Elife Mısral

Elife Mısral

ÇOCUKLUĞUMUN ÇUMRASI

A+A-

Biz kanal ardının çocuklarıydık!

Baraj mahallesiyle; kanalın ardıyla tanışıklığımız 1978 yılının son aylarıydı.
Evin tek oğlu olan babam, köyde babasını yalnız bırakamamış, dedem rahmetli olunca da köyümüz İnli'den Çumra'ya taşınmıştık. Beş yaşlarındayım.
Dört ablam, halam, ebem, epey sonra aramıza katılacak erkek kardeşimle kalabalık bir aileydik. Babam, İnni'li (İnli)Gara Memed (Yılmaz), dedem Hocanoğlu Memiş idi. Ebem gara kıl çadırda doğmuş Hacce aba. Anacığım ise Sodur’lu Çallı İmine'nin kızı Havayşa.
Çiftlik sokak ile Öziş sokağının kesiştiği köşeydi bizim evimiz. Yüksekçe ve beyaz badanalı, pencerelerinde on bir aylık ve tavşan çiçeklerinin süslediği, büyükten küçüğe bir hiyerarşinin, paylaşımın ve çok şükür içinde bolca sevginin olduğu bir ev...
Köşesi, yirmiye kadar sayıp, sağı solu yüzlerce kez sobeleyen çocukların sevincini görmüş, gün yanığı, çatlamış ellerine dokunup, ılık nefeslerini hissetmişti.
Çumra'nın her yerinin bahçelik ve bel vursan suyun çıktığı yıllarıydı. Duvar diplerine ektiğimiz üç beş mısır, birkaç arık ve çiçekleri sulamak için, herkes gibi bizim de mavi bir tulumbamız vardı. Ahh o tulumbalar her evin vazgeçilmeziydi... Herkes bilir; o ilk yıllarda birkaç hareketle çıkarırdık suyu, sonraki yıllarda üstten su döker, kollara kuvvet yeraltındaki suyu günle buluşturmaya çalışırdık; bazen oyun, çokça iş demekti bu...
Kireç badanalı, toprak aşılı, kara sıvalı, briket ya da kerpiç hayatlarımız (bahçe); kadifeler, akşam sefaları, türbe, patates çiçeği, kasım patları, duvar dipleri mavi sarmaşıklarla kaplıydı. Sarmaşıklar duvarları aşar, sokağa girdiğinde çelenin üstünden gelenleri gülümseyerek selamlardı, gökyüzünün maviliğinde...
Nerdeyse hepsi kerpiç olan o evlerde, sabah erkenden kalkılır, işler erkenden bitirilir, paspaslar çırpılır, muşambalar silinir, betonlar yıkanır, evlerin önü sulanırdı. Bazen bir kovaya doldurulmuş suyla, bazen hortumla! Hissettiniz mi o serinliği, geldi mi o koku burnunuza? Mis gibi ev kokusu, ana-baba-bacı-gardaş kokusu, ait olduğumuz toprakların kokusu...
Bu yazımla, satırlar yettiğince 5 ile 10 yaş aralığımdaki, siyah-beyaz fotoğraflarda kalmış mahallemi anlatmak niyetim. Bazı hitap ve tanımları özellikle halk ağzıyla yazdım ki, gerçek anlamıyla yansıtmak istedim. Yörüğü, Türkmeni, Dağlısı, Göçmeni ile kozmopolit Çumra'yı yansıtan; o zaman sıradan görünen, çok renkli mahalleliyi konu alarak, mahallemi yazmayı seçtim, fazlaca detaya girmeden...
Arkamızdaki Arıkören'li Gurtlar vardı. Hasan Hüseyin emmi- karısı Hacca aba, oğlu Veli- hanımı İmine aba. Aramızda tahta bir kapı vardı ve teklifsiz girer, çıkardık. Garajdan, bahçeden bir ihtiyaç varsa girilir alınırdı, sormaksızın. Çaylar neredeyse her gün birlikte içilirdi.
Ramazan bayramlarında, namazdan sonra Hasan Hüseyin emmi, komşuları tek tek evlerine davet eder, zaten önceden yemeklerini hazırlamış mahalleli de yemeklerini sinelerle onlara taşırlardı. Önce erkekler, sonra kadınlar ve en son biz çocuklar salonda yemeğimizi yerdik. Dışarıda çeşmenin başında da kadınlar o devasa bulaşıkları yıkar, yine herkes; yenmiş, içilmiş boş çanak ve sinilerini alarak, kendi bayram telaşına dönerdi.

Bayramlara girersek çıkamayız, fakat kısaca değinirsem; biz de ebem de olduğu için bayram bitse de gelenimiz bitmezdi. "Hacce cicemin sıkmasını çok yedim" diyen; hısımı, köylüsü, tanıdığıyla şenlenirdi üç oda, bir mabeyin evimiz. Öyle ki bazen, kahve cezveyle değil, çaydanlıkla yapılırdı. Evde çaydanlıkla ablamgil kahve yapa dursun, her seferinde yırtılsa da çorap naylonlarını elimize almış mahallenin yarısının elini öpmüş olurduk ki maksadımız el öpmek değil, şeker toplamaktı. Gelince topladığımız şekerleri bir de sayar, 'hangimizin şekeri çok' yarışına girerdik.
Herkes bütçesine göre şekerler alır, yanında illaki lokum-bisküvi de olur, tepside tutulurdu. Lami ve lord o zamanın en iyi şekerleriydi. Takkeli şekerler vardı bir de. Bileniniz, hatırlayanınız var mı? Rengarenk, şekilsiz, ağızda dağılan...

Yan tarafımızda, Sürgüç'lü ayakkabıcı Gamarat Mustafa ve küçük kızı Özgül beş yaşından, bugüne kadar benim en iyi arkadaşım oldu. Yazları köyleri Sürgüç'e gittiğinde; oradaki büyük gölden (Hotamış Gölü), sazlardan, kayıklardan ve su yılanlarından bahseder, kuru ovada doğmuş bizlere masal gibi gelirdi anlattıkları.
Karşımızda belediyede çalışan, Gurdun Ömer- karısı Nevriye aba. Kendi halinde sevdiğimiz bir komşumuzdu. Fakat, çok sevdiğim kedim Boncuk, onun verdiği balık yüzünden ölmüş, bu yüzden epey süre 'katil Nevriye' diye seslenmiştim ona. Fakat bahçelerinden çaldığımız elmaların hesabını nasıl veririz bilmem...
Çiftlik sokak ile Atatürk caddesinin kesiştiği yerde Maliyeci Yükselgil vardı.
Ve o andan itibaren KANAL BOYU karşılardı bizi. Etrafında yabani iğde ağaçları, Atatürk Caddesi boyunca Fethiye'ye doğru uzanır, başlangıcı Çarşamba'dan gelirdi. Aslı tahliye kanalı olsa da orası bizim pınarımız, deremiz hatta denizimizdi. Elbet içine girip yüzmedik, düştüğümüz zamanlar hariç. Yosun kaplı dibi, kendisine has açan papatya benzeri çiçekleriyle, kurbağaların biyolojik olarak gelişimlerini izlediğimiz yerdi. Baharda açan iğde çiçeklerinin kokusuyla, bir mahalle böyle güzel kokar mıydı? Kopardığımız dallarla evimize de taşırdık o kokuyu akşam üstleri...
Suyu bol iken kenarlarında, kuruduğunda içlerinde, köprü altlarında oyunlar kurup, çocuklandığımız yerler.
Başlangıcı Çarşamba’ya demiştim; elbette bizim gitmemizin yasak olduğu yerdi. Ne zaman mahalle de bir çocuk kaybolsa; aileler o tarafa çocuk aramaya giderler ve genelde de orada bulunur, yol da dayağı yiyerek eve getirilirdi. Malumunuz Çarşamba Çayı hepimizin hafızasında güzel anılar, memleketimize bereket katmış olsa da çok can almış, çok ananın yüreğini de yakmıştı.
Tam da orada Uzun Ali- karısı Müslüme abagilin evi vardı. Ali abinin Atatürk İlkokulu’nun yanında bakkalı vardı, her türlü ihtiyacımızı oradan alırdık, en fazla da çeyrek ekmek; kalan son kuruşlarla koşmuş, yorulmuş küçük midelerin açlığına gem vurmak için... Evlerine, kanalın üstündeki köprüden girilirdi. O yüzden o eve girdiğimizde, teslim olmuş bir kaleyi fethetmiş sevincini yaşardık.
Çumra'nın bahsettiğimiz yeşilliği, suyu, kanalı derken sivrisineğimizde çok ünlüydü, biliyorsunuz… Tam o yıllara tekâmül eder mi bilemesem de akşam üstleri belediyenin ilaç arabalarının geçmesini, kızlı erkekli çocuklar bekler, çılgınca o zehirli dumanın peşinden koşuşurduk...
Kanalı kesen Nizamülmülk Sokakta Baraj Camisi ve yanında boş bir arsa vardı, oyun alanlarımızdan biriydi. Sebze pazarının kurulduğu pazartesileri, eşya taşıyan at arabalarının arkasına takılmak için pusuya yatardık orada. Yol asfalttı ve her gelen at arabasının arkasından koşar, tutunur ve bir süre gidebilmenin çabasını verirdik. Çoğu kez arabanın sürücüsü elindeki kırbaçla bize vurduğu da olurdu ve bırakmak zorunda kalırdık. Dengeli inmeyi başaramadığımız zaman ise; düşüp, hatta sürünüp yolda dizimizi kanatmaktı işimiz. Her pazartesiyi iple çekerdik...
Yine bu günlerde evlerin çoğunun önüne; nal tıkırtısı ve at boncuklarının şıkırtısıyla pazar erzakı gelirdi. Bize de genelde, İnnili at arabacı Mehmet Ali getirirdi. Bu arada, o sesi duyan, bizden birisi çoktan kapıya çıkmış olurdu.
Ucu çiftliğe çıkan, Nizamülmülk sokağında seyarcılar vardı, mahallenin bakkalıydı. Ayrıca seyyar arabalarıyla satıcılıkta yaptıklarından lakapları buydu. Elimize geçen her kuruş, lira çocuk sevinciyle; emzikli şekere, gofrete, kaşıklı çokokreme, mintiye, tipitipe dönüşürdü. Bazı günler akşama doğru; "baba helva alalım mı?" diyerek, koşarak gittiğimiz bakkaldan, gazete içinde tartılıp, sarılan çarşı helvası ile dönerdik eve. Tadı, keyfi ne eşsizdi, yufkayla ya da çarşı ekmeğinin arasında... Sonraları alınan kutu kutu helvalar, hiçbir zaman o gazete mürekkebi sinmiş helvanın tadını verme

Yanlarında, Kuzucu'lu Kenanlar, ilerde Soğucaklar, ötelerinde Yastıkçı Mustafa Telli- karısı Abide abagil vardı.
Mahallede nazar geçtiğine inanan, çocuğu uyuyamayan, durduramayan, kendini kötü hisseden Abide abaya okunmaya giderdi, okurken de bir esnemesi vardı ki görülmeye değerdi, sanki bütün mahallenin nazarını o taşıyordu...
Yastıkçılar dedim; lakabı üzere, evlerimizin baş eşyası olan dayama yastıkları yapardı, Cicek'li Mustafa amca. Evinin dibindeki boş arsaya da getirdiği hasır otlarını (biz kamış derdik) kuruması için çadır gibi dizer, bizlere doğal kızıl derili kabilesi ortamı yaratır, gerisi hayal gücümüze kalırdı. Hasır otunun, saplı uzun tohumları olurdu, yumuşak tüy gibi ve onlarda oyunlarımızın malzemelerinden biri olurdu. Bir de onu dağıtırdık estetik bir şekilde, doldururdu ağzımızı, burnumuzu ve savururduk rüzgârda... Verip sırtımızı hasır otlarının üzerine, gözlerimiz gökyüzünde, bugün olacaklardan habersiz türlü hayaller kurardık, en olmasını istediğimiz ise, bir bisikletimizin olmasıydı. Sonra bir bisikletimiz oldu, kardeşime boyundan büyük bir pinokyo marka bisiklet alındığında...
Çapraz köşemizde Bankacı Ali Özdemir- eşi Gülüzar aba, neneleri Sarıoğlanlı Emine aba, dedeleri Kepekçi Abdullah. Baba oğul ayrı saatlerde; Ali abi uzun boyuyla, sonra babası yaşlı, sakin adımlarla dükkanına giderdi. Dört oğlan çocuğuyla uğraşmakta Gülüzar abaya kalırdı...
Öziş sokakta arkadaşım Elmas'ın babası sıvacı Cemalgil otururdu. Mavi bir rus planet motoru ve yanında sepeti vardı. İlginç bir motordu. Altı kişilik o aileyi de sitemsizce taşırdı o sepetli motor. Balıklar tutardı bir de hiç görmediğimiz dişli balıklar, leğenlerde yüzerken onları izlerdi, meraklı çocuk gözlerimiz. İki katlı, korkuluksuz, tehlikeli tahta bir balkonları vardı, fırsatını bulup da çıktığımızda oraya; karşımızda elmalık, sağımızda evlerimiz; Çamlıca'dan İstanbul'u izlemek gibiydi...
Bu arada, Öziş sokağın asıl sahipleri Başkatip Ali Rıza Öziş ve Elmas teyzeydi aslında. Sokak adının ve Başkatip amcanın soyadının aynı olması bir tesadüf olamazdı, fakat ben bağlantısını öğrenemedim, bileniniz varsa paylaşırsınız. İki katlı, güzel bir evleri vardı, bahçeleri çok özenli, özellikle güllerle doluydu. Elmas teyzenin, önüne bağladığı baş örtüsü ve şık tayyörüyle salına salına yürüyüşü hep gözümün önündedir. Çoğunlukla yalnızdı ve arada çocukları gelir giderdi.  Bazı özel günlerde halamı gönderip, gül istediğimizi hatırlıyorum. Kış üzerleri kapısının önüne dökülen odun ve kömürü de mahallenin çocuklarıyla taşıdığımızı hatırlıyorum, üstüne harçlık verirdi mutlu olurduk. Oysa hepimiz evdeki her işten sürekli kaçarken...

Elmas teyzenin kiracıları ise, o dönem Endüstri Meslek Lisesinin Müdürü olan Nadir Gökçe ve hanımı Pratik Kız Sanat Okulunun Müdüresi Ülker Gökçe'ydi. Kızları ise Jale ve Lale; ne kadar da sosyetik isimleri vardı.
Daha ilerde ayakkabıcı Kemal Kurnaz, Atalar, Şakirler, dolayısıyla Rakımın değirmeni vardı. Oralarla ünsiyetimiz sonraki yıllarda gelişecekti, henüz elmalık ve kanal boyu bize yetiyordu.
Tren yolunun, kanalın ardının çocuklarının, biz den önceki ve sonraki neslin en büyük oyun alanı ELMALIKTI. Bizim köylü Uyar oraya bir temel attırmış, öylece de bırakınca, bizlerin doğal oyun alanı olmuştu. Çok büyük bir arsa ve içinde çok farklı elma çeşitlerinin olduğu bir yerdi. Her ağacın bir biçimi, çocukların yazdığı hikayeleri ve taşların üstünde kadınların halı çırpmışlığı vardı.
Elmalık ve mahallemizde bizim kemik kadro, Özgül, Elmas ve benden oluşurdu. Çok korkusuzdular, ağaca çıkma konusunda onlar iyilerdi, ben de oyun kurma konusunda. Her ağaçta, dalların arasında kendimize göre bir mekân, konfor oluşturmuştuk ve hepimizin bir bölümü-odası vardı. Oradan ülkeler yönetmiş, surları aşmış, prensesleri kurtarmış, aslan kralla savaşıp, ormanlara hükmetmiş, öğrenciler yetiştirmiş, hatta uzaya bile gitmiştik. Dallar bazen kara tahta, bazen uçağın, uzay mekiğinin kumanda masası, bazen taht, bazen sihirli değnek ve bazen sadece dal olurlardı. Öyle ki Elmas ve Özgül o dallara, ayaklarını takarlar ve elleriyle kendilerini aşağıya bırakır ve bir hamlede yeniden elleri ayaklarının yanında buluşurdu. Akrobat gibiydiler...
Yine öyle bir gün, halamın diktiği çiçekli, eteği su taşıyla işlenmiş yeni elbisemle, ağaçların tepesinde oynarken, sırt üstü düşmüş, elbisem yırtılmıştı...Düşmek Allah'ın emriydi de çiçekli elbisem yırtılmasa iyiydi... Nasıl da üzülmüştüm...
Bir arada elmalığın yarısını topladığımız beyaz taşlarla bir mahalle yapmış, dalları süpürge yapıp temizlemiş, evler, odalar yapmış, hayal gücümüzü zorlamış, eğlenceler çıkarmıştık. Elbet uzun sürmemişti bu durum, mahallenin oğlanları kentsel dönüşüm müteahhitleri gibi yıkana kadar...
Sayısız oyun, bir sürü çocuk, arkadaşlık, paylaşım, gülüşmeler, çatışmalar, ağlamalar, oğlanlar, kızlar, düşenler, büyüyenler, yer değiştirenler, topu tutanlar, kaleye atanlar, itenler, dizi kanayanlar; hepsi bizdik elmalıkta, sizler gibi...
Bu arada elmalıktan bahsedip de Nadir amcadan bahsetmek olmaz! Biz çok çocuktuk; işimiz her şeyle oyun kurmak, o çok yetişkindi ve çok titiz bir adamdı.
Arkadaşım Özgül'ün korkusuzluğundan bahsetmiştim. Bahçelerinde bulup öldürdükleri yılanı gezdirip duruyorduk ve yılan yakıldığında içinden inci çıkar diye bir şey duymuştuk. Hiç yapmamız gereken bir yer de Nadir amcagilin evinin önünde onu yakacakken; o arada, çok sık kullanmasa da sürekli temizlediği turuncu Murat 131 otomobilini yıkıyordu. Ateşle uğraştığımızı görünce de bize kızmıştı. Bunun üstüne de Özgül'de yılanı önüne atmış, o da kürekle bizi kovalamıştı. "Kürek ne alaka" demeyin, titiz biri olduğunu söylemiştim. Araba yıkadığı gün etraftaki otları da kürekle temizler, çöpleri toplardı. Aslında iyi günlerimizde çöpleri birlikte toplar ve yakardık. İşin içinde ateş olduğu için de bize cazip gelirdi, üstelik üstüne bize şeker de verirdi. O yıllara ait kazınmış kişiliklerden biridir kendisi. Bazen, bir an sokakta yürürken çöp toplarken yakalarım kendimi onun gibi!
Bu arada kovduğunun ertesi günü yine aynı yerde ölü bir fareyi, cam parçasıyla ameliyat etmeye çalışmış, başaramamıştık. Biz de farenin ölüm sebebini anlayamadığımız gibi anatomisini de öğrenememiştik. O gün birer doktor olamayacağımızı da anlamıştık...

 Mahalle tamamen bahçelik olunca, mayıstan itibaren açık hava manavı gibi olurdu. Karşı komşumuzun yaz elması, köşedeki komşunun kayısı çeşitleri, Gülüzar abagilin yan duvarındaki ekşi elmalar, Öziş sokaktaki büyük elmalık ve biraz ilerdeki armutluk. Baharın gelmesiyle, ağaçlar çiçeklerle bezenir, çamurdan kurtulmanın sevinciyle kendimizi ağaçların tepesinde bulurduk, gönlümüzce oynamanın sezonunu da açmış olurduk. Bu arada çiçekler kendini atıp da, meyveler kendini göstermeye başladığında; biz de yemeye başlardık, çelenlere çıkarak-yıkarak-dağıtarak, dizlerimizi kanatarak-düşerek, yazın sonuna ve en tepedeki ulaşılmaz elmaya kadar....
Karşı komşumuzun yaz elması demiştim hani; gölgesinde otururken birden aklımıza gelir, taşı yukarıya atar kaçışır, sonra altına düşenleri toplar, yine aynı gölgede onları yerdik. Ev sahibi kızar mıydı? İllaki! Çünkü arada kamış çelenin üstüne çıkıp, yıkıp dağıttığımızda oluyordu. O haksız mıydı, bu hırsızlık mıydı? Elbette değildi, çünkü kendi gölgesinde yiyorduk... Allah affetsin çocuktuk!
Köşedeki kayısının çekirdeği acı olduğu için onun biraz büyümesini beklememiz gerekiyordu. Bu sırada elimizle rahatlıkla uzanıp koparabiliyorken; tam tatlandığı zaman kayısılar yukarda kalıyor, taşla düşürmek ya da sallanan briket duvarın üstüne çıkmak zorunda kalıyorduk. Çok zordu çocuk olmak! Bu arada o sıcak günlerde öğle uykusuna yatan komşuları da çok seviyorduk, sebebi malum...
Çumra'nın neredeyse çoğu gibi, bizim sokaklarımız da hep topraktı, asfaltla mahallemizin tanışıklığı çok uzun yıllar sonra olacaktı. Kışları iri Sodur kumu dökülür, yine de Çamurlu Çumra namını yürütürdü. Yağmur yağdı mı, evlerin önü göl olur, biz içine dalmanın, babam kürekle suyu boşaltmanın derdine düşerdi. Bu arada böyle günlerde elmalıktan daha iyi beliren, gökkuşağına bakmaya gider, altından geçmeye çalışırdık. Geçebilirsen cinsiyet değiştirilir sanıyorduk ve biz de erkek olmanın hevesindeydik, her ne kadar kız çocuğu olarak çok sevilmişsek de! Çünkü şimdiki gibi, o zaman da dünya onlarındı...
Kışlar çetin geçerdi. Karlar yağar, rüzgarlar eser, kürs oluşurdu. Oraları kazıp kendimize mağaralar yapardık. Her evin önünde de mutlaka bir kardan adam olurdu. Üşenmezdik, üşümeyi de bilmezdik o yıllarda.
Çumram çamurlu olduğu için, her kapı önünde demirden, ayakkabı sıyırgaçları vardı. O çamurlu günlerde eve girmeden önce ayakkabıların önce altı, sonra yanları, tekrar altı temizlenir, bir de ayakkabının ucuyla orada kalan çamur tabakası, arkadan gelecek kişi için temizlenirdi. Çok pratik, manuel, zor ama zor olduğunu bilmediğimiz alışkanlıklarımız, ritüellerimiz vardı. Kıyafetler fırçalanır, ayakkabılar boyanır, sonra da cilalanırdı... Büyüklerin ceketi tutulur, ayakkabısı önüne konurdu. Gelince ceketi, paltosu alınırdı. Hatta kış günlerinde misafirin elini yıkaması için leğen getirilir, sobanın üstündeki bardakla eline su dökülür, bir başkası da elinde havluyla ayakta beklerdi.
Evin ebeleri, dedeleri çok önemliydi. Geçmişten geleceğe köprüyü kuran, karar mekanizmasıydı onlar. Evin, mahallenin; bilgesi, danışılanı, küs barıştıranı, hatırından çıkılamayanı, sofrasına oturulası; kısacası eli öpülesi kıymetlileriydi.
Hacce ebemde onlardan biriydi. Kimi İnnili ebe der, kimi Yörük ebe, kimi Hacca aba derdi. Evimizin en baş köşesi ona ait olduğu gibi, evin köşesindeki gölge de onundu. Kirmenini alır gölgeye çıkar, ardından komşularda gelirdi. Kiminin elinde iş, kiminde çocuğu, kiminde tepside akşama pişirilecek fasulye. Herkes orda derdini döker, lafını eder, çocuklarını gözler, eşlerin gelmesini beklerlerdi. Bir de ebem, her mübarek cuma öncesi bize, kilitli sandığından kağıtlı, kağıtsız şeker çıkartır, yeleğinin iç cebine koyar, başta bizlere, sonra komşu çocuklara adak verirdi. Ebem adak derdi, biz de perşembeyi beklerdik, adağın hatırına.

Kömürlüklerimiz, yakacaklıklarımız da vardı değil mi? Kemrelikler, keslikler, samanlıklar... Oralarda oyun oynarken de suç işlediğinde de saklanılır, hatta evin kedileri oralarda doğum yapardı.
Kışın terslerin üzerine kalbur koyup, değnekle destekleyip ip bağlar, kuş yakalamaya çalışırdık. Hiç yakaladık mı hatırlamıyorum! Çünkü o kadar çocuktuk ki! Ebem akıl verir, iki örüklü akıllı ablamgil yapar, biz de koca kara gözlerimizle pencereden bir ümit yakalamayı beklerdik.
Ablamgil deyince; onların diktiği bebekler aklıma geldi. Plastik bebeklerimiz de olurdu, fakat onlar eskirdi. Bezden bebekler dikerlerdi, örgülü saçlı, kaşı, mavi gözü, kırmızı dudakları olan... Kendimiz de değneği haç şeklinde bağlayıp, yün ile kafası olan bebekler, o bebeklere de kibrit kutularını yapıştırıp eşyalar yapardık. Kibrit kutusundan telefonlarda yapardık, hatırladınız mı?
Hatırı bitmeyen, yüreğimizde sıcaklığını koruyan, yüzlerimizde tatlı bir gülümseme yayan o yıllardan kısmen de olsa kendimce yazmaya çalıştım. Elbet ne o elmalıklar kaldı ne bel bassan su çıkan Çumra… Kamış çelenler beton, çamur yollar asfalt, sokak adları numara, çoğu kahramanlar da rahmetli oldu.

Elbet bahsedilecek bir sürü olay, yüzlerce konu, detay, insan varsa da şimdilik böyle olsun...
Kalanlara sağlık, gidenlere rahmet, sizlere de saygılar sunuyorum...

Elife Yılmaz Mısral

Önceki ve Sonraki Yazılar