D. Mehmet Doğan: “Language reform”un Türkçesi ne?
Bu kolay bir soru; Türkiye’de artık İngilizce bilenlerin sayısı azımsanamayacak miktarda ve sürekli artıyor. Nitekim, hemen “Dil reformu” cevabını yapıştıranlar çıkmıştır.
Dil reformu, yani dil ıslahı, ıslahatı… (“Dil devrimi”nin hızlı zamanlarında “ıslahat” yerine “yeğritim, arıtım” karşılıkları bulunmuştu!)
Peki Türkiye’de bir “dil reformu”ndan söz edilebilir mi? 19. Yüzyılın sonlarında başlayan türkçenin sadeleşmesi yönündeki gelişmeler böyle adlandırılabilir. Batının ilmiyle, edebiyatıyla, tekniği ile karşılaşmış olan Osmanlılar türkçe ifade imkânlarını bir medeniyet perspektifi gözeterek bu karşılaşmaya göre tanzim etme çabası içine girmişlerdir. Yeni yayın mecraları, hayli külfetli hale gelen Osmanlı yazı dilini sadeleştirme ihtiyacını doğurmuştur. Dil kendi imkânları içinde bir reform geçirmeye başlamıştır. Dönemin büyük yazarları, şairleri sadeleşmeyi eserlerine yansıtarak edebiyatımıza şaheserler kazandırmışlardır. (Dilimizin son şaheserleri son Osmanlı ve ilk Cumhuriyet neslinin eseridir. Ondan sonra onların kıratında büyük eserler ortaya konulamamıştır.)
Fakat kastedilen bu mudur?
Mesela 21. Yüzyılın başında ölen (2008) meşhur İngiliz Türkolog Geoffrey Lewis’in kitabı Turkish language reform: A catastrophic success, Türkçeye hangi başlıkla çevrilmiştir? “Trajik Başarı: Türk Dil Reformu.” Peki Lewis bu kitapta neden bahsetmektedir? Bizim tabirimizle, “Türk Dil Devrimi”nden!
“Dil devrimi”… Böyle bir kavramın hiçbir dilde karşılığı yok! Çünkü hiçbir dil devrime maruz bırakılmamıştır!
“Dil devrimi”nin İngilizce tercümesi ne olabilir? Yine büyük çoğunluk İngilizce bilgisine güvenerek “Turkish Language Revulation” diyecektir.
Türkçede kullanılan ihtilal, inkılâp, devrim (hatta bir aralar “dönüşüm”) kelimelerinin batı dillerindeki karşılığı “revulation”dur. Kavram onların, adı tek. Bizde neden çok adlı? Kafa karışıklığı, dil istikrarsızlığı!
Geoffrey Lewis’in ingilizcesinde mi bir problem var, yoksa türkçesi mi kıt? İkisi de değil. “Revulation”u böyle bir konuda kullanmayı doğru bulmuyor. Çünkü dilde “revulation” olmaz! Yani Türkiye’deki resmî adlandırmaya nanik yapıyor!
Hızla yayılan bir hastalık: Türkçe afazisi!
Son bir yıldır, üniversite dilcilerinin “akademik” makalelerini okumaya merak sardım. Bir süre sonra bunun çok sıkıntılı, külfetli ve hatta eziyetli bir merak olduğunu anladım. Çoğu zaman eziyet oluyor, bazen azaba çevriliyor, hatta işkenceye varıyor.
Sonunda şu kanaate vardım: Bu makalelerin çoğu okunmak veya anlaşılmak için yazılmıyor! Âdet yerini bulsun, makale yayınlansın, puanlar toplansın, ünvanlar alınsın. Eğer bu “ilim”se, ilim çok dar bir alanda dolaşıyor. Yazanı kadar okuyanı var, hatta vazife icabı okuması gerekenler bile ya hiç okumuyor ya da anlamak kastıyla okumuyor. Bunlar benim tereddütlerim, hatta şüphelerim.
“Günümüzde türkçe kaybının en çok hissedildiği kesim hangisi?” sorusunun cevabı “dilciler” olabilir. Bunlar dilin sürekliliği diye bir esas yokmuş gibi davranıyorlar. Kelimeleri istedikleri gibi eğip büküyorlar, dilin yerleşik kaidelerini yok sayıyorlar, keyiflerine göre kelime uyduruyorlar. Dil tarih içinde meydana gelmiş bir varlık olarak milletin değil, onların malı sanki.
Türkiye’de akademinin hâli malûm. Gençlerin yanlış yönlendirilmeleri yüksek öğretime talebi artırdı. Bu talebin karşılanması siyasetin mühim meseleleri arasında yer aldı. Memleketin bütün illerinde üniversiteler açıldı. Hem yükselen talebi karşılamak hem de şehir nüfuslarını yerinde tutmak, ekonomilerini canlandırmak için taşra üniversiteleri bir araç olarak görüldü. Şehir nüfusuna yakın öğreniciye sahip taşra üniversiteleri ortaya çıktı.
Öğretim üyesi yetiştirme konusu köklü bir sisteme bağlanamadı, yeni üniversitelerin ihtiyacını karşılamak için kolaylaştırıcı yollar tercih edildi. “Performans kriterleri” ortaya atıldı. “Başarı” ölçmenin adı, “performans” değerlendirmesi oldu!
İngilizce öğretim türkçe öğretimi taşralaştırıyor!
Türkiye’de iki tip yüksek öğretim var: Biri türkçe öğretim, ikincisi yabancı dille (ekseriya ingilizce) öğretim. Yabancı dille öğretime ısrarlı yöneliş, türkçe öğretimi taşralaştırdı, yabancı dille öğretim merkeze alındı. Türkçe öğretim yapan birçok fakülte, bölüm, yabancı dille öğretime geçme yarışına girdi. Bu konuda en ilgi çekici örnek, Ankara’da Dil ve Tarih Fakültesi’nde Felsefe bölümünün ingilizce öğretime geçmesi. Malûm olduğu üzere, DTCF türkçe iddiasıyla kurulmuş bir “fakülte” idi.
YÖK yabancı dille öğretim için başlangıçta karma uygulamaya cevaz verirken, türkçe öğretim yanında belli yüzdelerde yabancı dilli öğretimin yolunu kapattı. Böylece türkçe için iki dilliliğe bile razı olunmuşken, asıl hedefin yabancı dil olduğu ortaya konuldu.
Türkçeyi “devrim” parantezine almak
Dilci akademisyenlerin metinlerini okurken bildik ezberlerin devreye girmesi ilk cümleden başlar. Türkçeyi “devrim” parantezine aldığınız andan itibaren artık köklü türkçe ve onun dünyasının, edebiyatının hatta, düşüncesinin, ilminin dışına çıkıyorsunuz demektir.
Bu binlerce yıllık birikimin inkârı mânasına gelir ve türkçenin edebiyat dili, fikir dili, ilim dili olma iddiasını geri plana düşürür.
Şahıslarla bir meselemiz olmadığından örneklerimizi isim zikretmeden vereceğiz. Nihayetinde bunlar piyasanın kabulleri üzerine yazılarını kaleme alıyorlar. Evet böyle bir “akademik piyasa” var ve bu piyasaya göre “üretim” yapılıyor.
İşte bir örnek, “Türk Dili Devrimiyle Birlikte Türkçenin Kazanımları” başlıklı yazı.
Daha baştan, bu başlığın güzel, hatta olağan-tabiî türkçe bir ifade olmadığını belirtmek zorundayız.
“Türk dil devrimi” yaygın adlandırması yerine “Türk dili devrimi” denilmesinin sebebi ne olabilir? Ki bu devrimle birlikte “Türkçenin kazanımları” olduğu iddia edilmektedir. Burada ikinci belirsizlik “kazanım” kelimesi ile ortaya çıkmaktadır. “Kazanım” için TDK Sözlüğü “kazanmak fiili” ve “avantaj” karşılıklarını vermektedir. Kazanmak fiili sonucunda ortaya çıkan “kazanç”tır. Yani Türkçenin kazançları mı denilmek istenmektedir? Yoksa avantajları mı? “Birlikte” zarfı burada ne maksatla kullanılmıştır? Hem de “ile birlikte”!
Söz neden söylenir? Yazı neden yazılır? Mâna-anlam esastır. “Ben ne demek istiyorum”, sorusunu cevaplamadan yazmaya girişmek, güzel bir başlangıç değildir. Yazı bittikten sonra da en basit ifadesiyle “bilmem anlatabildim mi?” sorusunu cevaplamak şarttır.
Yazının bütününde “dil devrimi” miti ağırlık taşımakta ve ona göre kesilip biçilmektedir. Burada temel kaziye (önerme) “devrim iyidir, dil devrimi de mükemmeldir” şeklinde okunmaktadır.
Bu bozuk cümleyi türkçe ifade etmek maksadıyla daha fazla zahmete girmemek için ingilizcesine bakmak yolu seçilebilir. Malûm, ingilizce bizim için kaideleri olan ve bu kaideler üzerinde oynamamıza müsaade edilmeyen bir dildir.
İşte makalenin İngilizce başlığı: “Turkish’s Recovery With Turkish Language Reform.”
Beyler, efendiler, hatta gerekirse “baylar”!
Makalenin ingilizce ismi bu ise, türkçesinde neden “reform” değil de “devrim” deniliyor? Yoksa bu iki kelime arasında bir fark görülmüyor mu?
“Recovery”nin türkçe karşılığı “kazanım” mıdır?
Re- ön eki, tekrar anlamı taşır. Mesela re-organizasyon tekrar organize etme, yeniden düzenleme demek. Re-covery de “geri alma, kurtarma, istirdat, iyileşme, düzelme” demek. Bunların hangisi “kazanım”a karşılık gelir?
İngilizce bilenler arttıkça, türkçe bilenlerin sayısında azalma olması şaşırtıcı değil.
“Turkish’s Recovery With Turkish Language Reform.” Bu cümleyi internetteki tercüme programları şöyle çeviriyor: “Türk dil reformu ile Türkçenin kurtarılması.”
Birlikte kelimesinin karşılığı “with” olabilir mi? Olabilir belki. “Birlikte”nin “ile” bağlacıyla anlam alanı kesişiyor. Fakat birlikte cümle içinde “ile”den farklı bir yere sahip. Bu başlıkta “ile” de yer alıyor. Onun İngilizcesi ne?
Başlığın türkçesi kelime değişiklikleri ile “Türk dil reformu ile Türkçenin iyileşmesi” yahut “düzelmesi” olabilir.
Dil devrimi neyi iyileştirdi, neyi düzeltti? (Düzeltmediyse de düzledi!)
Bu binlerce yıllık türkçeye bühtandır!
Makalenin “öz”ünü yazarlarının kaleminden okuyalım:
“Tarih içerisinde Türk milleti, ilk yazılı kaynağı olan Orhun Abideleri'nden başlayarak kendi dilinin ürünlerini vermeye başlamıştır.
Türkçe, tarihsel gelişimi bakımından siyasi ve coğrafi kültürlerden etkilenerek gelişimini sürdürmüştür. Türk devletlerinin başka milletlerle olan ilişkisi neticesinde başta Çince olmak üzere, Hintce, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce gibi birçok dilden etkilenmiştir. Bu dillerden doğal olarak birçok kelimeyi de sözcük haznesine katmıştır. Karahanlılar devletiyle başlayan ve Osmanlı Devleti'nin yıkılışına giden süreçte dilimizde Arapça ve Farsça'nın geniş hakimiyeti göze çarpar. Tanzimat ile beraber de Fransızcanın etkisi görülmeye başlar. Bunun sonucunda da halk ile aydınlar arasında bir kopukluk baş gösterir. Bunun önüne geçmek için ise ilk tecrübeler belirgin olarak Milli Edebiyat ile başlar.
Cumhuriyetin ilânından sonra sosyal ve siyasî hayatta başlatılan ve hızla ilerleyen yenileşme süreci içerisinde gerçekleştirilen en önemli inkılaplardan biri şüphesiz Dil Devrimi'dir. Bu inkılap bizzat M. Kemal ATATÜRK'ün önderliğinde gerçekleştirilmiş ve onun tarafından takip edilmiştir. Dilimizde gerçekleştirilen bu yenileşme ve sadeleşme hareketi, tıpkı bunun gibi kutsal bir amaç doğrultusunda başlatılan harf inkılabı ve diğer ıstılahlarla birlikte uygulamaya konulmuş ve beklenilen düzeyde sonuçlar elde edilmiştir. Bu yenilik sayesinde Sinop'tan Hatay'a, Iğdır'dan Konya ve İstanbul'a, Anadolu'nun her köşesinde yaşayan Türk insanı, birtakım ağız farlılıkları dahilinde, birbirlerini eksiksiz ve açık bir şekilde anlama ve kendilerini ifade edebilme imkanına kavuşmuştur.
Bu “öz” zihnimize birçok sorunun üşüşmesine yol açıyor.
İlk soru: Orhun Abidelerinden önce başka dillerin ürünlerini mi veriyorduk?
Siyasî kültür nedir? Coğrafî kültür nedir? Bunlardan nasıl etkilenilir? Gelişme bu etkilerle nasıl sürdürülür?
Yazı değil, basmakalıp indî hükümler meşheri:
“Karahanlılar devletiyle başlayan ve Osmanlı Devleti'nin yıkılışına giden süreçte dilimizde Arapça ve Farsça'nın geniş hakimiyeti göze çarpar. Tanzimat ile beraber de Fransızcanın etkisi görülmeye başlar. Bunun sonucunda da halk ile aydınlar arasında bir kopukluk baş gösterir. Bunun önüne geçmek için ise ilk tecrübeler belirgin olarak Milli Edebiyat ile başlar.”
Bu ifadeleri akademik bir metne nasıl yakıştırabiliriz? Orta mektep inkılâp tarihi derslerinden zihinde kalanlarla ilmî bir yazı kaleme alınabilir mi?
Burada devlet dilin faili, öznesi, yapıcısı olarak gösteriliyor. Fakat ne “Karahanlı Devleti” ve ne de “Osmanlı Devleti”, dile müdahaleyi kurumlaştırmıştır. Bu devletlerin dile müdahale eden bir mekanizması yoktur. Yani devletin dile müdahalesi sözkonusu değildir. Dilin gelişme seyrinde onu kullananların, yazarların, şairlerin, ilim ve fikir adamlarının rolü vardır.
Doğru bilgi olmadan, doğru hüküm verilemez. Halk ile aydınlar arasında kopukluk ne zaman başladı? Yûnus Emre’nin dili halktan kopuk muydu? Fuzulî’nin halktan kopuk bir şair olduğunu neye dayanarak iddia edebiliriz? Fuzulî, bugünün kriterleri ile “aydın” sayılabilir mi? Onun ârifliğinden, bilgeliğinden şüphe yok. Fakat bugünün anlayışına göre tahsili bu tarife uymaz, eğer yönetici kesimde yer alması bir ölçü ise, böyle bir şey de yoktur. Fuzulî Osmanlı taşrasından bir şairdir, devletten himmet bekleyen halktan biridir.
Hadi merkezden, İstanbul’dan bir şair alalım: Zatî. Tahsili yok. Baba mesleği çizmecilikle uğraşmış. Müneccimzâde’den geçimini sağlayacağı remilcilik öğrenmiş. İstanbul’da remilcilik yapar, yanına gelip giden genç şairlerle ilgilenirmiş. Onun Bayezit Camii avlusundaki remilci dükkânına en sık uğrayanlar arasında sonradan sultanüşşuara olarak yüceltilecek medrese talebesi Bâkî de vardır. Bâkî, yüksek medrese tahsili yapmış, Osmanlı ilmiye sınıfında şeyhülislamlık hariç en yüksek mertebelere yükselmiştir. Bu onun, okur yazarlığı meşkuk Zatî’nin talebesi olmasının önüne geçmemiştir.
Yine de Zatî, iyi kötü mürekkep yalamış bir şair. Ya ümmî divan şairlerini nereye koyacağız?[1] “Ümmî” de neyin nesi diyenler çıkabilir. Açıkça okur yazarlığı olmayan demek. Bugünün anlayışı ile düpedüz câhil! Âşık Çelebi Meşairü’ş-şuara isimli meşhur tezkiresinde ümmî şair Enverî için “Elifi doğru mu yazılır, eğri mi yazılır bilmezdi. Kalem gibi karnını yarsan kara elif çıkmaz idi” diyor. Bu düpedüz “kara câhil” demek!
İşte bu “kara câhil”in, mesleği mürekkepçilik ve iğnecilik. Divanı olduğuna göre, ona divan şairi diyeceğiz! Şiirleri de hatırı sayılır bir şair olduğun gösteriyor. Onun bir gazelini 18. Yüzyılın büyük bestekârlarından Hacı Sadullah Ağa bestelemiş:
Nideyim sahn-ı çemen seyrini cânanım yok
Bir yanımca salınır serv-i hırâmanım yok.
Ümmî Divan Şairleri kitabında konu şöyle ele alınıyor:
“Bu soruya doğru cevap bulabilmek için önce zihnimizdeki ‘halk’ ve ‘halk olmayanlar’ şeklindeki yanlış tasnifi bir yana bırakmak lâzımdır. Osmanlı toplumunda, dokusunu dinî tasavvufî kültürün beslediği oldukça mütecanis bir yapı mevcuttu. Cami, tekke, medrese, köy odası ve kahvehanelerde okunan muayyen eserler bu yapıyı oluşturmaktaydı. Başta İstanbul olmak üzere belli merkezlerde yoğunlaşan kültür faaliyetleri, suya atılan taşın halkaları gibi yayılarak safha safha halka intikal ediyordu. 16. Yüzyıla gelindiğinde bu süreç iyice hızlanmış, okuyucunun zevki ve kültür seviyesi de bir hayli yükselmiştir. İmparatorluk coğrafyasında yaşanan bu yoğun ve yaygın kültür hayatının sonucu olarak şuara tezkirelerinde esnaf tabakasından şairler, cihan padişahlarıyla yan yana durur oldular. Bunlar arasında sözünü ettiğimiz ümmî divan şairleri de vardı.” (sf. 37)
Büyük mütefekkirimiz Erol Güngör, Osmanlı toplumundaki müşterek kültür zeminini şöyle tasvir ediyor: “(Osmanlı cemiyetinde) Tahsil ve tecrübe sonunda idareci münevver tabakasına geçen insanları halktan ayırd eden hususiyet, bilgi ve kabiliyet farkıdır; üst tabakayı meydana getirenler, padişah da dâhil olmak üzere, bir ve aynı kültürün en ince işlenmiş tarafını temsil ederler. Dünyaya, tarihe, kendi kültürlerine ve yabancı kültürlere karşı tavırları halkın tavrından pek farklı değildir. Halkın hocaları ile yüksek tahsil gören gençlerin hocaları aynı kimselerdir; Süleymaniye medresesinde ders okutan bir müderris (profesör) aynı zamanda Süleymaniye camiinde halka vaaz eder, yine aynı insan sarayda şehzadelerin eğitimi ile meşgul olur.” (Türk Kültürü ve Milliyetçilik).
Halktan uzak olduğu iddia edilen “divan şiiri” öylesine yaygın bir kültür unsuru haline gelmiştir ki, değil medrese tahsili, tahsilsiz okuryazarları da kuşatmış, hatta onları da aşarak okur yazarlığı olmayanların, yani ümmilerin de zihin dünyasında yer edinmiştir. Böylece okur yazar olmayanlar dahi bu şiir iklimi içinde yer almış ve hafızalarının terkibi ile bu şiir geleneğinin bir parçası haline gelmişlerdir.
Halk aydın kopukluğu: Tanzimat
Osmanlı döneminde halk aydın kopukluğunun Tanzimat’la başladığını iddia etsek, daha doğru bir hüküm vermiş oluruz. Çünkü müşterek kültür zemininden “aydınlar” ancak bu dönemde uzaklaşmaya başlamıştır.
Bu halk Yûnus’u da, Fuzulî’yi de tekkesinde terennüm etti. Osmanlı şiiri bir üst kültür şiiri olmakla beraber, halka nüfuz etti. Taşrada dahi esnaftan insanların, hatta okur yazarlığı olmayanların, divan ezberleri vardı.
Millî edebiyatla halk-aydın ayrılığının önüne geçmek için harekete geçildi ise, yüzyıldan fazla süre geçmiş olmasına rağmen bu ayrılık neden büyüdü?
Asıl soru: Bu nevzuhur dilcilerin makalelerini bugün halkın anlaması mümkün müdür?
Geldik işin esasına: halk, aydın, şu, bu lâfın gelişi. Bütün bunlar meğer “kutsal bir amaç uğruna” yapılıyormuş:
“Cumhuriyetin ilânından sonra sosyal ve siyasî hayatta başlatılan ve hızla ilerleyen yenileşme süreci içerisinde gerçekleştirilen en önemli inkılaplardan biri şüphesiz Dil Devrimi'dir. Bu inkılap bizzat M. Kemal ATATÜRK'ün önderliğinde gerçekleştirilmiş ve onun tarafından takip edilmiştir. Dilimizde gerçekleştirilen bu yenileşme ve sadeleşme hareketi, tıpkı bunun gibi kutsal bir amaç doğrultusunda başlatılan harf inkılabı ve diğer ıstılahlarla birlikte uygulamaya konulmuş ve beklenilen düzeyde sonuçlar elde edilmiştir. Bu yenilik sayesinde Sinop'tan Hatay'a, Iğdır'dan Konya ve İstanbul'a, Anadolu'nun her köşesinde yaşayan Türk insanı, birtakım ağız farlılıkları dahilinde, birbirlerini eksiksiz ve açık bir şekilde anlama ve kendilerini ifade edebilme imkanına kavuşmuştur.”
Bilgi yanlışları, dil hataları, mantıktan yoksunluk… İşte bu kısa metin ancak böyle tarif edilebilir.
Kutsal/kudsiyet, dinin alanındadır, ilmin değil. İlmin eğer kutsal bir amacı varsa, bu ilmin ölçüleri ile gerçekleştirilir. İlmin kendisi de kutsal değildir. İlimde akıl ve mantık esastır. Arada “ıstılahlar” kelimesi geçiyor. Bu kelimenin “ıslahlar” olmasını temenni ediyoruz. Yoksa “ıslah” ile “ıstılah”ın mânası bilinmeden karıştırılmış olma ihtimali çok kuvvetlidir.
Bu uygulamalardan “beklenilen düzeyde” sonuçlar elde edilmiş.
Beklenilen düzey nedir ki? Bunu nereden biliyorsunuz? Dil devriminin seyri iyi bilinirse, beklenenin ne ölçüde gerçekleştiği de bilinir ve metinde adı kapital harflerle yazılarak bir nevi kutsallık verilmek istenen Atatürk’ün bir süre sonra nasıl “dilde devrim olmaz(mış)” dediği de bilinir.
Bu “yenilik” midir, “devrim” mi? Burada yenilik kelimesi seçilmiş. Bu yenilik sayesinde Sinop’tan Hatay’a, Iğdır’dan Konya ve İstanbul’a, Anadolu’nun her köşesinde yaşıyan Türk insanı birbirlerini eksiksiz ve açık bir şekilde anlama ve kendini ifade edebilme imkânına kavuşmuş! Müjdeler olsun!
Yani daha önce, Türkiye’de insanlar birbirlerini anlayamıyorlar mıymış?
“Mantık sefaleti” diye buna denir! Hadi Sinop’tan Hatay’a kısmını anladık. Kuzeyden güneye yer belirten bir tarif bu. Ya “Iğdır’dan Konya’ya, oradan İstanbul’a”yı nereye koyacağız? Eğer doğu batı doğrultusu sözkonusu ise, Iğdır’dan-Edirne’ye olurdu! Yine olmazdı, çünkü dil devrimi yıllarında Iğdır diye bir vilayet yoktu!
Bu cahilane iddiayı 1. Dil Kurultayı’nda konuşan dil devriminin kadrolu elemanlarından Saim Ali Dilemre şu cümleleri ile 90 yıl önce nasıl çürütüyor bakın:
“Bizim memleketimizin bünyesi şudur: Anadolu’da 10-12 şive vardır. Bunların hepsi biribirini anlar. Fransa gibi değildir. Bir Vanlı sıkıntı çekmeden İzmir’de konuşur Kastamonulu bir Türk Adana’da ifade-i meram eder (meramını anlatır). Ve bugün hangi Fransız âlimine sorsanız biz hepimiz Frankofonuz (Lejiyon etranjer bile Frankofondur) ve Fransızca konuşuyoruz derler. Fransızca konuşuyorlar fakat yine burada bilgili arkadaşlarımca malûmdur ki Fransa’nın şimalinde dört, beş türlü dil konuşurlar. Armorik, Valon, Flaman, Arden, sonra Şarkta Akitanya dilleri, Katalan, Bask dilleri vardır. Bundan sonra Dofine, Savuva, Langedok gibi hepsi 8, 9 türlü dil konuşulur ve bunlar biribirlerinin konuştuklarını hiç anlamazlar.”
Bu yazıyı kaleme alan genç akademisyenlere söyleyeceklerimiz olabilir. Onu bir kenara koyalım. Asıl onların hocalarına sözümüz: Bu yazıyı içinizden biri okudu mu? Okuduysa, bu dili çözük, mantığı bozuk yazının yayınlanmasına nasıl cevaz verdiniz?
Bu bir lise ev ödevi olsa idi, en başta dil ve mantık hataları yüzünden düşük not alırdı. Burada ne olmuş? Hocaların uygun bulması ile yayınlanmış ve bu gençler türkçe öğretmek üzere yetkilendirilmiş.
Türkçenin geleceği için neden karamsar olmak zorundayız?
Cevabını siz verin.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.