Edebiyat-Siyaset ilişkisi üzerine
Hece Dergisi yayın yönetmeni Hüseyin Su ile yakın tarihimizde edebiyat-siyaset ilişkisini konuştuk. Batılılaşma tarihimizde edebiyatın nasıl bir izlek...
Hece Dergisi yayın yönetmeni Hüseyin Su ile yakın tarihimizde edebiyat-siyaset ilişkisini konuştuk. Batılılaşma tarihimizde edebiyatın nasıl bir izlek olabileceğine ve İslamcılık özelinde siyasi yönelimlerin edebiyatla ne türden bir ilişki kurduğuna dair söyledikleriyle Hüseyin Su edebi ve siyasi tarihimize ışık tuttu.
Öncelikle hem siyasî alanı hem edebî alanı yoklayan bir soruyla başlamak istiyorum. Batılılaşma tarihimize edebi ürünler üzerinden bakarsak hangi siyasi yönelimlerle karşılaşırız?
Türkiye'nin Batılılaşma tarihinin Türk edebiyatı üzerinden okunması ve değerlendirilmesi hiç de yanıltıcı sonuçlar vermeyecektir kanaatindeyim. Hatta nerede ve nasıl düştüğümüzü görmemiz açısından daha doğru bir okuma olacaktır. Bu öneri, elbette Batılılaşma serüvenimizin tek nedene indirgenmesi anlamına gelmemeli. Ordu, eğitim ve devlet kurumlarındaki Batılılaşma programları ve çabaları, sanat ve edebiyat ürünleri kanalıyla evlere, yani Türk toplumunun mahremine ve halkın hayatına âdeta enjekte edilmiştir. Tanzimat edebiyatı ve onu izleyen süreçte Batıdan yapılan çeviri eserlere, uyarlamalara ve bunların uzantısı şeklindeki telif eserlere (ki bunların da hemen hepsi birer uyarlamadan ibarettir ve içlerinde çok az özgün ve gerçekten telif sayılabilecek eserler vardır) bakıldığında, bunların hemen hepsinin de Batılı hayatı, geri kalmış Osmanlı ülkesinin geri kalmış halkına taşımak ve ilerlemelerini sağlamak amacıyla gerçekleştirildiği görülür. Düşünce, sanat, edebiyat, kültür ve siyaset... alanlarının hemen hepsinde de sorunların kavranışı, ele alınışı ve çözümler aranışındaki yöntemler genel olarak el yordamıyla, öykünmeci ve 'Batıdan neler alınabilir' mülahazasıyla yapılan çabalamalardan ibarettir. Bu süreçte sorunu temelden kavrayan ve asıl bağlamında da çözüm arayan düşünce parıltıları çok azdır. En doğru düşünen insanların bile yerlerini belirlemede, tavır almada ve seçimlerini yapmada önemli açmazlara düştüklerini görürüz.
Buradan Batılılaşma tarihimize edebiyat izleğinde bakmanın isabetli olduğunu anlıyoruz. Peki, bütün yönelimler meseleye aynı şekilde mi yaklaşmıştır?
Kabaca ifade edilen İslamcı, Batıcı, Milliyetçi düşünce çizgilerinin hepsinin de aslında 'Nasıl Batılaşabiliriz?' sorusuna cevap aradıklarını, düşünsel çizgilerinin zaman zaman ayrışmakla birlikte çoğu yerde de birbirleriyle kesiştiğini görürüz. Aralarındaki farkın çoğu da ayrıntılardadır. Tanzimattan Cumhuriyete kadar yaşanan yetmiş seksen yıllık 'ara dönem'deki düşünce, kültür, sanat ve edebiyat arayışlarının ve önerilerinin genel özelliği bundan ibarettir. Örneğin Namık Kemal, Muallim Naci ve Said Halim Paşa'nın düşüncelerindeki İslamî dokunun, 'din düşüncesi' bağlamında ne denli net olduğunu, (arayışlarındaki çabalarını ve niyetlerindeki samimiyetlerini ayrı tutarak değerlendirdiğimizde) İslamî düşünüşleriyle Batılılaşma mülahazaları arasında çok temel ve isabetli ayrımlar yapabildiklerini söylemek zordur. Yirminci yüzyılın başlarında da durum pek farklı değildir. Yine Ömer Seyfettin'in Milliyetçiliği, Batıcılığı ve İslamcılığı da belirgin çizgilerle birbirinden ayrılabilecek özellikler göstermez. Sürekli sınır ihlalleri yaptığını görürüz. 1923'lü yıllara kadar geçen dönemi özetleyen sloganı biliyoruz: Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim! Düşünürler, edebiyatçılar, sanatçılar ve siyasetçiler, hangi düşünsel çizgiden olursa olsun genellikle bu sloganın etrafında dolaşırlar; onların zaman zaman yan yana, zaman zaman da karşı karşıya geldiklerini görürüz.
SAĞ VE SOL BATILILAŞMANIN İKİ AYRI YÖNTEMİNİN YARIŞIDIR
Saf tutmalar, Cumhuriyetten sonra, sis dağılıp ortalık aydınlanmaya başladıktan sonra başlar. Böylece Âkif'le, Necip Fazıl'la, Topçu'yla 1950'li yıllara kadar gelinir. Bunun dışında 'sağ-milliyetçi-muhafazakâr-Batıcı' yelpazeyle 'sol (sosyalist)-ulusalcı-Batıcı' yelpazenin atbaşı ilerlediğini görürüz. Batıcılığın iki ayrı yorumu ve Batılılaşmanın iki ayrı yönteminin yarışı olarak da görülebilir bu iki çizgi. 1950'li yıllardan sonra İslam düşüncesi ikliminde oluşan edebiyat ortamlarındaysa koplekslerinden arınmış, dili, duyarlıkları, geçmişe ve geleceğe dönük değerlendirme ve arayışları, önerileri itibariyle toprağının ve tarihinin dokularına, kodlarına daha yakın duran sanat ve edebiyat ürünlerinin varlığını ve aynı zamanda belirleyici etkisini görürüz. Elbette bu çizginin de kendi içinde tartışılabilecek birçok sorunu var. Sorunlarıyla birlikte aynı eğilimleri, yönelimleri ve arayışları kültür ve siyaset hayatımızda da görürüz.
İslamcı edebiyatçıların İslamcılık düşüncesinin doğup gelişmesine katkısı ne olmuştur?
Öncelikle 'İslamcı düşünce' ve 'İslamcı edebiyat' kavramlarının ve tanımlamalarının doğru düşünmemizi ve doğru yere ulaşmamızı sağlayabilecek kavram ve tanımlar olmadığının altını çizmek isterim. Her iki kavramın da başkalarının bizi sınırlamak amacıyla bizi tanımlamaları sonucu doğmuş olduğunu düşünüyorum: Bizi böyle tanımlıyorlar! Hatta bu kavramlarla itham ediyorlar. Sonra da bu kavramlara yükledikleri anlamlardan (inanç aidiyetimiz itibariyle o anlamları taşımasak bile) bizi sorumlu tutuyorlar. Kendilerini İslamcı kabul edenler de bu ithamların kendileriyle bir ilgisinin olup olmadığına bakmaksızın tanımlanmayı kabul ederek sahipleniyor ve savunma durumuna geçiyorlar.
İSLAMCILIK BATILILAŞMA RÜZGÂRI KARŞISINDA GELİŞTİRİLEN DÜŞÜNSEL BİR POZİSYONDUR
Peki, bu tanımlamaları kabul etmemizin ne mahzuru olabilir?
Eğer biz bu tanımlanmayı kabul edersek, bize yüklenen anlamlarla birlikte ithamları da kabul etmek durumunda kalırız. Dikkatinizi çekerim; yalnızca müslüman diye tanımlamıyorlar ve müslümanlıkla da itham etmiyorlar bir müslümanı. Bunları bilinçle ve özenle birbirinden ayırıyorlar. Bu durumda şu soruyu sormak gerektiğine inanıyorum: İslamcılık, dinimizin, inancımızın adı mı, yoksa bir düşünüş, yorumlayış ve bir algı biçimi mi? Ben, ikincisi olduğunu düşünüyorum. Bu durumda cevabım şudur: Modern, siyasal, hatta dünyevî bir düşünce, algılayış, yorumlayış ve görme biçimidir İslamcılık. Son derece siyasal manipülasyonlara ayarlı ve açık bir algılama ve görme biçimi. Dinî bir düşünüş ve algılayış değil. İslam düşüncesinin geliştirdiği bir strateji de değil İslamcılık. Batılılaşma rüzgârı karşısında geliştirilen düşünsel bir pozisyon ve dil; 'İslam düşüncesi'nin yerine ikame olunan bir düşünce biçimi. Dolayısıyla 20. yüzyıldaki sağ ve sol hareketlerin, düşüncelerin düşünsel, stratejik özelliklerinin ve zaaflarının hemen hepsini taşır bünyesinde. Bütün bunları, İslamcılık düşüncesiyle düşünmeye, konuşmaya, yazmaya ve toplumsal düzlemde mücadeleleriyle var olmaya çalışan müslümanların samimi niyet ve akidelerinden ayırarak söylüyorum elbette.
Siz hangi kavramlarla tanımlıyorsunuz?
Bağlamına vurgu yapmak, bir ayrıma dikkat çekmek ve kendi kavramsal dünyası içinde düşünebilmek amacıyla 'İslam düşüncesi' ya da 'dinî düşünce' tanımlarıyla düşünmeye ve konuşmaya çalışacağım. Çünkü 'din' perspektifiyle dünyevî bir düşünüşün, ideolojinin (İslamcılığın siyasal bir ideoloji olarak da anlaşıldığını ve benimsendiğini hatırlayalım) perspektifi, bağlamı ve içeriği itibariyle çok farklıdır. Amaçları itibariyle de öyledir. Türkiye'deki İslamcılığın siyasal-eleştirel dili ve siyasal iktidar karşısındaki kabaran iştihasına, ihtirasına, açlığına ve özellikle de bu noktaya kilitlenmişliğine bakıldığında söylemek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
'DİNÎ DÜŞÜNCE' EDEBİYAT DİLİYLE ZENGİNLEŞMİŞ, EDEBİYAT DİLİNİ ZENGİNLEŞTİRMİŞTİR
İslam düşüncesiyle edebiyat, sanat dilinin birbirine katkısına gelince... İslam düşüncesi geleneğinde, din diliyle, düşünce diliyle edebiyat ve sanat dili birbirinden ayrı çizgilerde, ayrı alanlarda gelişip seyretmez. Her zaman biri diğerinin içinde mündemiçtir; Kuran'ın ifadesiyle birbirine içirilmiştir. Her ikisinin de müslümanın var oluş ve inanç bağlamında dünyayı algılayıp anlamlandırması ve yorumlaması çabasından ibaret olduğunu, bu bilincin dışında hiçbir düşüncenin ve eylemin düşünülemeyeceğini göz ardı etmemek gerekir. Gerek Kuran'da, gerek Hadis'te, gerekse daha sonra kurumlaşan ilim ve düşünce geleneğinde 'dinî düşünce', hem edebiyat diliyle zenginleşmiş hem de edebiyat ve sanat dilini beslemiş ve zenginleştirmiştir. Dinî düşünce edebiyatı küçümsememiş, mâlâyani görmemiş, edebiyat ve sanat dili de dinî düşünceyi edebiyat iktidarı karşısında yüksünmemiş ve karşısında bir komplekse kapılmamıştır. Estetik dikkat, güzel söz, güzel yazma, hatta güzel yazı, güzel mimari vb... İslam düşünce geleneğinin temel dikkatlerinden ve özelliklerinden olmuştur her zaman. Bedi, beyan, kelam... gibi kavramlarla sistematikleştirilen söz ve edebiyat, İslam düşüncesinin en güçlü olduğu zamanlarda medrese eğitiminin hemen her dalında herkese okutulurdu. Hiçbir ilim insanı, edebiyat teorilerine ve ürünlerine yabancı değildi. Düşünsel zayıflığın başladığı süreçte, estetik körlüğün, dilsizliğin ve üslûpsuzluğun da hemen her kurumu, hatta her hayatı kapladığı görülür. Bugün de şiiriyetini yitirmiş bir din kültürü ve düşüncesiyle karşı karşıya olmanın zorluğunu ve dil ve düşünce tıkanıklığını yaşıyoruz. Edebiyat, her zaman İslam düşüncesi için bir dil ve sağlıklı düşünebilme imkanıdır.
Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat gibi dergi örneklerinde olduğu gibi edebi bir akımın siyasi bir yönelime kaynaklık etmesini edebiyat-siyaset ilişkisi açısından nasıl görüyorsunuz?
Böylesine bir edebiyat ve siyaset ilişkisinin gerçekten ve sağlıklı bir şekilde toplumsal hayatımızda hem dün hem de bugün olmasını ve işlemesini çok isterdim. Ne yazık ki böyle değil. Belki de sağlıksız bir şekilde siyasetin edebiyatı belirlediğini, hatta tanımladığını, yönlendirdiğini söylemek daha doğru olur. Hatırlayalım: Bizim edebiyatımızın dönem adlarını siyasal tarihimizin dönemleri belirler. Eski Türk Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı, Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı, Batılılaşma Dönemi Türk Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı... 1950'li yıllardan sonra ise yazarların siyasal dünya görüşleriyle belirlenen ve öyle anılan hâlâ aşılamayan edebiyat duvarları oluştu: Sağ edebiyat, Sol edebiyat ve İslamcı edebiyat!... Bunların hiçbirisi de tek başına ülkemizde oluşan 'Türk edebiyatı' başlığı altındaki birikimimizi temsil ve ifade etmeye yetmedi doğal olarak. Bu nedenle yumruklarda, pankartlarda, kartpostallarda, sloganlarda ve duvar yazılarında öne çıkan 'politik edebiyat', her zaman 'gerçek Türk edebiyat'ını geri plana itmiştir. Bu bir yakınma ve yazıklanma değil, sadece sorunuz bağlamındaki bir gerçekliğimize işarettir.
Edebiyatın siyasetten uzak durması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
"Edebiyatla siyasetin ilişkisi olmalı mı/olmamalı mı" gibi bir soruyu tartışmıyorum elbette. Her edebiyat metni (şiir, öykü, roman, deneme...) hem dili hem de içeriği itibariyle bir dünya görüşünü ve siyasetini içerir, içermesi de gerekir; her siyasal dil, söylem ve içerik de edebiyat dilini ve duyarlığını mutlaka içermelidir; her ikisi de birbirleriyle zenginleşmelidir. Bunun olup olamayacağını tartışamayız bile, çünkü böyle bir tartışma abesle iştigal olur; ancak yazarların ve siyasetçilerin bunu başarıp başaramadığını, edebiyatı siyaset, siyaseti de edebiyat için harcayıp harcamadığını tartışırız. Burada sözünü ettiğimiz siyasetin, güncel politik malzemeden ve düzeyden başka bir şey, bir dünya görüşü olduğunu ayrıca belirtmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Sorunuzdan, özellikle 1950'li yıllardan sonra, Türkiye'de siyaset yapan müslümanların, siyasal, politik hareketlerin, politik liderlerin, yine aynı zaman diliminde yayımlanan, düşünce ve edebiyat alanında bugün de hâlâ süren birer çığır açan Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat (bunlara Mavera'yı ve daha başka 'ocak' dergileri de ekleyebiliriz elbette) dergilerinin düşünsel birikimlerini esas ve kaynak aldıklarını düşündüğünüzü mü anlamalıyım?
Evet, böyle diyebiliriz...
Keşke böyle olsaydı ama gerçek hiç de böyle değil. Eğer böyle olsaydı, müslümünların elli altmış yıllık siyasal maceralarının serancamı bugün hiç de böyle olmazdı kuşkusuz. Bizde siyaset, hem ülkemize ve dünyaya tuttuğu açısı hem kekeme dili (hatta dilsizliği) hem de tarihi, bugünü ve yarını algılayışı itibariyle son derece güncele ayarlı, son derece yüzeysel, derinlikten yoksun ve popülisttir. Türk siyasetinin ve siyasal liderlerinin (inançları ne olursa olsun) hiçbir zaman birikime ihtiyacı olmamıştır. Müslüman siyasetçiler de andığınız dergilerin düşünsel, entelektüel birikimine yaslanmadılar, hatta ihtiyaç duymadıkları gibi böyle bir birikimin farkında bile olmadılar. Sadece bu düzlemde yetişmiş harcanmaya teşne kimi insanları zaman zaman harcadılar. Sözünü ettiğimiz yanlışlık elbette yalnızca tek taraflı siyasal bir körlükten kaynaklanmıyordu. Düşünsel, entelektüel birikimin öncüleri de bir tür siyasal ilgisizlik, yetmezlik, ürkeklik ve müstağnilikle mâlül oldu hep. Bizde, siyaset dünyasıyla düşünce ve entelektüel dünya arasında hemen her zaman anlaşılmaz bir kibir ve birbirini küçümseme psikolojisi egemen ve belirleyici oldu; ne yazık ki böyle oldu. Bilinç ve sorumlulukla birbirini tamamlayan, bir duvarı birlikte yükselten bir siyasal ve entelektüel, düşünsel, hatta bilimsel dayanışmaya, en azından Cumhuriyet döneminde tanık olmadık. Siyasal önderler kendi büyüklüklerinin farkına, entelektüelleri ve düşünürleri küçümseyerek; entelektüel ve düşünürlerse siyasetçilerin cahilliklerini, donanımsızlıklarını ve yüzeyselliklerini konuşurken vardılar. Herkes karşısındakinden biat istedi. Her iki taraf da kendisine biat etmeyen tarafı ve onların yaptıklarını yok saydı, görmezden geldi, muhatap bile almadı. Takdir edersiniz ki böyle bir durumda sağlıklı bir edebiyat-siyaset ilişkisinden sözedilemez; hem Türkiye genelinde hem de müslümanlar özelinde.
1970-80'li yıllarda müslüman yazarların büyük bir okur kitlesine ulaştığına şahit oluyoruz. Hem siyasi açıdan hem de edebiyatın toplumsallaşması açısından bu süreci değerlendirir misiniz?
Sözünü ettiğiniz yıllarda müslüman yazarların 'büyük bir okur kitlesine ulaştığını' söylemenin göreceli bir yargı olduğunu düşünüyorum. Türkiye'nin o yıllardaki nüfusu, hem ortaöğretim hem de üniversite bağlamında okullaşma oranı, dil ve iletişim imkanları/imkansızlıkları, yurtdışı açılımı ve yazma/yayımlama kolaylığı, yayın sayısındaki artış gibi noktalardan bakarak bir değerlendirme yaptığımızda haklı olarak bugün farklı sonuçlara ulaşmamız mümkündür. O yıllarda bir yazarı belki üç beş bin insan okuyordu (çünkü bir kitap üç beş bin adet basılırdı ve en çok bir iki yıl içinde de bu baskı biterdi, hem de kitabın arkasındaki fiatı değişmeden; 1980'li yıllardan sonra doğan okur-yazarlar için masal gibi bir şey bu elbette) ama yazar ve kitap sayısı açısından bakılınca da bugüne göre farklı bir sonuç çıkar elbette. Kanaatimce, o yıllar Türkiye'sinin yazar, okur, kitap, yayıncılık, kültür, sanat, edebiyat, düşünsel ve siyasal ortamının en belirleyici özelliği ideal ve erdem bağlamındaki bağlanmışlık, adanmışlık, değerbilirlik ve 'bana ne sağlayacak?' sorusu karşısında, okurun da yazarın da kariyeristçe ve maddî bir beklentisinin olmayışıydı; her kesimden okur-yazar için böyleydi bu. Okur da yazar da bu 'eylemi' bir tür bağlanma bilinciyle yapıyordu. Yazar için yazı, okur için de okuma eylemi, bilinç ve ruh terbiyesiydi. Kitap önce okurunu, yazı da önce yazarını terbiye ederdi; elbette, yazının tabiatı gereği de böyledir. Dergiler birer mektepti. Oralarda yazı öğrenilirdi gidip geldikçe, zaten bunun için gidilirdi; yani, yıllarca düzgün odun taşımak gibi; bir tür aidiyyet bağıyla bağlanılınırdı dergilere. Bir dergiye yalnızca 'yazı vermek' için gidildiğini hatırlamıyorum (elbette 'istisnalar kaideyi bozmaz'), bu bid'at bir zamane âdetidir; örneğin benim, Edebiyat dergisiyle hiçbir zaman yazı vermeyi düşünmeden sekiz yıl süren bir ilişkim oldu. Bir yazının ve yazarın önünde, profesyonelliği içselleştirmesi kadar tehlikeli bir açmazının olduğu düşünülemez; ne denli yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, yazının bütünüyle gücünü yitirdiği yerdir burası.
KALEMİN 'YAZ', VARLIĞIN 'KÜN' EMRİNİ ALMASI VAR OLUŞ BAĞLAMINDA BİRBİRİNE YASLI BİR EYLEMLİLİK HÂLİDİR
Edebiyatın, sanatın, kültürün, düşüncenin; en genel anlamda 'yazı'nın ve sözün amacı yalnızca 'toplumsallaşma' sözücüğünün anlamıyla sınırlandırılamaz kanaatimce. Kalemin 'yaz' emrini almasıyla varlığın 'kün' emrini almasının var oluş bağlamında birbirine yaslı bir eylemlilik hâli olduğunu düşünürüm her zaman. Profeyonelleştikçe, modern imkanlarla edebiyat, sanat, düşünce ve kültür, yani bütünüyle 'yazı' eylemi, emeksiz ve kolay yoldan öğrenilir, daha doğrusu öğrenilmeden elde edilir oldu; bir 'terbiye' yöntemi ve imkanı olmaktan çıktı; modern zamanların bid'atleriyle amel eder hâle geldi profesyonelleşen 'yazar'. Bu yazar, artık 'çalışan' birisi oldu. Düşünceyle kalem arasında bir ilikbağı, bir sorumluluk bilinci ve bağı kalmadı. Endüstriyel mülahazalarla tam kapasite üretim anlayışı yazının ve yazarın işlevini ve amacını dönüştürdü. Ortaya çıkan kitap, sorumluluğu ağır bir 'eser' olmaktan çok, üzerinde yazarın görünmesini sağlayacak bir araç olarak algılanır oldu; yani üzerine büstümüzü yerleştireceğimiz bir kaide...
Söz konusu süreçte siyaset-edebiyat-toplum ilişkisi hakkında ne söylersiniz?
Hem siyasî hem de edebî açıdan süreci ve sürecin getirdiği imkanları gereği gibi değerlendirebildiğimizi söylemek hiç de kolay olmayacak doğrusu. Edebiyat ve sanat, bütünüyle siyasal alanı ve siyasetçileri dilleri, düşünüş biçimleri, estetik algıları, siyasal kanallarla etkiledikleri toplumsal yapıyı ve kitleleri derinden, kalıcı ve sağlıklı bir biçimde yönlendirmesi, her eserle birlikte yeniden kurması gerekirdi. Siyasal alanın da aktörleriyle birlikte buna açık olması ve bizzat ihtiyaç hissetmesi gerekirdi. Andığımız nedenlerden dolayı ne yazık ki böyle olmadığı gibi tam tersi oldu; siyasal alandaki kabızlık, sanat, edebiyat ve düşünce dünyasını da belirledi. Edebiyatın toplumsallaşması kaygılarıyla yapılan her girişim de özünde hangi niyetlerle yola çıkılırsa çıkılsın, sonuçta edebiyatın ve sanatın 'tabiatını' tahrip eder bir sürece dönüştü. Bütün bunlar, soy edebiyat ve düşüncenin bütünüyle ortadan yok olduğu anlamına gelmiyor elbette.
Aynı süreçlerle birlikte modernlik algısı farklılaşıyor ve postmodernizm tartışmaları uç veriyor. Bu durumun edebiyat alanına yansımaları nasıl olmuştur?
Edebiyat dediğimiz eylem, hayatımızda, çevremizde olup bitenlerden ve diğer eylemlerimizden ayrı bir dünyada ortaya çıkmıyor takdir edersiniz ki. O kadar iç içedir ki modernizm, postmodernizm gibi evrensel anlamdaki düşünsel değişimleri bir yana bırakın, toplumsal hayatımızdaki yerel, siyasal inkıtalar bile edebiyatımızı ve düşünce dünyamızı yönelimleri ve sonuçları itibariyle çok farklı mecralara sürükleyebiliyor. Böyle olması da kaçınılmaz bir durum zaten. Düşünsel, siyasal çalkantıların yansımalarının sonuçlarını çok geç fark etsek bile, kalıcı ve derin etkisini edebiyat, sanat, kültür hayatımızda uzun süre yaşayarak görürüz. İşin tabiatı böyle olmasına karşın, Türk toplumu Tanzimattan bu yana bütün düşünsel ve siyasal değişimleri gereği gibi tanıyıp içselleştiremeden, hemen hepsini de kopyalama yöntemiyle çoğaltmış ve hiçbirisinin de künhüne vakıf olmadan yaşamıştır. Dolayısıyla hemen hepsi de yanlış ve yüzeysel olmuş, kabukta kalınmış ve söz konusu düşünsel, siyasal değişimlerin varsa imkanlarından da gereği şekilde yararlanılamamıştır. Türkiye'de batılılaşma çabaları, Batıyı tanımak; modernleşme de modernizmi tanımak ve bilmek gibi düşünsel, felsefi anlamda temel bir kazanımı bile sağlayamamıştır. Modernizm algısı bizde, sömürge mağduru, kompleksli ve zihinsel özürlü, bastığı toprağının sıcaklığını hissedemeyen, kendi kültürel dokusunu ve değerlerini horlayan bir tür züppelik ve zavallılık hâlinde zuhur etmiştir. Bu durumu, kimi kişisel çabalar bir yana, hâlâ toplumsal düzlemde hâle yola koyabilmiş değiliz.
EDEBİYAT VE DÜŞÜNCE DÜNYAMIZ, BİR TÜR GÖNÜLLÜ SÖMÜRGE ZİHNİYETİYLE MÂLÜLDÜR
Postmodernizm nasıl yansıyor buraya?
Postmodernizm ise yine felsefi zaaflarından, sorunlarından ve varsa imkânlarından habersiz bir biçimde bir tür sorumsuzluk ve kaçış gibi algılanmıştır. Postmodernizmin felsefi tartışması bir yana, en azından bizim kültür, sanat ve edebiyat dünyamızdaki algılanışına bakarsak, temel belirleyeninin bağlamsızlık ve odaksızlık olduğunu görürüz. Edebiyat ve düşünce dünyamız, bir tür gönüllü sömürge zihniyetiyle mâlüldür. Edward Said'in tanımıyla söylersek; sömürgecinin 'kültürel alanın planlanması' dikkatinin amacı bizde âdeta gönüllü kalemler ve kafalar tarafından kendiliğinden gerçekleştirilmiştir. Bütün bunları, Türk edebiyatını baştan sona yok sayan ve itham eden bir genelleme yapmak amacıyla söylemiyorum elbette. Sorunuzdaki özel vurguya bağlı olarak söylüyorum. Yoksa bu tür arızî, hatta marazî tuzakları gören yazar ve düşünürlerimizin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Bizim edebiyat, sanat ve düşünce serüvenimiz değerlendirilirken, bu yapı ve serüvenin süreç içinde hem kendisini hem de kendi bünyesine sirayet eden etkenleri onarabilecek bir tarihsel birikime, deneyime ve değerlere her zaman sahip olduğu gözardı edilmemelidir. Bu birikim, istemesek de yakamızı bırakmıyor zaten. İşte bu nedenle kimi zaman çok savrulduğunu sandığımız kimi düşünür ve yazarlarımızın bir yerde durup bastığı toprağı avuçlayarak kokladığına ve dönüp arkasına baktığına tanık oluruz. Bu nedenle boyutları ne olursa olsun hiçbir olumsuzluk ve karmaşaya bakıp da umutsuzluğa kapılmamalıyız. Edebiyatımız da düşüncemiz de kendi gönüllü sömürge sürgününden dönüyor. Bir medeniyet birikimine yaslanmanın imkanlarından birisi de bu olsa gerek.
EDEBİYAT DÜNYASININ SİYASAL DÜZLEMİ DE KUŞATAN BİR PERSPEKTİFİ YOK
Bugün gelinen noktada özellikle İslamcı siyaset açısından siyaset-edebiyat ilişkisini değerlendirir misiniz?
Daha önce 'İslamcılığı' ve bazı dergileri konuşurken kısmen sözetmiştim; İslamî düşünce ve hassasiyetle siyaset yapanlarla yine aynı düşünce ve hassasiyetle edebiyat ve sanat yapan kişiler, kurumlar ve topluluklar... arasında sağlıklı bir ilişkinin, etkileşimin, hatta sürekli işleyen bir kanalın varlığından söz etmemiz mümkün değil. Önce kendimize, yani sanat ve edebiyat dünyasının siyasal düzlemi de kuşatan bir perspektifinin olup olmadığına, böyle bir perspektifi oluşturacak kaygı, ilgi, bilgi ve birikimlerinin olup olmadığına bakalım isterseniz. Buradan bakınca görürüz ki genel olarak beslenme kanalları tıkalı, ufkunda kendisinden, yazıp çizdiklerinden başka bir şeyler yoktur çoğu edebiyatçı ve sanatçının. Dünya bilgisinden ve ilgisinden yoksun, edebiyat, sanat iktidarınca dışlanmaktan korkan, yazdıklarında kimliğine, inançlarına, siyasal dünyasına ve bütünüyle hayatına ilişkin bir renk, tat ve koku bulamayacağınız bir sanatçı ve edebiyatçı, gerek siyasal, gerekse başka toplumsal alanları nasıl etkileyebilir? Böyle bir yazarın, sanatçının ortaya koyduğu eserin bizzat kendisi etkisiz, güçsüz ve yalınkattır; zamana karşı kendisini var etme gücünden yoksundur. Politik düzlemde gördüğümüz kimi edebiyatçı ve sanatçıların, birikimleri ve kimlikleriyle bir duruş sergilediklerine hiç tanık olmadık bugüne kadar; tersine hemen hepsi de kendi donanımlarının onda birine bile sahip olmayan ama yalnızca siyasal gücü ellerinde bulunduran kişilerin etki alanının dışına çıkamadıklarını görürüz. Siyasetçiden bir lütuf, bir ihsan beklerler hep. Orada değer verdiklerinin, kendilerinin sahip olduğu değerlerin yanında bir kıymet-i harbiyesi yoktur oysa. Bir elçilik, bir kültür ateşeliği, bir milletvekilliği... için kalemlerini saklayacak yer bulamayan nice edebiyatçı ve sanatçı fotoğrafları hatırlıyoruz. Kendisi zayıf ama devlet gücüne sahip kişilere hitaben yazılan edebiyatçı ve sanatçı mektuplarını okurken yüzünüzün kızarmaması mümkün mü? Bu fotoğrafın dışındaki, sayıları çok az da olsa, edebiyatçı ve sanatçıları da saygıyla anmak gerekir elbette. Toplumsal yapının bütün damarlarına her zaman kan verenler de bu insanlar ve onların arkada bıraktıkları eserleridir. Ne yazık ki siyasetçiler de bunlardan beslendiklerinin farkında bile değiller çoğu zaman.
Edebiyatçı kendi kimliğiyle siyasette yer alamıyor mu?
İnsanı toplum nezdinde görünür kılmasından dolayı olsa gerek, siyasetin de sanat ve edebiyatın da insanın tabiatındaki doğallığı iğfal edici bir işlevi vardır. En kifayetsiz bir insan bile kendisini müstağni sanabiliyor. Hayranlıkla bakan gözün ışıltısıyla alkış sesinin ve murâi sözün okşayıcılığı karşısında, insanın tabiatının doğallığını koruyabilmesi hiç de kolay değil elbette. Türk siyasal hayatının aktörlerinin neredeyse tamamının bu tuzaklar tarafından teslim alındığını görebiliriz. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın milletvekilliği için kimler karşısında hangi durumlara düştüğüne, Necip Fazıl'ın Menderes'e yazdığı mektuplardaki psikolojik travmaya, Sabahattin Ali'nin bağışlanmak için kimlerin karşısında yerlere kapandığına ve daha nice örneklere bakarak siyasetle edebiyat arasındaki etkileşimin nasıl seyrettiği konusunda bir kanaate ulaşabiliriz. Türk siyaset mekanizmasının nasıl insanlar tarafından dizayn edildiği ve hangi evsaftaki insanlara ihtiyaç duyduğu üzerinde biraz düşünüldüğünde, sorunun nerelerde ve ne denli derin olduğu daha açık ve net olarak görülür. İşte bu gerçeklik siyasal hayatımızın asıl beliryeni olmuştur.
İslamcı siyaset için de durum böyle midir?
'İslamcı siyasetle edebiyat'ın ilişkisini, Türkiye'deki siyaset - edebiyat gerçekliğinin dışında görmediğim için ayrıca değerlendirmiyorum. Çünkü kendi siyaset ve edebiyat geleneğinin farkında değil bu çizgi; tersine ötekine bakarak bir yol ve yöntem bulmaya çalıyor her zaman. Farkında olmadığı için yenileme ve yenilenme ihtiyacı da duymuyor elbette.
Modern dünyaya bir alternatif olarak İslam düşüncesinin üretilmesinde edebiyat ortamının payı ne olabilir?
Öncelikle, söyleyeceklerimi bir edebiyatçı olarak söylemediğimin altını çizmek isterim izninizle: Genelde her tür düşüncenin, özelde de İslam düşüncesinin yeniden üretilmesinde, hatta üretilememesinde edebiyatın payı büyüktür. Çünkü düşünce, dille üretilir, dilsiz bir düşünce, düşünce değildir; düşünce olduğu muhatapları tarafından anlaşılamamıştır. Burada yalnızca 'düşünceyi dile getirmek'ten söz etmiyorum; düşünceyi kuran dilden, natıkadan, yani 'kurucu dil'den söz ediyorum. İslam düşünce geleneğinin ne denli edebiyat diline yaslandığından ve bütün imkanlarından yararlandığından yukarıda söz etmiştik. Bu gelenek inkıtaya uğrayınca İslam düşüncesi 'dilsiz' kaldı ne yazık ki. Son yüzyıl içinde üretilen İslam düşüncesine topluca baktığımızda ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Koskoca, anlı şanlı, unvan sahibi insanların ortaya koyduğu 'İslam düşüncesi' bağlamında değerlendirebileceğimiz metinlerin, hem kuruluşları hem de dile getirilişleri itibariyle düzenli bir kompozisyon kadar bile dil ve estetik açısından bir değere sahip olmadığını görürüz. Böylesine bir düşünce ve dil, modern dünyaya alternatif olmayı, dünyayı anlayıp yorumlamaktan bile aciz kalıyor. Gerek düşünce, gerek edebiyat, gerekse siyaset, dünden yarına insani tecrübenin bütün birikimleriyle yenilenmeyi, zenginleşmeyi başaramadıkça, zamanını anlamayı ve aynı zamanda da alternatif olmayı başaramayacaktır.
Teşekkür ederiz.
Hüseyin Su, 1952'de Kırşehir/Çiçekdağı'nda doğdu. Ortaöğrenimini Kırıkkale'de, yüksek öğrenimini Ankara'da, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü'nde tamamladı. Memurluk, edebiyat öğretmenliği ve kütüphanecilik yaptı. Yazmaya 'Edebiyat' dergisinde başladı. İlim Sanat ve Mavera dergilerinde yazdı. HECE dergisinin kuruluşunda yer aldı. HECE, HECEÖYKÜ dergilerinin ve HECE Yayınları'nın yayın yönetmenliğini sürdürmekte.
Öykülerinden 'Ateş', Boşnakçaya; 'Ana Üşümesi', 'Gülşefdeli Yemeni' ve 'Giden Gün Ömürdendir' Arnavutçaya çevrildi. Kitapları: Tüneller (öykü, Edebiyat Dergisi Yayınları 1983), Ana Üşümesi (öykü, Hece Yayınları 1999; Tüneller'in yeniden düzenlenmiş hâliyle birlikte); Gülşefdeli Yemeni (öykü, Hece Yayınları 1998; Türkiye Yazarlar Birliği 1998 Yılı Öykü Ödülü); Aşkın Hâlleri (öykü, Hece Yayınları 1999); Bir Yağmur Türküsü (deneme, Hece Yayınları 1999); Öykümüzün Hikâyesi (inceleme, Hece Yayınları 2000). Yayına hazırladıkları: Asaf Halet Çelebi Kitabı (inceleme, Hece Yayınları 2003; İlyas Dirin ve Şaban Özdemir'le birlikte); Teori ve Eleştiri (eleştiri, Hece Yayınları 2004); Düşünce ve Dil (deneme, Hece Yayınları 2004).
Röportaj: Aynur Erdoğan
Dünya Bülteni www.dunyabulteni.com
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.