Yokuşa yukarı tavşan büküşlüm
İnişe aşağı ceylan sekişlim
Taze gelin gibi uğrun akışlım
Alma gözlü kız perçemli kıratım
Köroğlu
Ereğli’de atların yetiştirilmesinin esas nedeninin hava, ayrık otu ve su olduğunu söyleyen tecrübeli pansiyoner, işi daha da ileri götürerek “Amerika’da Kentucky, İngiltere’de Liverpool, Türkiye’de Ereğli” diyerek şehrinin -resmiyette ilçe- dünya klasmanındaki yerini belirtiveriyor.
Topluca bir o yana bir bu yana koşan küheylanları meftun ve sükûnetle takip ederken, Üstad Necip Fazıl’ın “At’a Senfoni”sini, Cengiz Aytmatov’un “Elveda Gülsarı”sını, Köroğlu’nun Kıratı’nı düşünüyordum. Sessizliği de sonlandırırcasına üstadın “Utansın” şiirinin “Hey gidi küheylan koşmana bak sen! Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!” mısralarını biraz ürkek biraz da cilveli koşan atların ardından ünleyiverdim.
Aytmatov’un, eşine ender rastlanan hareket tarzı, rüzgarı arkasından baktıran hızı, koşularda birinci gelişini anlattığı ve kaderdaşı, dostu Tanabay’la yaşam serüvenini şiirsel ifadelerle betimlediği Gülsarı’sını okuduğumda, at ile sahibi arasındaki ilişkinin imrenilesi destansılığı ve kaderlerinin trajik nihayetiyle irkilmiştim. Tüm bunlar, Âdiyat Suresi ve Peygamber Efendimiz (a.s.m)’ın “at” üzerine söylediklerinden Aytmatov için ilham namına bir hisse olup olmadığı sorusunu zihnime düşürdü. Hz. Muhammed (a.s.m)’in “Kıyamet gününe kadar atların alınlarına hayır(ecir) ve ganimet düğümlenmiştir” ve “Melaike sizin hiçbir eğlencenizde bulunmaz, atış ve at koşusu hariç” sözlerinin Gülsarı’da da mâkes bulduğunu düşünmenin hoşluğunu da gönlümde hissettim.
Hafızalara kazınmış “Bir çivi bir nalı, bir nal bir tırnağı, bir tırnak bir ayağı, bir ayak bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir vatanı mahvedebilir” meşhur vecizesiyle Cengiz Han’da adaşına bir işaret fişeği yakmıştı herhalde. At, avrat, pusat terkibinde atın ilk sırada yer almasının, onun hâcet-i asliyeden sayılması veya uyum-terkip düzenlemesinin ötesinde, daha ulvi ve derin tarihi sebepleri olduğuna delalet eden birçok iz de bulunabilir.
Necip Fazıl merhum da At’a Senfoni’sinde onu; hayvanın bitip insanın başladığı noktadaki bir ‘dasitani hüviyet’in sahibi olarak tasvir edip, insana hizmeti görev bilen ve onun maddi/manevi kişiliğine en yakın mahlûk olan bu hayvanı adeta heykelleştirerek ihtişamlı bir kahramanlık sembolü olduğunu vurgulamamış mıydı zaten? Eserinin hitamında ise “Atı aldık, mana inbiklerinden süzdük, büyük ve küçük kelam planına döktük, güzel sanatlar perdesinde aksettirdik, tarih boyunca millet millet çizgilendirdik, en asil soyu ve işi içinde değerlendirdik, “safkan” çerçevesinde ölçülendirdik, yarış yerlerinde taçlandırdık, bütün mesut ve mahzun taraflarıyla belirttik…” diyerek Hâlık’ın sevdiği, övdüğü ve üzerine yemin ettiği koşan atların (Âdiyat) kıymeti daha nasıl ifade edilebilirdi?
Ereğli haralarında seyrine doyamadığımız atların çimle kaplı toprak zemine ahenkle vuran toynaklarının çıkardığı tok ve derinden gelen sesleri eşliğinde düşüncelerim birbirini tamamlayan parçalar gibi toplaşıyor, bu mübarek mahlûka dair içimde uyanan hayranlığa yeni boyutlar kazandırıyordu.
Pansiyonlarında beş yüz civarında atın yetiştirildiğini, İngiliz atların iki yaşında, Arap atlarının (küheylan) üç yaşında yarışlara gönderildiğini anlatan kurt eğitmen, Karayel’i anlatırken ses tonu ve yüz ifadesi değişiyor, gözleri parlıyor, heyecanlanıyor sanki at karşısındaymış gibi bir halet-i ruhiye’ye bürünüyor ve “Karayel gibisi gelmedi” diyerek eskilere dalıp gidiyordu.
Karayel, girdiği bütün yarışları kazanmış, hiç geçilmemişti. Son yıllarda yurt genelindeki yarışların şampiyonlarının Ereğli’de yetişen atlardan çıktığını, koşuların en büyüğü ve en önemlisi olup yılda bir koşulan Gazi koşusunun on beş kupasını da yetiştirdikleri atların aldığını söyleyen eğitmen “Amma lâkin Karayel başkaydı” diyor, biraz duraklıyor sesi boğazına düğümleniyor ve titreyen sesiyle ancak “O rüzgarın kızıydı” diyebiliyordu.
Bu noktada “Beyliklere, Selçuklu’ya, Osmanlı’ya cins atlar yetiştiren Ereğli’nin, bugün dünyanın dört bir yanına atlar göndermesinin bir yolu halen yok ise illa ki bulunmalı!” diyordum kendime. Misalen ilk atın kardeş şehir Kwanjin’e (Güney Kore, Seul) gönderilerek adının da Karayel konulmasının manidarlığını en iyi, yetiştirdikleri bütün atlara Karayel hatırına saygı duyan seyislerin anlayıp memnun kalacağından da eminim.
Kanaatim o ki, Bolu Beyi, seyisi Yusuf Ağa’dan şanına yakışır bir tay getirmesini istediğinde, Anadolu’yu dolaşan seyis, soylu ama çelimsiz tayı Ereğli’den götürmüştü. Bu gösterişsiz tayı gören Bolu Beyi kızgınlığını Yusuf Ağa’nın gözlerine mil çektirip tay ile birlikte sürgün ederek göstermişti. Seyisin oğlu Ruşen Ali, kör olan babasının üzüntüsünü kalbine gömdü, tecrübeli seyis babanın bilgisini azmine katık ederek gizlice bir ahırda tayı yetiştirdi. Birlikte yetişen tay ve Ruşen Ali, oldu ünlü Kırat ve Köroğlu. Bolu Bey’inin en güçlü adamlarını atıyla birlikte alt eden yiğit Köroğlu;
Çamlıbel’e süre idim yolunu,
Altınlardan nallatayım nalını,
Üç güzele dokutayım çulunu
Alma gözlü kız perçemli kıratım
diyerek atına duyduğu sevgi ve şükranla beraber Ereğlili asil Kırat’ının hakkını teslim ettiğini de gösteriyordu.
Köroğlu’nun gönlünü kaptırdığı Nigar’ı, kendi rızasına hilafen Bey’in oğluyla evlendirildiği gün kaçırmaya da sahibiyle gelen Kırat’ın asil soyu ve çevik bünyesi, Tuvana Kralı Varpalavas’ın diktiği asma yapraklarını ve üzümlerini yiyip, İvriz’in suyundan içen Herakliyye’nin serin ve temiz havasında koşan atalarından tevarüs etmiş, ondan da Karayael’e geçmiş olsa gerekti…. O gün bugündür bu mirasın varisi Ereğli atları hep önde gitti, hiç geçilmedi. Karayel koştukça kazandı, kazandıkça coştu, coştukça koştu. Nihayet şimdi bütün atlar – hep önlerinde koşan – Alaaddin Keykubat’ın dorusuna, Köroğlu’nun Kırat’ına, Varpalavas’ın Karayel’ine reverans ediyordu.