ALMANYA'DA TÜRK OLMAK

Elife Mısral

Genç kızların kınalarında ağlasınlar diye söylenen ya da söylendiğinde her genç kızı ağlatan "Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar' türküsünü, kendi kendime söyleyip "Babamın bir atı olsa, çıksa da gelse" kısmında hüngür hüngür ağlamaktı o yıllarda benim için Almanya'da Türk olmak. 19 yaşında, Almanya'da meslek eğitimi yapan bir delikanlıya “Almanya’da Türk olmak nasıl bir duygu” diye sorduğumda "Almanya'da Türk olmak, Türkiye'de Türk olmaktan daha iyi" demişti bugün, şakayla karışık, ülkemizdeki yabancıların varlığından şikayetle! Ritimlerinde hareket olsa da, duygusallığında kaybolduğum bu türkü gibiydi aslında orası. “Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı!”
 Sürekli yağmur yağan, gri bir ülke bekliyordum. Oysa her yer meşe ve kayın ormanlarıyla kaplıydı. Her şehrin mavi bir kolyesi, içinden geçen nehirleri vardı; şehirler de etrafında kurulmuştu. Tarihi yapılar korunmuş, günlük yaşam bu yapıların içinde sürüyordu. İlk yıl ziyaretine gittiğimiz bir tanıdığımızın evi de böyle bir sur yapı kompleksinin içindeydi. Küçük penceresinden, çok uzaklarda yıllar öncesinin koruma sistemi olan hendeği ve tarihin mirasını koruyan şehri görebiliyordum. Restore adıyla yürütülen çalışmalara maruz kalmamıştı. Sadece duvarları sıvalı, lüksten uzak, mütevazi bir evdi.
 Almanya; düzenli, disiplinli bir şehirdir, her şey onların tabiriyle “Akort” çalışır. İş saatleri çok erken başlar, hatta vardiya sistemiyle sürekli devam eder. Evet, yaşam tarzları bize uymuyordu, bize göre çok ruhsuzdular. Akşam sekizden sonra hayat duruyor, sokaklarda neredeyse insan kalmıyordu. Oysa Bahar ve Sonbahar aylarında yapraklar yeşerirken de, solarken de kolyelere asılmış şehirler aşikar ya da gizliden insanı aşka davet eden bir ülkeydi...
 Hayata karşı insanî bir duruşunuz, özgüveniniz ve o ülkenin dilini öğrenmeye hevesiniz varsa, mantıklı olarak yaşanılası bir yerdi Almanya. Zaten oralar bizim bildiğimiz yerler değil miydi aslında? Daha üç beş asır önce Viyana kapılarına kadar dayanmamış mıydık? 1900’lü yılların başında müttefikimiz değiller miydi? Koşullar zorlamışsa da Birinci Dünya Savaşı’na onlarla girmemiş miydik? Ders kitaplarımızdan kalan bir ifadeyle  "Almanya yenildiği için, biz de yenilmiş" sayılmamış mıydık?
Yine o yüz yılın başında mühendis olsunlar diye asker ve öğrenciler eğitim almak için oraya gitmemişler miydi?
 Sirkeci'den tren gider,
Varım yoğum törem gider,
Tuna bizden utanır, biz Tuna'dan,
Yüzüne kapatır ellerini.
Aldırma be Tuna'm,
Yiğit çıplak doğar anadan.
 1961 Yılının o sonbahar ayında, Münih İstasyonu’nun 11. peronundan inip, penceresiz, havasız bir odada dağıtım için bekleyen o kafiledekiler ne düşünüyordu? Tuna'dan geçip destanlar yazan atalarına ihanet ettiklerini mi, ardında bıraktıklarını mı, onları bekleyen bilinmezliği mi?
 Sirkeci’den tren gider,
Ona giden verem gider,
Bir kampana çalar analar, ağlar.
Oğul oğul, çocuklar öksüz, gelinler dul.
Akşam olur, hüzün çöker,
Omuzlarım bir bir düşer,
Sirkeci'den tren gider,
Gözyaşımı döker gider.
 Bereketli topraklarında yoksulluk çeken, ulu ataların evlatları! Ana-babanın, eşin, evladın özlemi yakıyorken yüreklerini, bir ümitle, büyük umutlarla! “Biraz para biriktirip döneceğim” dediler! Omuzlarında ekmek kavgasının yükü, gönüllerinde hiç bitmeyecek hasretle...
 Sirkeci'den tren gider,
Bir yaldızlı Kur'an gider,
Su serperler ya gidenlerin ardında,
Dün askere Hint'e, Yemen'e,
Bugün ekmeğe, yaban ellerine,
Dönmezler ya andan...
Ali Akbaş
 Kalplerinde iman, onları ayakta tutacak olan tek güçle! Kuran ve bayrağıyla! Bu kez kılıçla, tüfekle değil emekleriyle, vazgeçtikleriyle, yazacakları bir destanla...
 Misafir işçi olarak davulla, zurnayla karşılanan ilk neslin çoğu yukarıda saydığım özelliklere sahip değildi. Sadece inançları, ümitleri ve bastırdıkları korkuları vardı. En önemli kaygıları geçimdi. İçlerindeki dayanılmaz hasreti ve grilikleri hayalleriyle süsleyip kapatacaklardı, kapatmak zorundaydılar. Susturamadıkları yoğun duygularıyla da, başladıkları serüvenin çirkin yüzüyle de her gün karşılaşacaklardı. Çalan davullar da bir gün susacaktı “Misafirliğiniz bitti, artık gidebilirsiniz” diyeceklerdi. İşte asıl mücadele o zaman başlayacaktı...
 Almanya'ya gittiğimde her yer bembeyazdı. Bence güzel (beyaz) başlamıştı her şey! Tarih 4 Aralık 1998.
Güzel bir muhitte, çatı katında, salon ve yatak odasından oluşan, eşimin bekar evi. Her şeyi birlikte yapmak için yola çıkmıştık, eksiklerimiz çoktu, yıllar her şeyi fazlasıyla tamamlayacak,  zaman güzellikler getirirken, hiç ummadığımız kötü bir sürpriz de yapacaktı, bahsedeceğim...
 Bu arada, evler neden hep halı kaplıydı ya da hiç halı yoktu. Bizim gibi perde alışkanlıkları da yoktu, panjurları vardı. Gösterişli, abartılı bir yaşam sürmüyorlarsa da, görsel detaya çok önem veriyorlardı. Bahçe, balkon, pencerelerinde çiçekler, dekorlar eksik olmuyor, her mevsim ve özel günlerde bunlar değişiyordu. Her objenin bir anlamı ve zamanı vardı. Eğlence anlayışları; hafta sonları, doğum günleri, kutsal kabul edilmiş günler, belirli zamanlarda yapılan toplu eğlencelerle -festler- bayramlar ile kısıtlıydı. En fazla randevulaşarak, tanışmayı pekiştirmek ya da çocuklarının ailelerini tanımak için evde pasta eşliğinde kahve içer, restoranlarda ya da bahsettiğim günlerde bir araya gelirler, akşam oldu mu da kilerden evlerine bira taşırlardı.
 Fakat hediyeleşmeye çok özen gösteren bir toplumdular. Lüksten uzak, sade evlerde oturmayı, en iyi değil en ekonomik ve kullanışlı otomobilleri tercih etseler de hediyeleşirken karşısındakinin ihtiyaçı olan eşyayı almayı düşünür ve en güzel şekilde -ayrıca masraf yaparak- güzel paketlerde takdim ederlerdi. Elbette bizim için onların ruhsuz oldukları fikrini değiştirmiyordu bunlar! Davet dildiğiniz bir yere olumlu ya da olumsuz cevabınızı vermek zorundasınız. Çünkü gereksiz masraf yapmak istemeyen bir toplumdurlar. Bize göre cimridirler! Düğünlerde, doğum günlerinde, yeriniz isminizle belirtilmiştir. Cenazelerde evlere toplu ziyaret yapamazsınız, belirtilecek bir gün ve yerde ancak bir araya gelinir ve taziyeler iletilir. Ayrıca böyle zamanlarda, evinize gelip sizinle gözyaşı dökmeseler de üzüntülerini posta kutusuna koyacakları bir zarfın içine, kimin kaç euro koyduğunun yazıldığı, bir zarfla da gösterebilirler.
 Evimin dışarıyı gören dört penceresinde birisi karşı duvara, diğeri boş bir bahçeye ve kilise kulesine, çatıya açılan iki pencere ise gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzü hepimizindi, din, dil, ırk gözetmeden. Sandalyeye çıkıp bin bir zorlukla uzattığım kafam, yine kırmızı çatılar görse de bizim çatılarımız değildi. Bu gökyüzü de yabancıydı her şey gibi, herkes gibi… Bir yıl boyunca en özlemli günlerim o bahçeye bakıp, kilise kulesinden her on beş dakikada bir çalan çanın sesini duyacaktım (zamanla duymaz olursunuz). Ezan sesi yoktu, namaz vakitlerini takip etmek için görmeye hasret olduğum güneş gibi…
 Öncekilerden çok avantajlı, şimdikilerden şanssızdım! Çok zamanım, dinleyecek onlarca cd çalar ve kasetim vardı. Okuyacak tek kitabım ise; Nikoloy Gogol'un Ölü Canlar isimli kitabıydı. Eşime aitti “Arada bakıyordum” demişti. Türkiye'den ilk gelişimde, çeyizleri getirmenin manasızlığını işte o zaman anlamıştım. Neyse ki orada tanıdıklardan kitap almak mümkündü. Güzel insanlarımız her konuda olduğu gibi bu konuda da paylaşımcıydı... Türk marketlerinden Türk gazeteleri alabiliyorduk. Her bir satırını okur, bulmacaları asla israf etmezdim. Uygulamadaki yasalar sebebiyle çanak anten takmamız yasak olduğundan, kablodan sadece TRT İNT kanalını izleyebiliyordum. Çoğu program o yıllarda bana hitap etmiyordu. Akşamın geç saatlerinde eşim, vardiyalı işinde ve ben televizyonda “İstanbul'un gizli kalmış tarihi” isimli bir programı izliyorum. 70 yaşında, yaşına yakışır tavrıyla konuyu anlatan sunucu, benim alternatifsizliğimden faydalanırcasına,  İstanbul'un bütün sırlarını benimle paylaşıyordu!
 Türk marketleri demiştim; her bakımdan ihtiyaçların karşılandığı yerlerdi. Türkiye'den gelmiş ya da bizim damak tadımıza uygun yiyeceklere ulaştığımız gibi, Türklerle de bir araya geldiğimiz buluşma noktalarından biriydi... Hayatımda ilk kez salkım domatesi orada görmüştüm fakat bu önemli değildi, kokusu ahh o kokusu! Annemin bahçemizde yetiştirdiği domates gibi kokuyordu. Başka bir gün yediğim bir elma! Evet, çok fazla ve farklı kültürler sebebiyle çok çeşitli bir besin yelpazesi vardı. Fakat, ilk yıllar tat alamadığınız gibi bazı yiyeceklerin iğrenç olduğunu da düşünebilirsiniz! Bu yüzden o 'koku' çok önemliydi. Böyle bir durumda önce mutluluk hissedersiniz ve yüzünüze bir tebessüm yayılır. Büyük bir keyif alırsınız; kilometrelerce uzaklardan gelen! Sonra o haz yerini derin bir acıya bırakır. Doğduğunuz topraklardan, sevdiklerinizden ne kadar uzakta olduğunuzu hatırlarsınız. Bu hissettikleriniz de sizin bir nevi kutsalınız olur.  İşte bu durum ve duygunun adı gurbettir, siz de gurbetçi olmuşsunuzdur.
 İstediğim zaman ailemi telefonla arayabiliyordum, eşim faturayı sorun etmiyordu. Her konuda elinden geleni de yapıyordu ama yetmiyordu!  Bu durum “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ahh memleketim" deyişinin yaşanan haliydi. Kolay değildi, ülkemdeki memuriyetimden ayrılmışım, ardımda sevdiğim bir kalabalık bırakmışım. Öncekilere göre şanslı olduğumu söylemiştim. Eşim ve eltim sayesinde hemen bir çevre edinmiş, kaynaşmıştım da... Gün bile yapıyorduk! Fakat yeni tanıştığım o duyguyu yenemiyordum.
 Almanya evrak ülkesidir, hala öyledir ve her gün her konuda dikdörtgen zarflar gelir. Benim de sabah ilk işim posta kutusuna bakmaktı. Benim görmek istediklerim, ülkemin damgası vurulmuş, el yazılı, bazen çiçekli böcekli olan zarflardı! "Seni çok özledik, yokluğuna alışamadık" cümleleriyle dolu satırlar ağlayarak okunuyordu. İlk çocuğum olana kadar neredeyse mektup gelmediği gün yoktu. Oğlumun doğumuyla meşgalem artmış, özlemlerin üstü nispeten kapatılmıştı. Telefonlar da artık belli bir miktar karşılığı sınırsız konuşma hakkı vermişti. Böylece mektup kültürü de kalkmış, posta kutularına bakılmaz olmuştu. Derken internet yaygınlaştı. Ulaşım ağımız çoğaldı ve şu anki yalnızlıklarımıza doğru geldik. Tabii ki bu şu an ki mevzumuz değil.
 Almanya'dan döneli on bir yıl oldu. Yaş aldık, zamanın bize kattıklarıyla geliştik ve memleketimde olmanın konforu içindeyim. Bunun üzerine bu kadar yıl geçmişken şunu anladım ki; an da yaşayamamış, hep ardımda bıraktıklarıma odaklanmışım. O anlarda gurbette olduğuma göre, gurbetçi olmak böyle bir haldi demek ki!
 O trenden inenler önce heim (haym-ev) dedikleri yerlere hınca hınç dolduruldular. Derken aileleri geldi. Bir evin odalarına ailelerini sığdırdılar. Bizde mahrem vardı, orada ortak kullanım alanı. İzole tutuldular, topluca belli mahallelerde oturtuldular. Alışamadılar ama yaşadılar. Dil bilmiyorlardı, öğrenmelerini de istemediler, çünkü misafirdiler. Komşuluk yapmak istediler, iki taraftan da direnenler oldu. İki kelime öğrenirim diye Suzi'ye selam veren Fadime çoğu kez tavır gördü. Hem bilinmezlik hem bilmemezlik hem de büyük hasretlerle bu kadar zorluğa dayanan bu nesle hayran olmamak mümkün değil bugün baktığımda!
 Irkların kendine has özellikleri olsa da ben bütün dünya insanlarını kısaca; iyi ve kötü diye özetlerim. Kalıba sokmaya karşıyım. Evet, Almanlar cimri, resmi, kuralcı diye bilinirler. Ama onlar da insandılar, duyguları refleksleri vardı, yansıtmaları sadece kendilerine özgüydü. Bizim gibi sıkı sarılmıyorlardı belki; fakat gözlerinde, kelimelerinde ya da davranışlarında görmek istediğinizde bunu görebiliyordunuz. Annemi çok özlediğimde; sarışın Alman komşum Gisela'ya sarılırdım, gözlerim mavi değilse de  Amerika'da yaşayan kızının hasretine dayanamadığın da O bana! Daha geriye, ilk nesilden gelen ailelerin çocuklarına bakan Alman aileler de oldu ve çocukları onları oma- opa (nine-dede) diye bildiler...
 Almanya'da Türk olmak kavramının olumsuz yanlarının kaynağında, giden ilk neslin çoğunluğunun eğitim düzeyinin düşük olması yatıyor. Belirli bir düzeyde gidenlerin avantajları çoktu ve uyumu kolay yakalayabiliyor, haklarını nispeten arayabiliyorlardı!
 Tabi ki şartlar değişti, yürürlükte olan sistem bir yandan ötelerken, bir yandan da bağrına bastı. Zaman içinde, Federal Almanya Cumhuriyeti, onlara Alman Vatandaşlığı hakkını verdi. 2000 yılına kadar da çifte vatandaşlık hakkını gözetti. Fakat bazı sebeplerden, birçok milletten bu hakkı almaz iken bizden aldı. Neyse ki Türkiye Cumhuriyeti bizi vatandaşlıktan izinli çıkararak, mavi kart sistemiyle haklarımızı büyük oranda korudu, bağımızı koparmadı. O yıldan itibaren doğan çocuklara 23 yaşına kadar çifte vatandaşlık, daha sonra birisini tercih etme hakkı verdi. B1 düzeyinde bir belgeniz ya da yeterli Almancanız varsa, ülkenin toplumsal kurallarına uyuyorsanız, sosyal yardım almıyor iseniz, Almanya Anayasası’nın ‘düzene bağlılık’ belgesini imzalayarak vatandaşlığını alabilirsiniz. Bugün Almanya' da 3 milyon Türk kökenli vatandaşımız var. Bunun 1.2 milyonu seçimleri etkileyebilecek güçte ve Federal Mecliste 18 Türk kökenli milletvekili bulunmakta.
 Alman siyasileri, zaman içinde Türklerin gitmeyeceklerini, asimile olmalarının da mümkün olmadığını anladıklarında, yumuşatarak adaptasyon ve en sonunda kültürlerin kaynaşması adı altında Entegre politikalarına odaklandılar. Türklerin uyuma direndiklerini düşünüyorlardı, direnenler de vardı elbet. Çocuklarının kendi kültür, dil ve dinlerini unutacakları “Almanlaşacakları” kaygısı taşıyanlar çoktu. Yöneticilerin "Bunlar misafir, nasılsa gidecekler" düşüncesiyle yapmadıkları ve geç kaldıkları birçok hizmet vardı. İkinci neslin temsilcisi bir arkadaşım "Bize, başka milletlere sağladıkları imkanları, özellikle ulaşılabilir dil kursları açmayı yıllar sonraya bıraktılar" demişti. Rivayet edilir; süt için inek sesi, yumurta almak için gıdakladıklarına dair!
 Almancayı öğrenmek için kimi iş yerinde mecburen, bazısı Alman komşusuyla iletişim kurarak öğrenmek istedi, başaranlar oldu, hiç yüz bulamayanlar da... Mesela kayınvalidem, tele tabi isimli çizgi filmi izleyerek öğrendiğini söylerdi. Kulak kabartarak üç beş kelime, bugüne kadar hiç öğrenemeyenler de oldu. Çabaladılar, çabaladıkça “Kara kafalısınız” dediler. En büyük suçları hep 'Müslüman olmak' oldu. Olmadı, diri diri yaktılar. Almanya'da auslander (yabancı), memleketlerinde Alamancı oldular...
 Çocuklar içinde hiç kolay olmadı. Bir üst okula gitmek için sadece okul notlarının baz alındığı Almanya'da bazı çocukların iyi okullara geçmesinin önüne geçildiği vakalar oldu. Almancayı yeterince bilmediği dolayısıyla kendilerini gösteremedikleri için behindert (özürlü) muamelesi gördüler. "Herkes okumak zorunda değil, temizlik yapacak kişiye de ihtiyaç var" denildiği bilinir. Ama direnen aileler, çocukların da çabasıyla başardılar. Henüz ikinci nesilden milletvekili olanlar ve çeşitli alanlarda en zirveye kadar çıkanlar oldu. Ayrıca çocukların asli görevlerinden biri annesini, komşu teyzesini doktora veya resmi daireye götürmek gibi görevleri vardı. İnanın hala var!
 Ve onlar hep çalıştılar. Kaygılar biraz azalınca, hasretlerini geçici de olsa dindirmek için memleketlerine gitmek istediler. Bir kavram yarattılar, 'Türkiye'ye izne gitmek'. Neredeyse bunun için yaşar oldular. Memleketlerinde geçim kaynağı olup, beklenir oldular.  Aileleri kalabalıktı.  Bu yüzden artık sahip oldukları otomobilleriyle gitmek en mantıklı ve ucuz yöntemdi. Zaten Almanya'da hiçbir şeyin tadı memleketlerindeki gibi değildi. Bu şekilde sılayı gurbete, gurbette olanları da sılaya, sevdiklerine götürebileceklerdi. Özlediklerine hediyeler götürdüler. Bu da zamanla mecburiyete dönüştü. Götürmediklerinde yüzlerine bakılmadı. Kırılmadılar, pes etmediler. Neredeyse yemediler, yedirdiler, yaranamadılar! Her şey gibi bir gün bu da değişecekti.
 Daha çok çalıştılar. Gerekirse iki, üç yıl izne gitmeyip para biriktirdiler. İş yerlerinin verdiği urlaub parası (Almanya'da her iş yerinin yılda bir verdiği izin parası) yetmiyordu. Gerekirse kredi çekiyorlardı. Memleketlerinde imrenilen insanlar olmuşlardı. Daha iyi arabalarla hatta minibüsle gitmeliydiler. Görülmemiş hediyeler, sayılamayacak kadar mark götürmeliydiler, gıpta edilmeliydiler. Bu yüzden su tesisatı olmayan baba ocağına bulaşık makinası bile götürdüler. Karayolunda Sırp’ın, Bulgar’ın zulmüne katlandılar. Sıla hasretiyle canlarından oldular. Filmlere konu oldular, kasetlerde çalan türküler onlara söylendi...
 "Biz burada kalmayacağız döneceğiz" dediklerinden, memleketlerinden tarlalar, evler aldılar. İş alanları yarattılar. Buna rağmen çok suistimal edildiler. Hep göze battılar, bilerek yapanlar da oldu. Yine "Sılayı, gurbete taşımaktan" vaz geçmediler. Dönüşlerde bagajlar hep memleket hasretiyle tıka basaydı. İnsan getirdikleri de söylenir gizlice, köy peyniri, tarhanası, bulgurunun yanı sıra. Kayınpederim "Un bile getirdik, köydeki ekmeğin tadını bulamadık, galiba sorun sularda" demişti. Oysa mesele o ekmeği nerede kiminle yediğindi, zamanla onu da öğrenmişlerdi. Gurbetliğin tat vermeyen, geçmeyecek acılığını!
 Çocuklar evlenme çağına geldiğinde de 'ithal gelin-damat kavramı' çıktı. İşin ve evin varsa eş birleşimi yapma hakkın vardı. O zaman olası sorunlar düşünülmedi. Ekonomik sebeplerle o dönem memleketimizde de yoğun talep gördü. "Almancıların" şanına yakışır düğünler yapmalıydılar, yaptılar da. Bunun için krediler çekildi. Sonrasında gençler yeni bir kültüre uyum sağlaması gerekirken yapılan şatafatın bedelini her türlü ödediler. Avrupa’nın göbeğinde ataerkil aile yapısı hüküm sürüyordu! ithal gelin ve damatlardan boyun eğmeleri beklendi. Daha çok kadınlar sosyal hayattan soyutlanıp, kayın annelerin ve çocukların hizmetine verildi. Dil öğrenmek için çoğu çaba göstermedi ya da izin verilmedi. Başta sistem onları bir arada tutuyordu, zamanla kendileri gruplaştı. Bulundukları konforu aşmayan ya da aşamayanlar, günlük iki saat temizlik sektörüne hizmet ederken, çaba gösterip yeteneğinin farkında olanlar ise sistemin sağladığı bütün imkanlardan faydalanıp, sosyal ve ekonomik olarak "Almanya’da Türk olmanın"  kaymağını yediler. Bu arada Alman Helga’lar gelinlerimiz oldu. Yazma bağlayıp, şalvar giydirip köyde babalarının ellerini öptürdüler. Kızlarımıza gelince! Onlar Hans’ı sevemezdiler. Nadir de olsa Müslüman olma şartıyla onay alanlar da oldu.
 "Ve kadınlarımız" aslında en çok onların hikayeleri var. Mücadelenin yanı sıra fedakarlık, biraz geride dur, hizmet et, ailene, çocuğuna bak, hem de çalış ile geçen ömürler.
İlk yıllarda gelenler fabrikalarda başörtülerini çıkarılıp çalışmışlardı ve gocunmamışlardı. Fakat zaman içinde gelişen bazı olaylar yüzünden kadınlarını, kızlarını kaybetmekten korktular!  "Bu yaşam tarzı bizim din anlayışımıza ve kültürümüze ters" dediler, inançlarına daha çok sarıldılar ve mantalitelerini kapattılar. Tarihler 1960 ve 1970’lerdi. Çoğu o kafa yapısını bırakamadı ya da korkularını yenemedi. Fakat erkek çocuklarına sınırsız özgürlük tanıyan zihniyet, kız çocuklarını hep denetim altında tutmaya çalıştı. Ben de varım demeye çalışanlar kanayan, kan akıtmaya varan yaralardan oldular. Bu çağda çocuklarının Avrupa'nın göbeğinde bozulacağı endişesiyle memlekete dönenler hala var, geldiklerinde karşılaştıkları durum da ele alınacak başka bir konu.
 Fakat sistem gereği her kesimden kadın her iş kolunda var oldu, en zirveye kadar da çıktı. 60’larda kalan zihniyete rağmen varoluşlarını her zaman sürdürdüler.
 Henüz 2000’li yıllar başında, çoğunluğu orada meslek sahibi ve ev hanımlarıyla kurduğumuz bir dernekte, başarılı işlere imza atma fırsatımız oldu. En azından benim memleketim olan Konya'da bile, kadın kendi başına bu kadar hayatın içinde "Ben de varım" diyemiyordu, diyebilirim! "Dışarıda ayda bir, bir araya gelelim" derken, belediyenin yer tahsisi ve imkanlarıyla oraya bağlı bir dernek kurup, çalışmalar yaptık. O hanımların çalışkanlığı, verdikleri kararların arkasında durmaları takdire şayandı. Amaç kendimiz iken "Gençler ve çocuklar için ne yapabilir?" oldu. Henüz internet yaygın değildi ve bilgiye ulaşım zordu. Elimde bulunan bir video kasetten Silifke yöresinin oyunlarını önce kendim evde öğrendim, sonra çocuklara öğrettim... Kızlı, erkekli küçüklerin kaşık tutmayı ve öğrenme heveslerindeki heyecanları görülmeye değerdi. Hele annelerin sevinci! İç dünyasını anlayabildiğim anneler için bir şeyler yapma fırsatı verilmişti, heyecanlıydım. Milli duygularımın zirvesindeydim. Lisede milli güvenlik dersinde öğretmenimizin bize öğrettikleriyle başladım. Rahat, hazır ol, İstiklal Marşı, andımız, Atatürk’ün Gençliğe Hitabı, yanı sıra şiirler, marşlar... Türkiye'den kumaşlar ve malzemeler getirtip kendimiz halk oyunları kıyafetleri diktik. Sonrasında resmi bayramlarda kutlamalar yaptık. Bugün baktığımda o gün o grupta yer alan gençlerin Almanya’da Türk olarak daha güçlü bir duruşları var. Çünkü koşulsuz kim olduklarının bilincindeler…
 Almanya'da Türk iseniz, Müslümansınızdır da!  En büyük dayanma gücünüz de budur, suçunuz da!
Onlar bu büyük suça rağmen, birlik oldular ve seksenlerin başında DİTİP'i kurdular. "Diyanet İşleri Türk İslam Birliği" Almanya dernekler yasasına bağlı, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir organı. Amaçları camiler yaptırmak, asgari düzeyde de olsa çocuklara, gençlere dini bilgiler vermek ve sosyal etkinlikler düzenlemekti. Türklere olduğu gibi diğer Müslüman toplumlara da kapısını açmış, toplanma ve kültür merkezleri olmuşlardır. Almanya'nın birçok yerleşim yerinde DİTİP'e bağlı şubeler açılmıştır. Kaynakları aidat, yardım ve kermeslerdir. "Lahmacun ve döner satarak cami yapılabilir mi?"nin cevabını da ancak Almanya’da görebilirsiniz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın atadığı Din görevlileri orada hep en çok beklenenler oldu.
 İnanç dedik, Müslüman olmak dedik; bu beraberinde onlara göre başka bir sorun doğuruyordu. Başını örtüyor olmak.
 Eşimi kaybettikten sonra ben de başımı örtmeye karar verene kadar, Almanya'da en güzel günlerimi yaşadığımı fark ettim her bakımdan. Dillerini bilmem, özgüvenim, güler yüzüm hiçbiri ötekileşmemin önüne geçmedi. Gerçekten her şey bu kadar değişebilir miydi? 30 yaşındaydım, çok sevdiğim eşimi kaybetmiştim, çok acı çekiyordum ve yalnız üstesinden gelmem gereken bir hayat vardı. Olması gerektiği gibi maneviyata sarıldım. Fakat birden ikinci sınıf bir insan oldum. Bir arkadaşım "Sen başını örterek seni bekleyen zorlu yola, kendi ellerinle taş döşedin " demişti.. Gerçekten öyleydi!
 İkinci nesilden, branşında yüksek lisans eğitimini almış, kariyerinin zirvesinde, güçlü, inançlı  bir hanımefendi. Almanya ve Türkiye'de bölümüyle ilgi eğitim seminerleri veriyor. Orada hacca gitmek kolaydır, değerlendiriyor ve gidiyor. Sonrasında başını örtme kararı alıyor. Aynı kaderi yaşıyoruz 10 yıl sonra. Yükü artıyor, artık başını örterek çalışmak isteyen arkadaşları için de bir mücadele başlatıyor. Çünkü başını örten bir kadının Almanya'da yapacağı tek iş temizlik olarak görülür. Oysa o gün de, bugün de varlıklarıyla, iş güçleriyle her alanda kendilerini gösterebiliyorlar.
 Bahsettiğim hanımefendi seminer vermek için gittiği bir yerde salonu sorduğunda doğrudan temizlik odası gösterilir. Hiç tepki vermeden gösterilen yere geçer ve bekler. Konuşmacı beklenir, aranır. Bir süre sonra konuşmacının o olduğu anlaşılır ve kibarca "Ön yargı ile yaklaştınız ve benim kim olduğumu sormadınız, ben de söylemedim" der, işine bakar.
 Almanya’da yasalar bölgelere göre değişkenlik gösterir ve Bavyera'da Oberfalz bölgesi tutuculuğuyla bilinir. Bugün o ve onun gibilerin mücadelesi sonucunda o iş kolunda başörtüsü konusunda serbestlik kazanıldığını biliyorum. Elbette kabul ettirme öyküleri oldukça fazla. Yeter ki mücadele etmekten vaz geçmeyelim. Ben, ne mi oldum? Duruşum ve nezaketimle, taviz vermeden ön yargıları kırdım ve çocuklarımı büyüttüm…
 Bu arada gurbetin en güzel yanlarından biri, insanları memleket ayrımı yapmaksızın aynı ruhta buluşturmasıdır. Hatta bir süre sonra bir birinizi akraba gibi hissedersiniz, Kayserili Emine teyzenizin, Trabzonlu amcanın kızı Elif gibi! Elbette toprağının yeri de bir ayrıdır…
 Sona geliyorken "Almanya’da Türk olmanın" en zor yanı, iki kültür arasında sıkışıp kalmaktır. Kim olduğunu bilmediğin yerde kaybolursun, orada isen kim olduğunu bilmek de zordur, kaybettiklerimiz de çok oldu! Kendi kimliğinle yaşamak suç, Alman gibi yaşarım demen de fayda etmez, her fırsatta “Kara kafalı” olduğun hatırlatılır. Kendin gibi olsan da, kendinden vaz geçsen de kabul görmezsin. Gülen kahverengi gözlerin, sıcak esmer tenin her zaman seni ele verecektir…
 Ekonomik kaygım olmaması sebebiyle çocuklarımın "İki kültür arasında sıkışıp kalmamaları" için 11 yıl önce memleketim Konya’ya döndüm. Açıkçası hiç pişman da olmadım, kendimi hep şanslılardan biri saydım… Büyük beklentilerle geri dönüp, aradığını bulamayıp geri dönenler de çok oldu. Memleket önemliydi, geride bıraktıklarından, alışkanlıklarından da vaz geçemediler….
 Bugüne gelindiğinde ihtiyaçları dışında ülkelerine yatırım yapmak istemiyorlar, aileleriyle birlikte oturdukları apartmanları, kurdukları iş yerleri var! Fakat ilk iki nesil hala biraz duygusal. Gurbeti öğrendikleri ülkelerini çok özlüyorlar. Şartlarını oluşturup memleketlerinde yaşamak istiyorlar. "Uçağın arkasında, tabutun içinde memleketime dönmek istemiyorum" diyen, kırık Almanca ile konuşan dedeler, yarım yamalak Türkçe ile konuşan torunlarını bırakmak istemeyenler de çok. Artık “İkinci vatanımız” dedikleri yerde ince belli bardaklarıyla ‘Seylan’ çaylarını içiyorlar. Yeni nesil ise Antalya'nın beş yıldızlı otellerini, özel hastaneleri, Almanya’ya göre sosyal hizmetleri ya da özel günler için alış veriş yapmayı tercih ediyorlar. Memleket ziyaretlerinden sıkılıyorlar, çünkü ne anlatabiliyorlar, ne de anlaşılabiliyorlar.
 “Ülkende Almancı, Almanya’da yabancı” klişesi değişkenlik gösterse de, değişmeyen tek şey, sevdiklerine ve vatanına duyduğun özlemle geçen ömrün  özetidir; Almanya’da Türk olmak…
 Haziran 2022
Elife Yılmaz Mısral