İslamcılık Konusunda Anlaşıl(a)(may)anlar
İslamcılık bağlamında daha önce yazdığım birkaç yazının hulasası, gelinen noktada islamcılığın başarısız olduğu üzerinedir. Fakat gerek benim ulaştığım bu sonuç gerekse detaylardaki analizler hususunda yapılan yorum ve sorular üzerine muğlak kaldığını düşündüğüm birkaç noktayı vuzuha kavuşturmak istiyorum.
Öncelikle islamcılığın başarısızlığını kabullenememekten kaynaklanan bazı itirazlar bulunmaktadır. Bu bağlamda iki durum söz konusudur. Birincisi, “müslümanlar nasıl yenilir?” türünden bir kabullenememe duygusu. Öyle ki, benim eleştiri yapmamdan mütevellit kimileri “dini mensubiyetimi sorma”ya kadar işi vardırmış. İkincisi, İslamcılık ile islam arasında kurulan özdeşlikten kaynaklanan zihinsel yanılgı.
Tekraren belirtelim ki, İslam kıyamete kadar iddiaları ve varlığı devam edecek bir dindir. Fakat İslamcılık tarihin bir anında İslam ile bir irtibat kurma biçimi olup sosyolojiktir. Dolayısıyla “İslamcılık ölmez” diyenler tarihi ve sosyolojik bir forma ebedilik kazandırmaya çalışmaktadırlar. Benim buradaki önerim; islamcılığın tarihsel tecrübesinden dersler çıkararak İslam ile yeni bir irtibat kurma biçimi geliştirmektir. Bu sebeple İslamcılığın entelektüel olarak derinliğine eleştirilmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Bu eleştiri ertelendiği sürece, şikayet edilenlerin tümü cari olmaya devam edecektir.
Peki İslamcılar kimlerdir? Zira bazı kişiler İslamcılık diye bir hareketin zaten olmadığını; dolayısıyla böyle bir başarısızlığın konuşulamayacağını dile getirmektedirler. Bu yaklaşım biraz da, İslamcılığı eleştirilerin hedefinden çıkarmaya yönelik bir çaba olarak görünmektedir. Öncelikle İslamcıları ortaya koyarken iki niteliğe atıfta bulunmalıyız. Birincisi, İslam’ı bütüncül bir dünya görüşü olarak savunmak ve buna yönelik siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel vb. hareket ve stratejiler geliştirmeye çalışmaktır. İkincisi, entelektüel yönleri baskın teorik ve pratik boyutları olan bir harekettir. Buna göre, bazı siyasi partiler, cemaatler, neo-selefi hareketler vb. islamcılar olarak nitelendirilebilir. Ben İslamcılar derken bunların tümünü kastediyorum.
Özellikle Türkiye’de 1980 ve 90’ların düşünce, kültür, toplum ve siyasi hareketlerine bakıldığında İslamcılık şeklinde isimlendirilebilecek grup, parti ve hareketlerin varlığını görebilmekteyiz. Özellikle İslamcı entelektüellerin son yirmi yıl içerisinde tedrici olarak ortadan kaybolduklarını görmekteyiz. Onlar bir takım bürokratik görevlere talip olurken, entelektüellik de giderek zayıflamıştır.
İslamcıların gerek kendi bölgelerinde (en geniş Ortadoğu) gerekse dünya ölçeğinde paradigmatik bir teklifleri olmamıştır. Giderek krizin derinleştiği dünyaya tartışılacak paradigmatik bir önerme bırakmamışlardır. Aslında bu bağlamda sadece islamcılar değil, maalesef müslümanlar da başarısızdırlar.
Bu fikirlerim karşısında bazıları, “ama liberalller ve sosyalistler de başarısız” diyerek itiraz ediyorlar. El hak doğrudur. Ancak islamcılar ya da daha geniş bağlamda müslümanlar diğerlerinin başarısızlığı ile kendilerini kurtaramazlar. Zaten ben sosyalist ve liberallerin başarısını konuşmuyorum. Bu tür düşünceler ancak müslümanların kendilerini rahatlatmalarına yarayabilir.
İslamcıların başarısızlığını onların Allah, insan ve tabiatla ilişkileri üzerinden değerlendirmiş ve bu bağlamda tabiat, emek, insan ve hakları gibi anahtar kavramlar üzerinden analizler yapmıştım. Bunları bazı kişiler “Batı kurgusu ve modernizme cevap olarak değerlendirip islamcılığın bunlara indirgenemeyeceği”ni belirtmişler.
Halbuki kapsamlı bir dünya görüşünün en temelde Allah, insan ve tabiatla ilişkisi üzerinden ana çerçevesini, varlık görüşünü, bilgi anlayışını ve değerlerini ortaya koyması beklenir. Şehri inşa biçiminiz Allah ve tabiatla ilişkinizi de ele verir. Emek merkezi bir değer değilse, tüketim ve sömürüyü merkezileştirirsiniz. Zaten bu zaafiyetlerin mebzul miktarda örnekleri İslam dünyasında var. Sömürüyü sorunsallaştırmazsanız, elinizde insan değil; köleleştirilen büyük bir kitle kalır.