D. Mehmet Doğan: Hüdavendigâr’ın bahçesinde Cahid’in sofrası
“Gökyüzü secdem oldu…”Nureddin Topçu, Yıldırım’ın huzurundaGeçmiş 30 yılın birlik arayışının neşvesini hissetmek için Bursa’da olacaktık. Çekirge’nin isimleri tebessüm uyandıran otellerinden birinde yer ayrılmıştı…
“Gökyüzü secdem oldu…”
Nureddin Topçu, Yıldırım’ın huzurunda
Geçmiş 30 yılın birlik arayışının neşvesini hissetmek için Bursa’da olacaktık. Çekirge’nin isimleri tebessüm uyandıran otellerinden birinde yer ayrılmıştı… Yarı uykulu geceden, yankıları Bursa ovasını dolduran ezan sesiyle sıyrıldık.
Bursa’daydık ve bir mıknatısî[1] alanın çekimini hissediyorduk. Hüdavendigâr Camii minaresinin gölgesi üzerimize düşüyordu. Zaten kalabalık olmayan sabah namazı cemaatinden üç kişi ayrıldık. Camiden çıkınca ufka doğru yürüdük. Niyetimiz “Şah-ı Şehid” Murad-ı Hüdavendigâr’a Fatiha okumaktı…
Türbenin bahçesinde asırlık ağaçları ve şırıltıları mekânı dolduran şadırvanı değil de alacakaranlıkta önümüzde serilmiş 6 yüz küsur sene evvelki muharebe sahası tesiri uyandıran Bursa ovasını görüyorduk. Hava aydınlandıkça üzerinde durduğumuz zemini daha net hissetmeye başladık. Kosova’dan gelen davetlimiz Altay Suroy, “Sultan Murad’ın içi bizde, gövdesi burada” dedi. Sultan Murad Kosova ovasındaki muharebenin galibiyete döndüğü akşam karanlığında bir Sırplının hançeriyle şehid düşmüşdü. İç organları oraya defnedilmiş ve sonra üzerine türbe yapılarak mekân mühürlenmişti. Asıl kabri ise sağlığında inşa ettirdiği camiinin avlusunda idi.
Elazizli şair Nazım Payam artık belirsizleşmiş tarihi ve farklı bir yapı tesiri uyandıran camiyi merak ediyordu. Burası eski Bursa’nın en batısıydı…Şehir bu ovanın üstüne yükselen kaplıca semtinden başlardı.
Osman Bey’in torunu Murad Hüdavendigâr şehir kurmak için burasını seçmiş ve burada bir şehir çekirdeği meydana getirmişti. Külliye, üst katı devletin idare merkezi veya medrese olarak kullanıldığı sanılan iki katlı tabhaneli, zaviyeli cami ile imaret, hamam, türbe ve çeşmeden ibretti. Zamanla burası şehrin mamur bir bölgesi olmuş ve Bursa’nın batı hududunu tayin etmişti.
Baba Murat şehrin bu bölgesini imar ederken, tahtın varisi oğlu Bayezid, ki onu hep “Yıldırım” olarak anarız, külliyesini şehrin doğusunda inşa etmiştir. Şehir Bursa’da hükmeden sonraki padişahlar zamanında da bu sınırlar içinde gelişir. Yıldırımın oğlu Çelebi Mehmed Yeşil külliyesi ile ve onun oğlu 2. Murad Muradiye ile, Bursa’nın şehir varlığına neredeyse son şekli verirler. Yıldırım’ın külliyesinin camii Bursa tipi camilerin yeni bir hamlesini müjdelerken, şehir merkezinde inşa ettiği cami kaç asırlık ulu cami mimarisinin son arayışı olarak görünür.
Uludağ eteklerindeki kurulan Bursa’nın her yükseltisi bir padişahın hatırasını yaşatır. Son yükselti Emir Buhari’dir ki, onun hizasında ve kuzeyinde Yıldırım külliyesi vardır. O yukarıdadır ve bir maneviyat sultanıdır; Osmanlı ilk devrinin timsali olarak şehri hâkim bir tepeden seyreder.
Bursa’da bulunmamızın bahanesi 1992 senesinde Bursa’da ilki icra edilen Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni’nin 30 yıl sonra ilk katılanların davetiyle bir yenisini yapmaktır.
Hüdavendigâr Camiine yakın bir mekânda konaklamamız, merhum Nureddin Topçu’nun “Yıldırımın huzurunda” yazısının zihnimize üşüşmesine yol açmıştır. Şadırvan, ağaçlar ve küçük bir çay bahçesi, bir zamanlar merhum Topçu’nun vefat yıldönümlerinde Cahid Çollak’ın davetiyle bir araya geldiğimiz bir murakabe ve dertleşme meydanı olmuştur. Nureddin hocayı yâd etmek için buradan daha uygun bir yer bulunabilir mi?
1950’li yılların başında mürşidini yakın zamanda kaybetmiş Nureddin hocanın kendini Bursa’ya atması ve burada olağanüstü manevî dalgalanmalar içinde kalması Taşralı isimli kitabında bir “hikâye” olarak anlatılmıştır.
Mihrabın yanı başında küçücük bir saf halinde namaz kılınır. Hüdavendigâr'ın huzuruna çıkacaktır. Bir beşiği andıran türbenin penceresinden içeriye bakar. Hüdavendigâr'ın yüzüne bir perde çekilmiştir.
“İlâhi nida, bütün caminin ışıklarından, duvarlarından, havasından sızarak tam bir vuzuhla kulaklarıma doldu:
"Git ecdadına sor, Murad'a ve Yıldırım Han'a danış, sen onlarla konuşabilirsin."
“Kendime geldim. Rabbimden af dileyerek sanki bir melek kanadında, güneşin ilk nurları altında uyuyan Bursa'nın üstünde uçarak Çekirge'ye gelmişim.”
Bursa’da olmak, hakikat timsali bir kuruluş efsanesinin bütün acı ve tatlı gelgitlerine şahid olmaktır. Altı asır sonra mazinin inkârı üzerine kurulan bir cumhuriyetin kendini idrak sancıları yaşanmaktadır. Tarih bütünlüğünü, millet bütünlüğünün esası sayanlarla, tarihi yok sayarak milletin idrakine deli gömleği giydirenler 1950’li yılların Türkiye’sinde karşı karşıya gelmiştir. Bu çatışma havasında Topçu, Yıldırımın huzuruna çıkar ve ondan yardım ister. Onun mesajı bir çatışmaya girmek değil, çatışmanın üstüne yükselmektir.[2]
Hedef birliği mi?
Bursa’da Millî Mücadele sırasında cereyan eden iki hadise hatırlanmalıdır: Birincisi, Bursa’nın Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle ordumuzun çatışmadan şehri terk etmesinden sonra 8 temmuz 1920’de Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmesidir. İkincisi 11 eylül 1922’de Bursa’nın kurtuluşu sırasında 14 askerimizin şehid olmasıdır.
Bursa’nın işgali Millî Mücadele tarihinde ciddi bir kırılmaya yol açmıştır. Bu kırılmayı şiddetlendiren, Venizelos’un oğlu binbaşı Sofokles Venizelos’un Osman Gazi’nin kabrine dayanarak çektirdiği işgal hatırası fotoğraftır. Venizelos’un Osman Gazi’nin sandukasını tekmelediği, “kalk da torunlarını” veya “vatanını kurtar dediği” de iddia edilmektedir. Bursa’nın işgali Ankara’da büyük yankılar yapmış, Meclis kürsüsüne yas işareti olarak siyah örtü konulmuştur. Mehmed Âkif de Bursa işgalinin üzüntüsüyle o meşhur Bülbül şiirini yazmıştır.
Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım
Mısralarıyla başlıyan şiirde,
Çökük bir kubbe kalsın mâbedinden Yıldırım Han’ın
Şenaatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın
Mısralarıyla bu olaya işaret eder. Fakat Âkif, bu çirkin hareketi Osman Gazi’nin kabrine değil, oğlu Orhan Gazi’nin kabrine yapılmış olarak zikreder. Zaten şiirle ilgili notta, Bursa işgali hakkında tahkiki mümkün olmayan haberler alındığı belirtilir.
İşgal böyle bir resimle hafızalara kazındıktan sonra, kurutuluşun nasıl resmedildiğine de bakılmalıdır. Kurtuluştan Sonra Osman Gazi’nin türbesinin bulunduğu mahallin yol kenarına şehidleri yâd etmek için bir âbide dikilmiştir. Şehidler Karagöz köprüsü civarında verildiği halde neden burada dikilmiştir? Bu âbidenin metninde şehrin kurutuluşu ile ilgili olarak düşmandan, Yunan’dan bahsedilmemiş, eski Osmanlı devleti yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yazılmıştır.
“Burada yatan askerlerin şehit düştükleri muharebe öyle muazzam bir zaferle nihayet bulmuştur ki, neticesinde Bursa ikinci defa fethedilmiş ve kadim (eski) Osmanlı hükümeti nihayet bularak yerine Hükümet-i Cumhuriyetimiz teessüs etmiştir (kurulmuştur). Bu şehidler bu eserlerin âbide-i mefharetidir (öğünme anıtıdır).”
Osmanlı Devleti’nin iki kurucusunun kabrinin bulunduğu bir mevkiye böyle bir münasebetsiz abide dikilmesi on yıllar boyunca vicdanları kanatmış ve nihayet, 2013 yılında bu sakilliğe son verilmiş, âbide buradan kaldırılmıştır.
Bursa’da şehadeti konuşurken, hiçbir vicdan Osmanlı devrinin kurucu ve her biri “gazi” olarak anılan beylerini, padişahlarını töhmet altında bırakacak sözler düzmek hangi izanla izah edilebilir?
Bu sakilliği izah sadedinde 1932 yılında Anadolu’ya Yunan askerlerinin çıkarılmasının esas mes’ulü, başbakan Elefterios Venizelos Yunanistan Meclisinde bir konuşması dikkat çekicidir. Oğul Venizelos’un Osmangazi türbesindeki pozundan 10 yıl sonra babası der ki, “biz Anadolu’da yenildik, fakat asıl hedef Osmanlı Devleti’nin yıkılması idi, işte bunda muvaffak olduk!”
İlk dört Osmanlı hükümdarı: Osman, Orhan, Murad ve Bayezid… Biri kurucu, ikincisi Rumeli’nin fethini başlatan oğlu ve nihayet Balkanlarda Bursa’dan bin küsur kilometre ötede Kosova’da şehid olan torun Murad Hüdavendigâr ve onun oğlu Anadolu’daki sınırlarımızı çizen bahtsız Yıldırım Bayezid!
Bu topraklardaki devletimizin gerçek kurucuları bunlardır.
Hüdavendigâr’da, Şah- ı Şehid’in huzurunda zihnime üşüşen bunlardı…
Kosovalı şair Altay Suroy’a şölen özel ödülü Konya’da takdim edildi (Musa Kâzım Arıcan, Altay Suroy, Ahmet Sorgun, D. Mehmet Doğan)
[1] Manyetik.
[2] Abdülaziz Bekkine Efendi, 2 Kasım 1952’de vefat eder, 22 Kasım 1952'de Malatya'da zamanın ünlü gazetecilerinden Ahmet Emin Yalman’a hâlâ mahiyeti meçhul olan suikast düzenlenir. Bu hadiseden sonra dindarları yıldırmak için operasyonlar yapılır, necip Fazıl, Osman Yüksel tutuklanır, milliyetçiler cemiyeti kapatılır.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.