Gezimiz Konya-Bolu, Nasibimiz Büyük Anadolu
Türkiye yazarlar birliği Konya şubesinin “yazılacak çok şeyimiz var” şiarı ile yıllardır yaptıkları seyahatlere “nasipsiz Türkmen abdallarının kurban bayramında gavur mahallesinde dolaşması”gibi nasipsizliğe benzer mazeretlerim sebebiyle iştirak edememiştim. Ama davet neredeyse ölüyü bile diriltecek mümbitlikte olan tabiatın kalbine kadim dostum Şehr-ül Emin Alaaddin Yılmaz’ın Bolu’suna olunca reddedemezdim. Vatan sevgisinin gitmek-görmek ve gezmekle arttığını, dostlukların hatıralarla pekiştiğini bilen birisi olarak müteaddit defalar gördüğüm Bolu’ya tekrar gitmek beni ziyadesiyle heyecanlandırmıştı. Çünkü son iki yüz yıldır vatanı, insanı ve ruhu çoraklaştırılmış güzel ülkemin, hiç olmazsa coğrafyası yeşil, ormanları bol beldelerini gezmekle, sahrada susuz kalmış bir bedevinin vahayı görmesindeki mutluluğa eşdeğer duygulara kapılıyordum.
Birbirinden güzel nilüferlerin süslediği muhteşem Abant Gölü ve Tabiat Parkı Müzesi ile başlayan gezimizin doyumsuz zevki, yöre halkının seyir tepesi dediği temaşa şahikası Kapan Kayası kameriyesinden uçsuz bucaksız çam ormanları arasında birer ayna gibi parlayan Yedi Göller’in seyri ile zirveye çıktı. Sonra Mudurnu ile Göynük gibi hâlâ Osmanlı rayihası kokan beldelere gitmek, İstanbul’un manevi fatihi Akşemseddin Hazretlerini ziyaret etmek, gezimize deruni bir boyut kazandırdı. Eski Türk destanlarından Samrav Han’ın kızı Ayhulu’nun Tulpar denilen kanatlı at olarak nitelenen ve ismi Sarot olan atından adını alan Sarot Yaylası’na çıkmak, bizleri tarihin derinliklerine götürdü. Yayladan merkeze inince, Bolu’yu Konya gibi yaşanabilir bir şehir haline kavuşturmasından dolayı Alaaddin beyin üst üste 3.defa başkan seçilmesinin sırrına vakıf olduk. Başkan bu başarısını keşke Göynük’e öykünerek Bolu’ya bir Osmanlı şehri kimliği kazandırarak taçlandırabilseydi. O zaman gök kafesler denilen yüksek katlı binalarla Selçuklu kimliğinden maalesef uzaklaştırılan Konya dahil, seksen vilayetimize de örnek teşkil edebilirdi.
Akşamleyin, “Büyük Doğu” kimliğini, Milli Türk Talebe Birliği’nde kazanan, ruhunu da öncülüğünü Sami Güçlü ağabeyimin yaptığı Büyük Anadolu Mektebi’nde dolduran gençlerle istişareye katıldık. Gençler, yazarlar ile kitap, okumak, yazmak veya yazarlık alanlarında fikir alışverişinde bulundular. Aralarında okur yazar olarak değil bir okur gezer olarak bulunan bendeniz de “Mustafa Güçlü’nün beş şartı” olarak özetlediğim Allah, insan, meslek, eş ve dost kavramlarının ilişkileri hakkındaki fikirlerimi paylaştığım zaman hem gençlerin müktesebatına hayran oldum, hem de son iki yüz yıldır dûçar kaldığımız kaht-ı rical belasından kurtulacağımıza dair umutlarım artmış oldu. Bırakınız, başka bir şahsın veya bir kurumun hatta koskoca bir bakanlığın bile yetiştiremeyeceği ama Sami beyin otuz üniversite arasında adeta mekik dokuyarak ilmik ilmik işleyerek, göz nuru dökerek hizmet ettiği gençler, Asımın Nesli veya Büyük Doğu’nun Diriliş Nesli olarak tavsif ettiğimiz irfan ordumuza sessiz sedasız, riyasız ve gösterişsiz ama gönül kulakları açık olanlarca adeta gümbür gümbür geliyordu. Oscar Wilde‘nin bir vecizesinde “ halk bir insanı son yaptığı şeyle tanır” dediği gibi Sami bey de bu hizmeti ile tarihe geçecek, irfan ordusuna kazandıracağı yeni birlikler sayesinde, ilerde hep hayırla yâd edilecektir. Allah böylelerinin say’ını ve sayısını artırması temennisiyle ertesi gün muhteşem bir mesire bölgesi olan Gölcük’te günümüz Akşemseddin’lerinden Şeyh Emin Acar Efendi‘nin halifesi Dr Musa Okur ağabey, Sultanüş-Şuara Necip Fazıl Kısakürek üstadın Büyük Doğu Mektebi’nin son çınarlarından Dr. Mehmet Şener Yücetürk ağabey ve Şehr-Emini Alaaddin bey ile birlikte öğle yemeği esnasında yaptığımız doyumsuz sohbet, gönül ve ruh dünyamızı Süreyya Yıldızı gibi aydınlatırken, beynimizde fırtınalar estirdi. Alaaddin Beyin yetiştirdiği 50 çeşit nilüfer ile Gölcük’e muhteşem bir güzellik kazandırması ortaokulu Bolu Sultanisi’nde leyli meccani(parasız yatılı) okuyan Konya ve Mevlana meftunu Arif Nihat Asya üstadımızı hatırlattı.
Hayatının daha ilk yıllarında tüm yakınlarını kaybederek, bu yönüyle Hazreti Peygamber’e çok benzeyen Arif Nihat Asya fakirlik ve yetimlikten dolayı İstanbul’da okuyamamıştı. Bolu Sultanisi’nde edebiyat öğretmeni Mehmet Arif Bey’in her karşılaşmalarında, “Nilüferlerden ne haber Arif?” diye takılmalarına önceleri bir anlam verememişti. Ta ki, bir Fransız şairin bir şiirini okurken, olayı kavrar. Meğer nilüferlerin suyun üzerindeki o muhteşem güzelliklerini sergilemelerinden önce suyun derinliklerinde, uzunca bir süre filizlenmeleri gerekiyormuş. Hocası o nüktesiyle küçük Arifin ilerde büyük bir şair olacağını ima etmekteymiş. Bu hatırayı naklettikten sonra Bolu’nun âkil insanları ile Asımın Nesli gençlere, Arif Nihat Asya’ya sahip çıkmalarını, okumalarına dahil etmelerini, bir ortaokula ismini vermelerini tavsiye ederek, güzel bir rüyadan uyanırcasına keyifle yeşilin merkezi Bolu’ya veda edip. bozkırın başkenti Konya’ya revan oluyoruz. Emeği geçenlerden Allah Razı olsun.
Kaynak: Memleket Gazetesi – Mustafa Güçlü
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.