratına uygundur. Yani yapılar, düzayak olacak, düzgün olacak, tek kat olacak, içeriden dışarı teması daha kolay olacak, ışık görecek, rüzgâr girecek. Bunların hepsi, huzurun etmenleri, etkenleri. Ama bunun tam tersi yapılar var bir tane pencere yok. Kimin ne yaptığı belli değil, yönün belli değil, hareketin belli değil. Vakti anlayamıyorsun. Vaktin sahibi Allah, ama anı değerlendirecek olan da kuldur. Vaktin tasarrufu adeta elinizden alınıyor, hiç bir şey yapamıyorsunuz. Yani modernite sizi esir almış oluyor. AFİUM’u görünce dedim ki şehircilikte bedestenleri yeniden imar etmenin, ayağa kaldırmanın ya da dünü bu günde yaşatmanın yolu; dünkü huzurlu mekânları, bugünkü enstrümanlarla, bugünkü malzemelerle yeniden yapmaktan geçer. Mesela Konya’da Mevlânâ Kültür Merkezi civarında, Şehitliktir, Panorama’dır, İrfa’dır; modern malzemelerle yapılan tek katlı huzur mekânlarıdır. Buraların iç avluları var, yukarıdan ışıklar giriyor. Bunlar zaten on bin yıldır süzüle süzüle gelmiş mimari yapılardır. Yine bedesten örneğine dönecek olursak, çocuklarımız ve gençlerimiz bedestenleri tanımadığı için AVM’lerin esiri oluyorlar. Dolayısıyla huzura uzaklar. Onları huzura yaklaştırmamız lazım.

Aynı zamanda, “Konya’da Huzur’dayız” diye bir sloganımız vardı. Onu da söylemek istiyorum. Bunun açılımı da şöyledir:

Biz, Hz. Mevlânâ’nın huzurundayız. Hz.Pir’in huzurundayız,Yine Konya’da huzurdayız çünkü Horasan Erenleri’nden başkaca, daha da geriye gittiğimizde bir rivayete göre yüz on dört peygamberin metfun olduğunu söylemek isterim. Onun için huzurdayız. Geçmişte bir belediye başkanımızın “Konya yerin altından idare edilir” sözüne istinaden, Konya’nın başka bir ruhaniyeti olduğunu düşünmüyor değiliz. Bu gün Hz. Mevlânâ, Konya’nın huzuruna katkıda bulunuyor. Hz. Hüdavendigâr’ın civarında iken bize “neredesin?” diye sorulduğunda, “Huzurdayız” deriz.

Lokman Derya SOLMAZ: Burada araya girmek istiyorum izninizle. Biraz önce şehir mimarisinden bahsederken, satır aralarında yatay mimarinin şehrin huzuru açısından önemine değindiniz. Peki, insan maneviyatının mimarisinin önemi hakkında neler söylemek istersiniz.

Ahmet KÖSEOĞLU: Hz. Pir’in, “Bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin, bir damla su arıyorsan susun..” şeklinde başlayıp, “Neyi arıyorsan O’sun sen” diye biten bir sözü var. Aslında bunu huzura teşmil edebiliriz. Huzuru arıyorsan, huzur sensin. Dolayısıyla huzuru bulmakla mutlu olmak aynı şey değil. Mutluluk başka bir şey, huzurun deminde olmak başka bir şey.

Lokman Derya SOLMAZ: Bunu biraz açabilir misiniz?

Ahmet KÖSEOĞLU: Tabi ki. Huzur, insanın yaratıcısını, her dem unutmadan, yarattıklarıyla hoşça zamanını değerlendirmesidir. Yunus Emre’ye atfedilen, “Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü” diye güzel bir söz vardır.

Sen ki yaratılmışsın. Bütün yaratılanlara kendin gibi bak. Kendin ol. Ve kendin nasıl huzur istiyorsan, bir diğerine de huzuru bahşet. Burada Şeyh Galib’in meşhur şiirinin mısra-ı bercestesi aklıma geldi;

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

Galip bize şöyle sesleniyor, “Ey ademoğlu, kendine saygıyla, hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.” Bu söylediklerimden hiç biri, şehir huzurundan âri değildir. Huzuru, fuhşiyatta, aşırılıkta ve mutlulukta arayanlar; eşref-i mahlûkat yolculuğundan uzaklaşıp, belhüm edall çukuruna doğru, aşağıların aşağısına giden bir yolculuk içindedirler.

Lokman Derya SOLMAZ: Bu anlattığınız, mutluluk ile ilgili olan kısım mı?

Ahmet KÖSEOĞLU: Şimdi, hazcılık kısmına geliyorum. Gerçi günümüzde haz ile mutluluk karıştırılıyor. Mutluluk kelimesi bu gün hazcılıkla denk gidiyor. Mutluluk hazcılıktan ayrılmalı. Mutluluk huzura yaklaşmalı. Fakat bugünkü mutluluk, seni yaratanın huzurundan ve mutluluğundan haberdar olmaktır. Rabbimiz, bize “kullarım” dedi. Eğer, kişi kendinin mutlu olduğunu hissettiği an, Allah’ın bundan mutlu olduğunu, bu mutluluğun O’na tesirinin geçtiğini hissediyorsan, sen aradığını bulmuşsun demektir.

Lokman Derya SOLMAZ: O halde bu bölümü şöyle özetleyebilir miyiz? Haz kısmı nefse hitap ediyor, huzur kısmı ruha hitap ediyor.

Ahmet KÖSEOĞLU: Eyvallah. Doğru söylediniz. Ben de tasavvufi mutluluk ifadelerinin derinliklerine dalmadan söyleyeceklerimi ifade etmeye çalıştım. Gençlerimizin daha kolay anlayabilmesi için AVM vs. örneklerini vermeye çalıştım.

Eğer bir genç, huzurun ne olduğunu anlamak istiyorsa; aklı firar eden, yaratıcısına gönlüyle bağlanan bir meczuba baksın. Huzur arayan kişi hiç değilse onun huzurunun zekâtı kadar bir huzura yolculuk yapsa, onun gittiği yoldan gitse, bir parmak bal misali huzuru keşfetmiş olurlar.

Lokman Derya SOLMAZ: Meczuptan kastınız nedir?

Ahmet KÖSEOĞLU: Münzevi olan, kendileşen, inzivadaki kişi yaratıcısı ile kendisi arasında huzurun alış verişini yapan biri anlamına gelir. Dikkat ederseniz meczuplar, insanların dünyalık olarak önem verdikleri hiç bir şeyi önemsemezler. Biz tam da böyle olalım demiyorum ama onların yakaladıkları huzurun kırkta birini yakalayamazsak ömrümüz boşa geçti demektir. Bütün bu söylediklerimizden görünen o ki meta, madde, mal, mülk huzur getirir diye bir kaide yok. Ama bunların huzuru götürdüğüne çok şahit olunmuştur.

Lokman Derya SOLMAZ: Bizim maneviyatımızın, medeniyetimizin, kültürümüzün iddiası şudur: Sadece kendi coğrafyamızın değil, bütün insanlığın huzurunu temin etmeliyiz. Yani bir Müslümanın ufku bu kadar geniştir aslında. Dünyanın her neresinde olursa olsun, aç, yoksul, mazlum varsa onun derdiyle dertlenmek gibi bir vicdani yapımız vardır. Fakat şu anda bir Filistin gerçeği var. Gazze’de olup bitenler ortada iken, insanlığın huzuru temin edilebilir mi?

Ahmet KÖSEOĞLU: Bu konudaki söyleyeceklerimi, kendimi ayırmadan söylemek istiyorum. İnsanlığın imtihanı oldu Gazze. Yetmedi, insanlığın iflası oldu Gazze. Yetmedi, insanlığın umudu oldu Gazze. Yetmedi, mütekebbirlerin kibirlerinin tavan yaptığı ve iyi ile kötüye ayraç olacak bir turnusol kâğıdı oldu Gazze.

Gazze üzerinden bütün dünya ders aldı, almaya devam ediyor. Gazze’nin bize öğrettiği çok şey var, bizim onlara verdiğimiz hiç bir şey olamadı.

Siz bu soruyu sorarken şöyle bir iç geçirdim. Şu anda Gazze hakkında bir söz söylemeye bile takatimiz yok ve bir hak da elde edemedik, edemeyiz.

Gazze ile ilgili konuşabilmek için benim nasıl bir salahiyetim, yetkim ve bana bahşedilmiş bir yetki alanı var? Ben ya da bu ülke ya da bu dünya ne yaptı da ben oraya bir şey söyleme hakkını kendimde göreceğim. Şair Akif’in dediği gibi “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım.” Dolayısıyla Gazze hakkında hiç bir şey söylemeden, bütün sözleri ve sözcükleri kana bulanmış yaşla içimize akıtarak, hiçbir şey söylememek en iyisi…

Lokman Derya SOLMAZ: Yani, insanlığın geldiği bir sonuç mu Gazze?

Ahmet KÖSEOĞLU: İnsanlık iflas etti… Gazze orada öyle durduğu sürece, ya da yok olup gittiği sürece, buna tanıklık eden bütün insanlık, ölene kadar Gazze’nin utancıyla yaşamalı. “Gazze utancı” diye yeni bir şeyden bahsediyorum. Şu an dünyada yaşayan on yaş ya da on beş yaş üzeri insanlar, ölene kadar Gazze utancıyla yaşamalı. Ve yaşayacak da. Allah, insanoğluna bundan daha büyük bir ders verebilir mi? Müslüman olarak eşref-i mahlûkat tarafına tırmanmak isteyen varsa, batı toplumlarında da iyi insan olmak için uğraşanlar varsa, bunlar Gazze utancıyla ölüp gidecekler. Hiç kimseye söylemeseler de içinde bu utanç olacak. Gazze, insanlığa bu derdi ve dersi verdi. Belki, insanlığa insan olma dersini de vermiş oldu. Gazze, dünya halklarına insanlığını hatırlattı. Yahudiler, elli yıldır, yüz yıldır mağduriyet rolü oynuyordu. Bunun pek de öyle olmadığı ortaya çıkmış oldu.

Geçtiğimiz günlerde olağan genel kurulumuzda yaptığım konuşmadan bir bölüm aktararak bitirmek istiyorum:

“Arzın dört bir tarafından intifadaya kalkışanlarla, susup başını kuma gömenlerin turnusol kâğıdıdır Gazze. Yahudilerin ve Yahudi sevicilerin modern kölelerinin maskelerini düşürendir Gazze. ”

Bu konu hakkında da söyleyeceklerimi böyle özetlemiş olayım.

Lokman Derya SOLMAZ: Başkanım, güzel, verimli bir hasbihal oldu. Lütfedip bize bu sohbet imkânını sağladığınız için teşekkür ederim.

Ahmet KÖSEOĞLU: Ben de teşekkür ederim. Derginizin yayın hayatında başarılar dilerim.

whatsapp-image-2024-07-25-at-13-59-36.jpegwhatsapp-image-2024-07-25-at-13-59-37.jpeg

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.