BOSNASARAY
BOSNASARAY VE ALİYA
Teferrüç eyleyü vardım, sabahın sinleri gördümKarışmış kara toprağa, şu nazik tenleri gördüm (...)Yıkılmış sinleri dolmuş,...
BOSNASARAY VE ALİYA
Teferrüç eyleyü vardım, sabahın sinleri gördüm
Karışmış kara toprağa, şu nazik tenleri gördüm (...)
Yıkılmış sinleri dolmuş, evleri belirsiz olmuş
Kamu endişeden kalmış, ne düşvar hâlleri gördüm
Yunus Emre
Saraybosna'ya ziyaretimizin, Ahmet Hâşim'in, "Biraz başka bir hava almaya ve dinlenmeye ihtiyacım olduğunu zannettiğim için yaptım." diyerek 1928 yılının eylülünde vapurla çıktığı Avrupa seyahatine benzemediğini, görülecek yerleri herkesçe bilinen; mağazaları, kafeleri, restoranları gezginlerce ezberlenen, orijinalitesini yitirmiş, gizemi kalmamış, bütün kaldırımları çiğnenmiş, öz suyunu kaybetmiş, pörsümüş Avrupa'nın bildik şehirlerine veya Amerika'nın genç sentetik kentlerine gitmeye hiç mi hiç benzemediğini baştan belirteyim.
Küllerinden dirilen, uyanışın, kendini yeniden buluşun, varoluşun mücadelesini veren kahraman Boşnaklara vuslatımız savaşın bitmesinden ancak sekiz yıl sonraya nasip olunca, geç kalmışlığımızın mahçubiyetini hafifletmeye yönelik kendi kendimize teselli vermeye çalışsak da duygularımız, davranışlarımız ve yüz ifademiz bu hâli gizleyemiyordu.
Bosna-Hersek'in kalbi Saraybosna'ya günde iki binden fazla bomba, üç yüz binden fazla top mermisi ve kurşunun indiği ve üç buçuk yıl süren, sürdürülen bir savaş. On binlerce şehit. Otoparklar ve stadyum şehitlik oluyor. Hemen her yerde kara toprağa karışmış nazik bedenler, tenler var. Mezar şehir olmuş Saraybosna. Korumasız, habersiz ve masum Boşnaklara pazar yerinde, ekmek kuyruğunda, çarşı meydanında yaşlı çocuk demeden, kadın kız gözetmeden ölüm mermileri ve bombaları yağdırılıyor. Savaş öncesi aynı mahallede, anı sokakta Boşnaklarla birlikte yaşayan Sırpları ve Hırvatları acaba hangi neden bu kadar canileştirebiliyor? Kundaktaki bebekleri kurşuna dizip hamile kadınların karnını deşip, kızlarına tecavüz eden zalim, hayasız Çetniklerin (Sırp) unuttuğu, hatırlayamadığı ya da düşünemediği ise Boşnakların imanıydı. Boşnakların aslına dönüşlerinin bedeli ağır oldu. İki yüz bin şehit. Savaş ve şehitler Bosna'nın imanını kuvvetlendirdi.
Saraybosna (Sarajevo) ziyaretimiz şehitlikten başladı ilk günün sabahında. İnce, küçük, estetik mezar taşlarında hemen dikkatimizi çeken, genç körpe şehitlerin çokluğu. Yıllar önce dedeleri Balkanlardan Türkiye'ye gelen ve yıllar sonra Bosna cihadı esnasında AFA ajansını kurup sağlıklı ve sağduyulu haberleri önce ülkemize, sonra tüm dünyaya duyuran cefakâr torun Ahmet Kot ağabeyin bir çocuk mezarının başında hüzünle dua edişini görünce yanına yaklaştım. Bana doğru dönünce kendisine, Peygamberimizin kayınpederi, dört büyük halifenin ilki, Hazreti Ebu Bekir Sıddıyk'ın, "Savaşırken kadın, çocuk ve ihtiyarları sakın öldürmeyiniz. Sakın ağaç kesmeyiniz ve mamur bir yeri tahrip etmeyiniz." sözünü hatırlatınca, "İşte insanlık bu!" dedi. Gezi boyunca Sırpların, Hırvatların, Bosna'da yakıp yıktıkları camileri, köprüleri, kütüphaneleri, binaları, yolları, ağaçları gördükçe, Ebu Bekir'in sözünü hatırlatırcasına gözlerimin içine bakarak başını sağa sola uzun uzun sallarken kimbilir zihninden neler geçiyordu.
Savaşın bitiminde can çekişir vaziyette olan bu Osmanlı şehri, yeniden hayat bulmaya çalışıyor. Yeni camiler, okullar yapılıyor; yerel, millî ve milletlerarası destekler de yok değil. Ağırlığı Müslüman ülkelerden olmak üzere bir hareketlilik var Saraybosna'da ve tüm Bosna'da.
Evlerinin balkonlarını mevsimlik saksılı çiçeklerle rengârenk süslemişler; ama duvarlarındaki bomba ve mermi izlerini, tahribatını öylece bırakmışlar. Boşnaklar bu acıyı kolay unutmak istemiyorlar ve dünyanın da unutmasını istemeyip nazikçe mesaj veriyorlar.
İgman Dağı'nın eteğinde, şehri biraz yukarıdan gören, boydan boya kuşatan yolda, yavaş denilecek bir hızla hareket eden aracımızdan seyrederken bu sevilesi şehrin Kütahya'ya benzediğini dillendiren sadece ben değilim. Bursa'ya benzediğini ifade edenler de vardı. Bu seyir esnasında gönlüm yüzümün hiç İgman Dağı'na doğru yönelmesini istemiyordu. Otelden sabah hareket ederken kısa bir süre baktım İgman'a, içimi bir kasvet kapladı, hiç sevimli gelmedi bana o dağ. Şehri aylarca muhasara altında tutup gördükleri her canlıya ateş eden Çetniklerin karargâhlarının orada olması ve Bosnalıların dünya ile bağlantılarının kesilmesinde, hâkim oldukları İgman Dağı'nın fonksiyonu büyüktü. Sanki dağın arkasında tetikte bekliyorlar gibi bir his kaplamıştı içimi. Nedense Sarajevo Kış Olimpiyatları'nın yapıldığı dağlar olarak ilk anda aklıma düşüvermedi.
Boşnakların; "En iyi Müslüman ölü Müslümandır" mitingleriyle (1389'un 600. yıldönümü) savaş çığlıkları atan, hızla silâhlanıp sahte mazeretler üreten kapı / karşı komşuları Sırplara safça inanmaları, silâhlanmalarına kafa yormamaları ve neticesinde savaşa silâhsız, korumasız ve hazırlıksız yakalanmaları da gafilliklerinden olsa gerek. Boşnakların, gözlerinin önündeki bu art niyetli insanları görememeleri, burunlarının koku almaması, dağlı terörist Çetniklerin işini kolaylaştırmıştı; ama sonuç plânladıkları gibi bitmedi. Lâmiyatü'l-Acem'de: "Senin düşmanlarının en korkuncu, kendilerine güven beslediğin kimselerdir." diye ibretlik bir söz vardır; ama ibret alabilenedir bu hikmetli sözler.
Peygamberimizin damadı, dört büyük halifenin sonuncusu Hazreti Ali'nin de hin ve kindar olanlar için: "Düşmanların en büyüğü, düşmanlığını gizleyendir. Açık yürekli konuşan düşman, içten pazarlıklı dosttan iyidir." mealinde bir sözü vardır. Bu sözler her milletin kulağına küpe olsun; ama en çok da tarih boyunca güvenerek yaşamayı ve yumuşak huylu olmayı benimseyen Boşnakların zihinlerinde yer etsin.
ZÜMRÜT ŞEHİR MOSTAR
Sırpların katliamlara başladığı, insanın insan olmaktan utandığı, savaş hukukunun hiç uğramadığı, hatırlanması da, unutulması da acı veren Bosna Savaşı'ndan belleklerde kalan en unutulmaz görüntüler arasında, şüphesiz Neretva Nehri'nin gerdanlığı Mostar Köprüsü'nün yıkılışı vardır. Çetniklerin toplarla dövdüğü ve yıprattığı, Ustaşaların (Hırvat) ise son vuruşu yapıp Neretva'nın sularına gömüldüğü ânı, aynı gün televizyon ekranlarından hüzünle izlemiştik.
Mostar'ın ve köprüsünün yıkılmadan önceki görüntüleri, fotoğrafları, resimleri, gittiğimizde gördük ki güzelliğini anlatmada sönük kalmış.
Mostar şehri, ortasından salınarak, nazlı bir yâr gibi akıp giden Neretva'nın zümrüt yeşiline öykünmüş. Her yer yeşil, her yer nehir, Mostar zümrüt şehir.
Nehrin bir yakasında Müslümanlar, diğer yakasında Hıristiyanlar iki yakayı birleştiren kendinden ışıklı, aynalı bir düğme Mostar Köprüsü.
Yıkılan köprünün tamiratının sonuna yaklaşılmış. Türk müteahhidi, Türkiye adına yeniden ayağa kaldırıyor aslına uygun olarak köprüyü. Son taşlardan birini dönemin kültür bakanı Erkan Mumcu koyuyor ve "Hayırlı olsun, Allah korusun" temennisini taşın ardından hep birlikte gönderiyoruz.
Hassa mimarı Hayrettin Ağanın 1566'da yaptığı köprü, mimarinin ve teknolojinin başyapıtlarından sayılıyordu yıkılana değin. Yine aslına uygun yapılmış, biblo gibi yerine konmuş, şehrin siluetine girmiş; ancak Mostar Köprüsü siluetinin havan toplarıyla yıkılışının yüreklimizde bıraktığı acıyı, izi hangi mimar tamir edebilir ki? Bosna'nın güzelim şehirleri Saraybosna'nın, Mostar'ın, Travnik'in, Tuzla'nın, Banaluka'nın siluetini bozan katillerin bunca intikam duygusunu altı yüzyıl nesilden nesile aktarışlarına ne demeli?
"Katillik Sırpların genlerinde mi?" diyen ve Ustaşaların yaptıklarını görmezden gelen Hırvat yazara ne demeli?
Drina Köprüsü adlı romanı yazan Sırp yazar İvo Andriç'in Osmanlı mimarisinden, köprülerinden, hamamlarından hayranlıkla bahsederken Sırpların da hep o günü beklediklerini belirtip yıkımlara âdeta çanak tutmasına ne demeli?
Ya savaş öncesinde Boşnak yazar Abdullah Sidra'nın öykülerinden filmler çeken ünlü Boşnak yönetmen Emir Kusturika'nın sevgiden, dayanışmadan, birlik ve beraberlikten, insani değerlerden bahseden yapımları izleyip övgüler yağdıran Sırp ve Hırvat aydınlarına şimdi ne demeli?
Hıristiyan ve laik kıta Avrupa'sının ortasında kendilerine yaşama hakkı tanınmayan naif, asil Boşnak Müslümanların gördükleri bunca katliama, tecavüze, incitilmiş gururlarına, yaralanmış vicdanlarına, kanatılmış yüreklerine duyarsız ve umarsız kalan "medeni" Batı'ya ne demeli? Çok şey demeli, hiçbir şey dememeli. 15. yüzyılın sonunda Endülüs'te üç milyon Müslümanı soykırımdan geçiren Hıristiyan Avrupa'nın artık ne Bosna'yı, ne de başka bir İslâm beldesini ikinci bir Endülüs yapamayacağını tüm dünyaya ve onlara gösteren Boşnaklar çok şey dedi, hiçbir şey demeyerek.
BİLGE KRAL ALİYA İZZETBEGOVİÇ
Muhammed Hâdimi hazretlerinin, "Kâmil insan odur ki koya bir eser / Eseri olmayanın yerinde yeller eser" sözü pek meşhurdur Konya'da. Benjamin Franklin'in de benzer bir sözü var: "Öldükten sonra unutulmak istemiyorsanız ya okunmaya değer bir kitap yazın ya da yazılmaya değer işler yapın." Bu veciz iki sözü zihnimden kâğıda aktarırken masamın sağ köşesinde duran entelektüel dava adamı, siyasetçi, özgürlük savaşçısı Aliya İzzetbegoviç'in, Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eserine göz atıyorum. İlk sayfasındaki imzanın tarihi 7 Nisan 2001.
Bilge Kral, Konya ziyaretinde Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi'nin Sadav'la birlikte kullandığı belediyeye ait mütevazı Konya evinin açılışı münasebetiyle şeref konuğumuz olduğu sırada bu değerli eserini imzalatmıştım. Bahçede yapılan programda Bosna'nın yetiştirdiği bu bilge adamın yüzüne bakakaldığımızın dışında pek bir şey hatırlamıyorum. Yaklaşıldıkça büyüyen liderlerdendi kendisi. Mütevazı, düşünceli ve durgun hâli hâlâ gözümün önünde.
"Bosna trajedisi, insanın yapabilecekleri hakkında en iyiyi ve en kötüyü gösteren eşsiz bir bilgi kaynağıdır" diyordu bir düşünür. İşte Bosna cihadında en iyiyi yapanların en iyisi karşımızda. Doğu ile Batı'nın ortasında bulunan Bosna'da hastalıklarından arınıp şaha kalkamayan Doğu ile materyalizme saplanmış meçhule giden Batı arasında insanlığın aradığı adresin İslâm olduğunu bilip bildirmek gayesiyle geçen koca ömrün vakur ve asil duruşuna tanık olmak... Bizim tanıklığımız bir yana, bu gözü pek, samimi müminin büyük devlet adamlığına yüzyıl tanık oldu. Tarih de tanıklık edecek elbette.
1980 yılında tamamlanan ve dünyada yankılar uyandıran, Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eserinin 1983 yılında yayımlanışını müteakip on dört yıllık bir hüküm giyme ve hapse girme dönemi ve 1989'da uluslararası baskılarla serbest bırakılması.
Avrupa felsefesinin bütün temel metinlerini; Hegel'in, Bergson'un, Kant'ın ve Spengler'in eserlerini okuyup iyice tetkik ettikten sonra Batı düşüncesinin temellerini ve neden İslâm'ın üstün olduğunu felsefi yaklaşımlarla bu değerli eserinde vuzuha kavuşturmaya çalışmış.
İnsanın hiçbir şeye hizmet edemeyeceğini, alet olamayacağını, tersine her şeyin insana, insanın ise ancak Allah'a hizmet edebileceğini, hümanizmin ilk ve son mânâsının bu olması gerektiğini vurgulayan Bilge Çınar: "Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır, neticesi ise Allah'ın elindedir. Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve mânâsızlığından insani ve vakarlı tek çıkış yoludur; isyansız, yeissiz, nihilizmsiz, intiharsız tek çare... Teslimiyet, hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği sıkıntılarda alelâde bir insanın kendini kahraman gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir. İslâm, Allah'a teslimiyetin hakikatine göre adlandırılmıştır. Ey teslimiyet, senin adın İslâm'dır." derken adaletsizliklere karşı ahlâkın zaferine inandığını ve öylece yaşadığını, kazanılan bir zafer varsa onun da teslimiyetten geçtiğini bize işaret eder.
2003 Temmuz'unun ilk günlerinde gerçekleştirdiğimiz Bosna ziyaretimizin dönüş yolculuğunda uçakta hâl hatır sorarak yanımıza gelen, bize ziyaretin nasıl geçtiğini soran bakana "Bir eksiğimiz kaldı, o da sağlığının iyi olmadığını duyduğumuz büyük komutan Aliya'yı ziyaret edemedik." demiştim. Görüşebilseydik benim için anlamlı olacaktı. Kendini Konya'da üç gün misafir ettiğimizde: "Konya tarihî bir şehir, bizim kurtuluş mücadelemize de en çok destek veren şehirlerin başında geliyor." diyerek şükranlarını ifade etmişti Konyalılara. Ben de iade-i ziyaret kabilinden şehrimizin güzel insanlarının dua ve selâmlarını iletecektim. Ama ya programda yoktu ya da fırsat olamadı, bilemiyorum, görüşmemiz bu sefer nasip olmadı. Yurda dönüşümüzden üç ay sonra vefatını duyunca görüşememe üzüntüm daha da arttı. "Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun!"
Minyatür sanatçısı Nusret Çolpan amatör kamerasıyla çektiği Bosna ziyaret görüntülerinin CD'sini bana ulaştırdığında yazıyı tamamlamış idim. Bu görüntüleri izleyince gördüm ki Bosna için yazmaya çalıştıklarım, yazamadıklarımın ancak zekâtı kadar olmuş.
Saraybosna'nın en büyük salonunda Konya Türk Tasavvuf Musikisi Topluluğu ve sema heyetinin muhteşem konserini ve semâ ayinini gözü yaşlı takip eden Boşnakları, Bilgegay Tekkesi ve orada okunan zikirli ilâhileri, o yıl mezun olan Saraybosna İlâhiyat Fakültesinin kızlı erkekli öğrencilerinin mezuniyet törenine has giysileriyle şehrin her yerinde kelebek gibi uçuşmalarını, tarihî Morica Han'ın girişinde nargile eşliğinde Türk kahvemizi içerken dinlediğimiz Sevdalinkaları, Sokullu Köprüsü'nden geçerken Osmanlı'ya büyük hizmetleri geçmiş Bosna Hersekli büyük veziriazamlardan Sokullu Mehmed Paşa ve Hersekzâde Ahmet Paşanın üzerine yaptığımız koyu sohbeti, ticari ilişkilerden daha çok kültürel ilişkiler içinde olmamızın gerekliliği üzerine Holiday İnn Oteli'nin lobisinde yaptığımız hararetli tartışmaları, Türk mutfağına ait birçok yemeğin Boşnak mutfağında da bulunduğunu, Saraybosna Mevlevihanesi'nin aslına uygun yeniden yaptırılıp açılışında da Konya Mevlevilerinin orada program yapmasının anlamını ve daha birçok mevzuyu uzun uzun anlatabilmeyi isterdim.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.