Niçin yarışıyoruz?
İçinde yaşamış olduğumuz dönem, insanın mekan ve zamanla olan bağını zayıflattı. Bu aynı zamanda zaman ve mekana bağlı olarak insanın insanla olan bağını da dumura uğrattı. Kalabalıklar içinde yalnızlık yaşamamızın veya sürekli olarak kendimizi yalnız hissetmemizin sebeplerinden birisi de budur denilebilr. "Hız ve haz çağı" diye tarif edilen "değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" mottosunun altına sığdırılmaya çalışılan dönem, değişimden daha ziyade negatif bir dönüşümü, başkalaşımı, yabancılaşmayı ve ötekileşmeyi beraberinde getirdi.
Büyük dedesinin üç günde gittiği mesafeye üç saatte giden insan, hâlâ zamanın yetmediğini, zamanla yarıştığını ifade ediyor. Dün köyünden şehre geldiği zaman görgüsü artan, ufku genişleyen insan, bugün tüm dünyayı dolaşsa bile görgüsünde ciddi bir değişiklik, ufkunda olumlu bir ilerleme söz konusu olmuyor. Çünkü tüm dünyayı (kültürel açıdan) birbirine benzetmeye ve insanları tek tipleştirmeye yönelik çabanın hüküm perva olduğu bir dönemi idrak ediyoruz. İnsanlar yetinme ve kanaat duygusunu kaybetti. Hep daha fazlasını istediği, daha fazlasının peşinde koştuğu zaman mutluluğu yakalayacağına dair bir inanç geliştirdi. "Din ya da dinler açısından düşünüldüğünde, bu dünya ertelenmiş mutluluklar dünyası mı? sorusu zihinlerde yer edinmeye başladı. Halbuki mutlak mutluluk diye bir hususun fani dünyada mümkün olmadığını ya da sadece anı yaşamaktan ibaret olduğunu unuttu insanoğlu. Yetinmeyi/kanaati zihin dünyasından çıkardığı için mutlu olmayı hep daha fazlasına sahip olma!, daha fazla haz yaşama, daha fazla lezzet alma ve sürekli arayış olarak görmeye başladı. Bir nimet elinde olmadığı ya da az olduğu zaman bunu bir imtihan olarak gördü ama olduğu ya da fazla olduğu zaman sanki bunu kendisine yaratıcının bir torpili, bir kayırması olarak görüp hep daha fazlasına göz dikti ve hücum etti. Varlığıyla yokluğuyla, azlığıyla çokluğuyla,her nimetin imtihan olduğunun şuurunda olmayan insan doyumsuz bir varlığa dönüştü. Günümüzdeki aile içi şiddet, karı-koca kavgaları, boşanmalar, miras kavgaları,devletler arası savaşlar, sermaye savaşları, kültürel savaşlar aklınıza gelebilecek her türlü çatışma ve ayrışma bu doyumsuzluğun neticesinde ortaya çıktı. Bu durum, dünyanın sonunu getiren ya da ahlaki, ekonomik ve kültürel anlamda toplumların sonunu hazırlayan bir felakete doğru insanlığı sürüklüyor. Bu durum insanın dünya hayatını doğru algılamasının önüne geçiyor.
Nihai son düşüncesi postmodem dönemde yok. Ölüm sadece birileri öldüğü zaman kısa süreliğine insanların gündemine girip çıkıyor. Mefhum olarak zihinlerde yaşamıyor. Ölümden sonraki hayat, postmodern dünyada hiçbir zaman gündem olmuyor. İnsanlar sürekli bir koşuşturmacaya, sürekli bir yarışa zorlanılıyor. Ama bu yarış, yaratıcının bağışlaması hedefine ulaşma veya muttakiler için hazırlanmış ödüle kavuşma yarışı değil. Kariyer, titr, ünvan edinme, makamı, maddiyatı, servet ve şöhreti yükseltme, daha fazlasına, daha da fazlasına sahip olma yarışı... Bu yarış ise insanları sürekli olarak bir gelecek kaygısıyla yaşamaya mahkum ediyor. Kaygıyla yaşayan insan, sinir, stres, vesvese/endişe psikolojik ve biyolojik hastalık sahibi oluyor. Bireysel kaygılar bir araya geldiği zaman toplumsal travmalara dönüşüyor. İnsanlık postmodern dönemde, kaygı çağında, endişe ikliminde, korku mevsiminde yaşıyor. Tevekkül, kanaat, diğerkâmlık, îsâr gibi insanı, hayvandan üstün kılan seciyeleri kaybetmiş durumda. Ezerek yükselme, öldürerek yaşama, yok ederek varolma, görülme ve alkışlanma yarışı.
İnsana zaman kazandıran makineler olarak görülen bütün teknoloji belki de bu anlamda insanın zamanından çalıyor ama farkında olamıyor. Ölüm düşüncesi, insana bir sekinet ve sükûnet hali kazandırırken ölmeyecekmiş gibi hep daha fazlası ve gelecek adına endişe duyma hâli insanı agresifleştiriyor. Bu psikolojik yanılgı da toplumsal travmaların en büyük nedeni olarak karşımıza çıkıyor. Halbuki şöyle düşünmüş olsa; "Yüz yıl önce bizim yaşadığımız topraklarda yaşayanların hiçbiri bugün o toprakların üzerinde değil. Yüz yıl sonra da bugün sahip olduğumuzu zannettiğimiz ev, araba, makam, ünvan, şöhret hiçbiri ve biz toprağın üstünde olmayacağız. Torunlarımızın torunları ismimizi bile bilmeyecek. Bir sadaka-i cariye ya da bir eser bırakmamışsak yani hayatı sakinleştirecek, sükunete erdirecek, bir izimiz ve eserimiz yoksa silinip gideceğiz. Bunca yarış, bunca koşuşturmaca anlamsız hale gelecek..."
Hayatı anlamlı kılan, bizi bu anlamsız ve gereksiz yarıştan uzaklaştırıp mutluluğu temin edecek hayatı anlam kazandıracak olan düşünce; bir son düşüncesi ve o sondan sonraki ödül veya mükafat olmalıdır. Günümüzde toplum(uz/lar)daki dini duygunun gerilemesinin, dini mefhum ve kavramların zihin dünyamızda bulunmamasının hatta Z kuşağı olarak adlandırılan gençler tarafından istihza konusu edilmesinin temel sebebi hayatın bir yarıştan ibaret olduğu ve hep daha fazlasına sahip oldukları zaman mutlu olacakları algısını/inancını gençlerimizin bilinçaltına inşa ettiğimizden dolayıdır. "Asgari ücretle nasıl geçinelim, 40 bin-50 bin TL'lik maaşla insanca bir hayat yaşanmaz, 100 bin TL alsam da dünyayı gezemem, falan ülkedeki gençler benim yaşımda şu kadar ülke gezdi, ben hâlâ kendi ülkemde falanca şehre bile gidemiyorum...!" şeklindeki hep daha fazlasıyla yapılan kıyaslamaların da perde arkasındaki sebeb budur. Ya da insanların coin'lerle kısa yoldan zengin olabileceğini zannetmesi, sanaldan para kazanma hırsı, sanal veya reel kumara, şans oyunlarına yönelmesinin bilinç altındaki sebebi de budur.
Haz ve hız, insanın kendisini görmesini, bilmesini, bulmasını engellemiş hep daha ileriyi, daha yükseği, daha öteyi göstermek suretiyle adeta teşbihte hata olmasın dünyayı bir parkura çevirmiş ve insanlığı da suni bir tavşan peşinde koşan yarış tazısına ya da hörgücüne bağlanan bez bebekleri gerçek binici zannederek koşan develere veya kendisini kamçılayan jokeye ve kamçılatan sahibine kazandırmak için neden koştuğunun bile şuurunda olmayan yarış atlarına dönüştürmüştür? Mutluluk koşmakta değil durup düşünmekte...