Hacı Mürekkebi, Havarilik Koleji
Cenanyan'nın Okulu veya Konya Havarilik Koleji
"İnanıyorum ki, şuan mukaddes cevabınızın tam zamanıdır. Bugün için en önemli hedefimiz, öksüz ve diğer...
Cenanyan'nın Okulu veya Konya Havarilik Koleji
"İnanıyorum ki, şuan mukaddes cevabınızın tam zamanıdır. Bugün için en önemli hedefimiz, öksüz ve diğer fakir çocukların Tanrı'nın hizmetine hazırlanabilmeleri için eğitimdir... Bunun için Çukurova'da kurulacak ve Hz. İsa'nın davasını tüm Anadolu'ya yayacak hizmetkarlar (misyonerler) yetiştirmek üzere, kalıcı eğitim verecek bir misyoner okulunun kurulmasına vesile olmanızı bekliyor, ümit ediyoruz."
Bu iman dolu sözler(!!!) Hartune Stefanos Cenanyan'na ait. Cenanyan 1860'lı yılların başında Maraş'ta doğdu. Tahmin edeceğiniz gibi Maraş Ermenilerinden olan ailesi onu 5 yaşındayken Maraş'ta Amerikalı misyonerlerin kurmuş olduğu Misyoner Okulu'na gönderdi. Ailesi o, 9 yaşında iken Amerikalı misyonerlerin çalışmaları ile Gregoryen Kilisesi'ni bırakarak Protestan olmuşlardı. Ancak ailenin maddi durumunun giderek kötüleşmesi üzerine bu okulu bırakmak zorunda kaldı.
Cenanyan, yılmadı bir kumaş atölyesinde çalışmaya başladı. Akşamları da misyonerlerin verdiği gece derslerine katıldı ve Ermenilerin arasında Protestanlığı yayma faaliyetlerinde bulundu. Kısa bir süre sonra çok başarılı görülerek American Board Misyonerlik Örgütü'nce yardımcı eleman ve Protestan vaizi olarak işe alındı.
American Board Misyonerlik Örgütü'nce Anadolu'da bastırılmış ve bedava olan "Pragmatik ve Ferdiyetçi" kitaplarla Amerikan okullarında okuyan ve Amerikalı misyonerlerin hürriyetçilik ve bağımsızlık şarkılarını (Amerika bu şarkıyı hala söyletiyor bütün dünyaya nereden nereye) söyleyerek büyüyen, kendilerine yeni bir hayat tarzı belirleyen ermeni gençleri, elbette Amerika adına gönüllü propagandacılık ve casusluk yapmaya başlayacaklardı...
Bu ermeni gençlerinin öncülerinden birinin, Cenanyan olacağı şüphesizdi. Maraş ve Antakya'nın köylerinde bir süre çalıştıktan sonra Tarsus'a geldi. Amerikalılar tarafından Protestanlaştırmış Kilikya Protestan Birliği'nin çalışmalarına katıldı. Burada gösterdiği faaliyetlerin neticesinde 1884'te teoloji ihtisası yapmak için Newyork'a gitti.
İleride Tarsus Amerikan Koleji'nin kurucusu olan Albay Shepard ile tanıştı. Yukarıdaki imanlı sözleri işte ona söyledi. Albay Shepard bu konuşmadan etkilenmiş olacak ki "Saint Paul's Institute" olarak adlandırılan ve günümüzün ünlü Tarsus Amerikan Koleji'nin sponsorluğunu kabul etti.
Tarsus Amerikan Koleji 1888'de faaliyetlerine başlamıştı. Amerikan misyoner örgütlerinin, Osmanlı ülkesini aralarında paylaşarak, Anadolu'yu American Board'a ihale etmesi sebebiyle, Cenanyan 1893'te kolejden ayrıldı. Ancak Albay Shepard ölmesi üzerine müdür olarak tayin edilen Dr. Cristie, Cenanyan'a kolejin Anadolu'ya yönelik tüm Protestanlaştırma faaliyetlerini organize etme görevini verdi.
Cenanyan'nın Konya hikâyesi işte böyle başladı; daha önce Konya, Derbent ve İlisra gibi Hıristiyanlarca kutsal sayılan yerleri gezmiş özelikle Konyalı Ermenilerle diyaloglar kurmuştu. Hatta oğlu öldüğü zaman Konyalı Protestan Ermeniler kendisine başsağlığı mesajı bile göndermişlerdi.
Konya'daki Protestan Ermeniler kendileri için bir öğretmen göndermelerini isteyince ricalarını uzatmadan Tarsus Pazar Okulu'ndan bir öğretmeni hemen gönderdi ve Cenanyan vakit kaybetmeden Ocak 1892'de "The Apostalic Institute" (Havarilik Enstitüsü) ismiyle Konya'da ilk misyoner kolejini kurdu.
Okul, Cenanyan Konya'ya taşınmadan bir yıl önce kurulmuştu. Tarsus kolejinden ayrılmadan önce bunu planladığı ortaya çıkıyor. Çünkü 18 bin nüfuzlu Tarsus'sa karşı 60 bin nüfuzlu Konya ona daha cazip gelmiş olacak.
Müslüman, Rum ve Ermeni'den oluşan Konya'da daha aktif çalışacağından emindi. Ermeni'lere ait ilkokullarda öğrenimini tamamlayan Ermeni ve Rum gençleri Konya Havarilik Koleji'nde yüksek öğrenimlerini ikmal edip, öğretmen olarak Anadolu Hıristiyanları arasında görevlendirilmekteydiler.
Konya Milli Eğitim Müdürlüğü'nün tasnifi yapılmamış arşivinde bulunan belgelerden anlaşıldığına göre kolej ilk faaliyet yıllarında misyonerlik kurumu olduğunu gizlemiş, "Cenanyan Mektebi" adıyla bir azınlık okulu olarak hizmete girmiştir.
13 Temmuz 1892'de hizmete giren Cenanyan Mektebi, ilk ve orta öğretim olmak üzere 8yıl öğrenim süresi vardı. Konya Maarif Müdürlüğü'ndeki belgelerden; okula verilen ruhsat nâme'de kurucu bölümü boş bırakılmış ve "Hıristiyan çocuklara mahsustur" ibareleri gerçekten dikkat çekicidir. Okulun ilk öğretmenleri Osmanlı tebaası olan Sogman Nevşehirliyan ve Leon Tomazaryan'dı.
Ruhsatnâme'den alınan bilgilere göre okul bir Ermeni Mahallesi olan Çifte Merdiven Mahallesi yani bugünkü Şems mahallesinde ve günümüzde de hala sağlam olan bir binada açılmıştı. Okulda okutulacak kitaplardan bir listede bulunuyordu. Ermeni ve Rum öğrencisi olan okulda öğrencilere Ermenice, Rumca, İngilizce ve Osmanlıca dil dersleri de verilmekteydi. (dil bilmeden misyonerlik yapılmıyor tabi.)
(Konya Havarilik Koleji'nin hikâyesi burada bitiyor sonunu öğrenmek sizlere kalmış)
8 Aralık 1893'te II. Abdülhamit'in yayınladığı irade'ye göre misyonerlik okullarına resmen savaş açıldığı ve bu savaşın misyonerleri ne derece tedirgin ettiği; 1911'de Laknav Misyonerlik Kongresi'nin açılışında kongre başkanı Amerikalı misyoner Sammel Zwemer'in teklifiyle bütün misyonerlerin II.Abdülhamit'in tahtan indirildiği için şükür ayinleri yaptıklarını bilmek sanırım yeterli olacaktır.
***
İngitere'nin Türkiye'ye borcu: Sultan Osman ve Reşadiye gemileri
Mahmut Şevket Paşa bütün sadrazamların ve devlet adamlarının yaptığı gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun bahtını kurtaracak dümenin, iyi bir ordu ile olacağını düşünmüş olacak ki 1913'te İngiltere'ye iki savaş gemisi siparişi verir.
Siparişi verilen gemilerin isimleri bile koyulmuştur: Sultan Osman ve Reşadiye. Gemiler dönemin en modern teknolojisi ile donatılacaktır. Sadece Sultan Osman Zıhlısı için 3 milyon 387 bin 475 altın lira para peşin kırmızı meşin hesabınca ödenir. Aynı yekûn Reşadiye için de geçerlidir.
Devletin hazinesi tam takır kuru bakırdır, lakin "milletin fedakârlığı" gibi bir bankası vardır. Hemen bir ilanla bu banka göreve çağırılır, aziz milletim bir çırpıda toplar parayı ve İngiliz gemi yapım şirketi Vikers-Armstrong'a takır takır olan midesinden tıkır tıkır öder.
Bir sözleşme yapılır ve gecikme tazminatı olarak gün başına 100 altın konulur konulmasına ama gemiler olur bize kopuk uçurtma... Ne Osmanlı İmparatorluğu ne de Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri bu gemileri teslim alamaz. İsmi bizde cismi İngiltere'de kalır. Üstüne üstelik ödenilen anapara da geri alınamadığı gibi gecikme tazminatının lafı bile olmaz.
Mahmut Şevket Paşa hatıralarında içini şöyle döker; "Reşadiye zırhlısı dünyanın en büyük savaş gemilerinden biri olacaktı. Hiç bir zaman Türkiye'ye teslim edilmedi. İngiliz hükümeti geminin teslim edilmemesi için firmaya baskı yapıyor. Gemileri alıp önce Yunanistan'ı Ege'den sürecek sonra Almanya ile birleşeceğimizden korkuyor. Sultan Osman'da Reşadiye'nin akıbetine uğradı her ikisi de inşa edildiği halde İngiliz donanmasına katıldı." Anlayacağınız gemiler Yahya Kemal'in ünlü şiirindeki "Sessiz Gemi"lerdir sonları karanlığa yelken açmıştır.
Araştırmacı-yazar Ahmet Sarbay'ın tuttuğu hesaba göre yapılan sözleşmenin hükümleri gereğince, ödediğimiz para günümüzdeki hesaba göre 74.524.450 USD. Bugüne kadar olan gecikme tazminatı (faizi hariç) 37.262.000 USD. Dudaklarınız uçuklamadı dimi. Bir altın lirayı 10 gr altın, bir altını da 11 dolar üzerinden hesaplayıp liraya çevirince ortaya çıkan rakam (zincirleme faiz hesabı yapmadan) bu. Üstelik bu para 90 yıldır ödenmemiş. Ahmet Sarbay'a göre bu parayı da İngilizler çalıştırmış. Yüzde 5 gibi mütevazı bir faizle ne kadar tutar? Bunu hesaplama şerefini sayın maliyecilerimize bırakıyoruz.
Dışişleri Bakanlığımıza soracak olursanız, Lozan Antlaşması'na göre tazminat talebimiz imkânsızmış amma velâkin bakanlığın 1984'te yayınladığı kitaptaki 140. madde resmen İngiltere'den bu tazminatı ve anaparayı kuruşu kuruşuna isteyebileceğimizi gösteriyor. Ayrıca gemilerimizi anasının ak sütü gibi helal sayıp kendi donanmasına katan İngiltere'yi de Avrupa mahkemelerinde sürüm sürüm süründürebilirmişiz.
Biz millet olarak Osmanlı Devleti'nin yaptığı antlaşmalardan doğan hak ve mükellefiyetlerimizin intikalini kabul ettik mi ettik. Duyun-u Umumiye'ye borçlarımızı 1995 yılına kadar faizi ile birlikte ödedik mi ödedik. O halde niçin bu parayı talep etmeyelim?
***
HACI MÜREKKEBİ
Geçenler de elime aldığım el yazması bir eseri incelerken aklıma geldi bu yazılar nasıl solmamıştı. Aşağı yukarı dört yüz yıllık bir eserdi. Renkler hala ilk yazıldığı günkü gibi tazeliğini muhafaza ediyordu. Kâğıdı ise parlak ve pürüzsüzdü. Şimdiki zamanın kâğıtlarından farklıydı. Bilenler bilir. Bunlar aharlanmış kâğıtlardı. O zamanlarda böyle pürüzsüz kâğıt nerde... Mürekkep değer değmez dağılıyor üzerinde. Kâğıdın uzun süre dayanmasını ve yıpranmasını önlemek için kâğıda Arap zamkı ve yumurta akı sürülür, belli işlemlerden geçirildikten sonra yazı yazmaya uygun hale getirilirdi. Bu işleme "Aharlama" adı verilirdi. Yazarın elindeki kamış, artık hattatlarım aşık olduğu o ahenkli sesi çıkarmaya muvaffak olurdu.
Peki mürekkep neden solmuyordu? Elbette mürekkepte ecdadımızın maharetli ellerinde belli işlemlerden geçiyordu ki bu şekilde dayanıklı bir mamul elde ediliyordu. Mürekkebin ana maddesi bildiğiniz gibi is. Özellikle Mimar Sinan'ın muhteşem eseri Süleymaniye Camisi'nden elde edilen is en makbulü. Bunların içinde de en kıymetli bir mürekkep çeşidi var ki adına "Hacı Mürekkebi" derlerdi. O kadar kıymeti var ki bu mürekkebin, bir hattata hediye ederseniz eğer o hattat sizi ömür boyu unutmuyormuş.
Peki "Hacı Mürekkebi" nasıl bir mürekkep, özelliği ne? Bu mürekkebin oluşma hikâyesi adı gibi güzel; Süleymaniye Camii'nin kubbe odacıklarında biriken isler, Arap zamkı ve damıtılmış su ile küçük fıçılara konur. Surre Alayı'ndaki develerin boynuna asılır. (Surre Alayı nedir derseniz araştırın derim bedava bilgi yok) Düşünün deve aylarca gider aylarca gelir. Fıçıda çalkalanan karışım kamışa çekildi mi yağ gibi kayar. Yani müminleri ibadet ederken aydınlatan kandillerin isleri, lebbeyk sedaları ile çalkalanır ve Mükerrem Mekke ile Münevver Medine'den feyz ve bereket imbikleyip mürekkep olur. Mürekkebin böylesiyle de hangi hattat yazmak istemez ki...
Yazı o kadar kıymetliymiş ki; kaleminden kâğıdına, mürekkebinden cildine kadar öyle itina ile hazırlanırmış ki sanki eser yeni doğmaya hazırlanan bir çocuk gibiymiş. Beşiği kâğıt, Sütü mürekkep, biberonu kamış kalem, kundağı ise cilt. Bütün bu saydıklarımın her biri en ince teferruatına çeyiz misali hazırlanırmış. Çoğumuz bundan bihaberiz. Bu şaheserleri gerçekten görmek isterseniz eğer, yaşadığımız şehrin müzelerinde ve kütüphanelerinde bu eserlerin örneklerini görebilirsiniz. Lütfen görün derim ve de hissedin ya da gösterin.
Çünkü bilmiyoruz. Klavye biliyoruz, tükenmezkalem biliyoruz, dolmakalem biliyoruz hepsi bu. Bilelim ki geçmişimiz öyle insanlardan geliyordu ki o muhteşem eserleri yazarken mürekkebi hacı yapıyordu.
***
Biliyor muydunuz?
İLİM AŞKI
İlim aşkıyla yanıp tutuşan büyük âlim Cahız'ın (V. 255/868), kitap almaya para yetiştiremediği için, kitapçı dükkânlarını geceleri kiralayıp sabaha kadar gözünü kırpmadan kitap okuduğunu...
EVREN PAŞA VE OSMANLICA
12 Eylül ihtilâlinin baş mimarı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in, bir mevzu münasebetiyle Osmanlıca'nın mükemmelliğinden:
"Ben Osmanlıca yazıyı rahat okurum ve bütün notlarımı eski yazıyla tutarım. Bunun Atatürkçülüğe aykırı bir tarafı yok. Bir kere ortalıkta kaldığı zaman herkes okuyamıyor. İkincisi bir çeşit steno olmuş oluyor" diye bahsettiğini...
Biliyor muydunuz?
Memleket 05.06.2008
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.