“Nasip olur Amasya’ya varırsan
Var git Turnam haber getir Pirimden”
Sebahat Akkiraz’dan severek dinlediğim bir türkü. Benim için Türkü deyince akan sular durulur.
Cenab-ı Allah bana bir kez değil iki kez Amasya’ya varmayı nasip etti. İlki 2019 yılında oğlum bedelli askerlik için Amasya’ya gitti. Biz de onunla birlikte gittik. Oğlumu birliğine teslim ederken Selçuklulara ait Şelale Köprüsünü gördük. İlk gün pek gezemeden Tokat’a dönmüştük. Ertesi gün tekrar Amasya’ya geldik. Hava yağmurlu olmasına rağmen birçok yer gezdik. Sultan Beyazıt Külliyesini, Burmalı Camiyi, Yıldız Hamamını, Saraçhane Cami ve Tekkesini, Saat Kulesini, Mehmet Paşa Camiini, Kral Mezarlarını, Kızlar Sarayını ve Osmanlı dönemi Hamam kalıntısını gezmiştim. Çok istememe rağmen hem hava yağışlı olduğu hem de vakit geç olduğu için kaleye gidemedik.
Amasya’ya ikinci kez gidişim Yazarlar Birliği Konya Şubesi vasıtasıyla oldu. 30 Temmuz-1 Ağustos 2021 tarihleri arasında “Yazılacak çok Şeyimiz” projesi kapsamında iki günlük Amasya ve Tokat gezisi gerçekleştirdik. Konya Şubesi Yazarlar Birliği Başkanı Ahmet Köseoğlu, gezi için eşim sadık Bey’i arayınca bana danıştı. Ben, “daha önce gezdik ama gurup ruhunu yaşamak farklı olsa gerek” dedim. Bunun üzerine Başkanın nazik davetine icabet ettik. Amacımız Yazarlar Birliği üyeleriyle birlikte hareket etmek, tasada ve kıvançta aynı havayı solumaktı. Bu açıdan çok güzel bir gezi oldu.
Otobüsümüz 30 Temmuz 2021’de Cuma günü Beşarebey Mescidinin karşısından saat 9.30’da hareket etti. Cihanbeyli, Kulu, Kırıkkale, Çorum istikametinden akşam saatlerinde Amasya’ya ulaştı. Yol boyu manzara çok güzeldi. Bahşili’de Kızılırmak köprüsünden geçerken gördüğümüz güzellik karşısında büyülendik. Irmağın iki kenarında söğüt dalları eğilmiş nehri öpüyordu. Irmak dal olmuş dallar da ırmak olmuş sarmaş dolaş birbirini emziriyordu.
Otobüste yolculuğun zevkli geçmesi için Başkan Ahmet Köseoğlu açılışı yaparak iyi yolculuklar diledi ve gezi hakkında görüşleri almak için mikrofona yolcuları davet etti. Herkes bir fıkra ya da anısını anlatıyordu. Ozan İsmail Detseli, gezi ile ilgili yeni kaleme aldığı şiirini bizlerle paylaştı. Sonra kendi köylerinde yaşamış ilginç bir adamdan bir anekdot aktardı. Adam alışveriş yapmak için Konya’ya gitmiş. Giderken de anası bana tuz al diye sıkı sıkı tembih etmiş. Yolda ağaca ogul salmış bir arıyı olduğu gibi çuvala koymuş. Pazara götürmüş. Arı satarım var mı alan demiş. Hiç kimse alıcı olmamış. Akşamüzeri, “Bu çuval bana lazım, ya içindekini alırsınız ya da üzerinize salıveririm” demiş. Adamlar etme yapma dedilerse de laf anlatamamışlar. Adam arıyı salmış ve çuval boşalınca annesinin istediği tuzu alıp köyüne dönmüş.
Tarih öğretmeni olan arkadaşlar Amasya ve Tokat’ın tarihiyle ilgili bilgi verdiler. Melahat Hanım, Amasya adının nereden geldiğine dair birikimlerini bizlere aktardı. Amazon kraliçesi Amasis’e nispetle bu bölgenin Amesia, daha sonra Amasya diye anıldığını söyledi. Danişmend Gazi tarafından feth olunduğunu sözlerine ekledi.
Hüzeyme Hanım, Refik Halit Karay’ın “Ayakkabı” hikâyesini okudu. Hikâye oldukça etkileyiciydi. Kulu’dan Fatma Ünveri, Kırıkkale’de bir petrol istasyonundan da Vural Kaya’yı aldık. Çorum, Merzifon ve Suluova üzerinden Amasya’ya vardık. Suluova, çok geniş bir alanı kaplıyor. Nüfusu da 45 bin civarı. İçinden geçen Yeşilırmak’ın hayat verdiği ovalar. Hemen hemen her çeşit meyve yetişiyor. Mısır ve pancar ekiminin ekonomiye katkısı çok fazla.
İkindiden sonra Amasya’ya vardık. Uzaktan Ferhat ile Şirin’in heykeli göründü. Daha önce de gezdiğimiz için burayı tekrar gezmek için can attım. Ferhat’ın Şirin’e kavuşmak için sert kayaları oyarak açtığı su kanalı hâlâ tüm güzelliğiyle günümüze kadar gelebilmiş.
Yeşil ırmağın iki yakasına kurulmuş olan Amasya çok şirin bir kent. Kendine özgü şehir dokusuyla, nehir kenarına yapılmış yalıları, kalesi, Kral mezarları, köprüleri, camileri ve diğer tarihî eserleriyle sanki İstanbul’un Anadolu’da küçük bir versiyonu.
Amasya’da The Appele Otel’inde konakladık. Otel tepede şehre hâkim bir mevkide yer alıyor. Otobüsle çık çık bitmiyor. Otel, çok temiz ve nezih bir yer. Bizi böyle güzel bir otelde konaklattığı için başkan Ahmet Köseoğlu’na ve emeği geçen herkese teşekkür ederim. O gün oğlum da Amasya’daymış, otele geldi, bir süre sohbet ettik. Ertesi gün kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 08.30 sularında otelden ayrıldık. Rehberimiz de otobüse binince Amasya’yı gezmeye başladık.
İlk durağımız Ferhat ile Şirin Müzesi oldu. Müzenin içini gezmedik ama bahçesinde tarihi eserlerin maketleri bulunan bir mahali ve Ferhat’ın Şirin için açtığı rivayet edilen su kanalını gezdik. Kanalın boyu yer yer kesintiye uğramakla birlikte- bir kısmı yıkılmış, bir kısmı da yola gitmiş- uzunluğu 12 km’yi buluyor. Genişliği ve yüksekliği 50 cm ye yakın. Rivayete göre Kraliçe Mehmene Banu çok sevdiği kız kardeşi Şirin için bir saray yaptırmak ister. Ferhat Sarayın içini tezyin eden bir nakkaştır. Bahçede güzelliğiyle ün salmış Şirin’i görünce oracıkta âşık olur. Şirin de Ferhat’a âşık olur. Ferhat, araya adamlar koyarak Şirin’i ablasından istetir. Ablası kız kardeşini Ferhat’a vermek istemez. İşi yokuşa sürer. Şehre 12 km mesafede bulunan Elma Dağı’ndan şehre suyu akıtırsa kız kardeşini verebileceğini söyler. Bir rivayete göre abla da Ferhat’a âşıktır. Ferhat koca dağı parçalayıp kanal işini bitirmeye başlayınca Hükümdar Sultan şehrin en cin fikir kadını yanına çağırır ve Ferhat’tan kurtulma yollarını sorar. Kadın, “Sultanım, sarayda bir helva kavursunlar ve gizlice bana versinler” der. Bir ikindi vakti kimseye görünmeden helva tabağını alarak doğruca Ferhat’ın bulunduğu yere gelir. Helvayı da Ferhat’a ikram eder. Ferhat, kimin için helva pişirildiğini sorunca kadın; “Sen Şirin için bunca dağı deldin ama Şirin öldü. Bu da onun helvası.” der. Ferhat o kadar çok üzülür ki bu dünyada kavuşamadığı Şirin’ine öldükten sonra kavuşmayı ister ve elindeki kazmayı yukarı fırlatarak altına durur. Kazma Ferhat’ın başını paramparça eder. Ferhat’ın öldüğünü duyan Şirin de kendi gözleriyle Ferhat’ı gördükten sonra kendini uçurumdan aşağı bırakır.
Bahçede ayrıca Âşıkların ismi yazılmış Âşıklar Çeşmesi ve Ferhat ile Şirin’in kabri bulunuyor. Kabrin başında dua ettik ve Âşıklar Çeşmesinden suyumuzu içtik.
İkinci durağımız Arkeoloji Müzesi oldu. Arkeoloji müzesinde rehberimiz bizlere kulaklık aracılığıyla arkeoloji müzesinde bulunan eserleri dönemini ve özelliklerini anlattı. Müze iki katlı bir binadır. Müzede Kalkolitik Çağdan itibaren Tunç Çağı, Hitit, Urartu, Frig, İskit, Pers, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu, İlhanlı, Beylikler ve Osmanlı eserleri yer alıyor.
Alt katta sergi salonunun hemen sağında Pişmiş kaplardan yapılan lahitler dikkat çekiyor. Lahitlerin içinde insan iskeletleri yer alıyor. Roma lahitlerini andıran küvet şeklinde yine pişmiş topraktan yapılan lahit de çok enteresandır. Lahitlerin sergilendiği bölümün duvarları o dönemi yansıtan temsili resimlerle bezenmiş. Yine ilerledikçe antik döneme ait vazolar, heykelcikler, çift kulplu ve kuş ağızlı sürahiler ve destiler bütün albenisiyle ziyaretçileri büyülüyor. İkinci katta Gök Medreseden getirilen kapı kanatları, zemini mozaikli bir salon, Mumyalar salonu, çeşitli silahlar, Roma, Bizans Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait altın ve gümüş paralar, süs eşyaları, takılar ve çeşitli kap kacaklar bulunuyor. Mumya odasında Moğol Emiri Cumudar ile biri kadın dört kişinin iskeleti var. Mumyaların isimleri şöyledir. Daha önce Burmalı Minare camiindeki türbede medfun İlhanlı Genel valileri Şehzade Cumudar ile İşbuğa Noyan ve Fethiye Camiindeki Amasya Genel Valisi İzzeddin Mehmet Pervane, eşi, oğlu ve kızı. 1928 yılında müze binası yapılınca buraya taşınmıştır. İskeletlerin üzerinde kafataslarında dikiş izlerine rastlanması Selçuklular ve İlhanlılar döneminde beyin ve açık ameliyatların yapıldığını göstermektedir. Müzenin bahçesindeki türbe Selçuklu Sultanı I. Mesut’a aittir. İbrahim Hakkı Konyalı Müneccimbaşı Tarihine dayanarak Amasya yakınlarında tesis ettiği Simera kasabasında yaptırdığı türbeye defnedilmiştir diyor. (Konyalı, Abideleri ve Kitabeleriyle Konya Tarihi, s.582,Enes yay.1997/ANK)
Müzede hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra yolun karşısına geçerek Osmanlı Sultanı II. Beyazıt adına oğlu Şehzade Ahmet tarafından yaptırılan cami ve külliyeyi ziyaret ettik.
II. Beyazıt Külliyesi
1481-1486 yılları arasında II. Beyazıt’ın emriyle oğlu Şehzade Ahmet tarafından babası adına yaptırılmış cami, imarethane, medrese, şadırvan ve namaz vakitlerini güneşe göre ayarlayan bir Muvakkithane’den ibarettir. Caminin sol tarafında Şehzade Ahmet’in genç yaşta ölen oğlu Şehzade Osman’a ait bir türbe külliyeye sonradan ilave edilmiştir.
Cami; yan mekânlı ya da zaviyeli cami mimarisinin en güzel örneklerinden olan cami, ortada büyük bir kemerle ayrılan iki kare mekânla, doğu ve batı yanlarda üçer kubbeli yan mekânlardan oluşur. Orta mekânı sekizgen kasnaklarında 16’şar pencere bulunan iki büyük kubbe örter. Kubbe içi ve pencere kemerlerinin üzerleri zengin kalem işleri ile süslenmiştir.
Kuzeydeki son cemaat yeri, 6 yuvarlak mermer sütun üzerine oturan ve beş sivri kemer ile birbirine eklenmiş ve üzeri beş kubbe ile örtülmüştür. Son cemaat yerindeki pencere üstleri mavi beyaz çini panolarla süslenmiştir. Burada iki ucunda yükselen ve tek şerefeli olan minarelerden soldakinin gövdesi dikine yivli, sağdakinin ise zikzak taş dekorludur.
Caminin çok süslü, mukarnaslı bir taç kapsı vardır. Uzaktan bakıldığında mukarnasların oluşturduğu bölüm bir baykuşu andırmaktadır. Kapının alınlığında ve yanlarında caminin yapılışına dair kitabeler yar almaktadır. Mihrabı ve minberi mermer ve geometrik motiflerle süslüdür. Orta mekanı kaplayan büyük kubbesinin tavanında “İnnema yemuru mesacidallahi..” ile başlayan Tövbe suresinin 18.ayeti sülüs hatla yazılmıştır.
Medrese: Caminin batı yönünde u planlı medrese yer almakta, ortada genişçe bir avlu ve avlunun etrafında kubbeli revaklar ve bunların arkasında öğrenci odaları bulunmaktadır. Kuzeydeki giriş kapısının karşısında sekizgen kasnaklı ve üzeri bir kubbe ile örtülü kare planlı bir Dershane yer almaktadır. Evliya Çelebi’nin Amasya’da bulunan en süslü medrese olarak nitelediği Sultaniye medresesi, 1922 yılından beri İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Kütüphanede kitaplar itina ile korunmaktadır. Görevli önce çelik bir kol ile her tarafı çelik olan duvarı kaydırdı ve kitapların ahşap kitaplıklarda korunduğunu, yangına karşı önlem olsun diye bu çelik mekanizmayı yaptırdıklarını söyledi.
İmarethane: Caminin solunda L plan üzerine bina edilmiş, bölmelere kemerlerle birbirine bağlanmış ve her birinin üzeri kubbe ile örtülmüş İmarethane bulunmaktadır. Burada öğrencilere ve fakirlere ücretsiz sabah akşam yemek dağıtılmaktadır.
Maket Amasya Müzesi: İmarethanenin bir bölümü Maket Amasya Müzesi olarak kullanılmaktadır. 1914 yılında çizilmiş bir resim örnek alınarak maket yapılmış, efektlerle ve ışıklarla anlam bütünlüğü sağlanmış, kubbeye gece karanlığı verilmiş, gökyüzüne ay ve yıldızlar serpiştirilmiştir. Müzenin rehberi lazer ile bizlere tarihi ve fizikî mekânları gösterdi.
Şadırvanı resimlerle tezyin etmişler. Üzerinde sülüs hatla yazılmış “ölmeden önce namazda acele et. Yine ölmeden önce tövbe et” mealinde ibareler bulunmaktadır.
Saraydüzü Kışla Binası: Binayı dışarıdan gördük. İçeri girmedik. Rehberimiz kulaklık vasıtasıyla bize bilgi verdi. Mustafa Kemal 19 Mayıs’ta Samsuna çıkınca Mülki amirlere bir genelge göndererek protesto telgrafı çekmelerini emretmişti. Haziran ayında Amasya’ya gelen Mustafa Kemal, 21-22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesini Saraydüzü Kışla Binasında hazırlamıştır. Mustafa Kemal burayı bir müddet üs olarak da kullanılmıştır. Saraydüzü Kışla binası aslına uygun olarak Yeşilırmak’ın kıyısında yeniden yapılmıştır. Bina, Cumhuriyet dönemine ait eserler ve bazı belgelerin sergilendiği bir müze olmasının yanı sıra bir kültür merkezi olarak da kullanılmaktadır.
Yıl boyunca açık olan Saraydüzü Kışlası’nda Mustafa Kemal’in Amasya’ya gelişi, karşılama heyeti ve Amasya Tamiminin yayımlanmasını anlatan rölyefler ve heykeller ile bu döneme ait bazı belgeler sergilenmektedir.
Saraydüzü Kışla Binası, bir adet amfi tipi salonu, sergi salonları ve toplantı odalarıyla günümüzde bir kültür merkezi olarak kullanılmaktadır. Amasya İl Kültür Müdürlüğü tarafından işletilen Müze’ye giriş ücretsizdir. Ziyaretçilerin amatör makinelerle fotoğraf alabilmelerine izin verilmektedir.
Saat Kulesi: Hükümet konağının solunda, köprünün hemen yanında ilk defa 1865 yılında Amasya Valisi Ziya Paşa tarafından yaptırılan Saat Kulesi 1944’te köprünün yeniden inşası sırasında yıkılmıştır. 2002’de yeniden yapılmıştır.
Rehberimiz, Saat Kulesinin Amasyalılar için ayrı bir anlamı ve önemi olduğunu anlattı. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir hikâyesi vardır. Hikâye şöyle: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Merzifon’a yerleşen İngiliz birlikleri halkı tahrik etmek ve karışıklık çıkarmak üzere bir takım faaliyete girişmişlerdir. Amasya’ya gelen iki İngiliz subayı Mondros Mütarekesinin 4. Maddesini gerekçe göstererek Amasya Cezaevindeki bütün mahkûmların serbest bırakılmasını isterler. Başta Mutasarrıf Sırrı Bey olmak üzere hapishane müdürü ve Komiser İsmail Efendi İngilizlerin isteklerine boyun eğmezler ve iki subayın derhal Amasya’yı terk etmesini isterler. Çaresiz Amasya’yı terk eden İngiliz subayları ertesi gün İngiliz Temsilcisi Solter’le birlikte mutasarrıfı tevkif etmek üzere tekrar Amasya’ya gelirler.
Bu arada bir gurup İngiliz askeri Saat Kulesi’nin kapısını kırarak kuleye çıkarlar ve kulenin tepesindeki Türk bayrağını indirip İngiliz bayrağı asarlar. Bu olay Amasya’da büyük bir tepkiye yol açar. Meydana toplanan kalabalık isyanın eşiğindeyken şehrin ileri gelenlerinden Müftü Hacı Tevfik Efendi ve Kadı Ali Himmet Efendi, Hoca Bahaeddin Efendi ve Vaiz Abdurrahman Kâmil Efendiler tam zamanında yetişerek halkı sakinleştirirler. Şehir halkı, Amasya’da kargaşa çıkarmak isteyen İngilizlerin oyununa gelmekten şehrin eşrafının yardımıyla bu şekilde kurtulur. Halk çok öfkeli ve üzgündür. Gözyaşlarını tutamayan Kadı Ali Himmet Efendi’nin üzüntü ve öfkeyle; “Allah büyüktür, bizim gibi asil bir milletin memleketinde yabancı bayrağı dalgalanamaz.” Diye sesini yükselttiği sırada hiç beklenmedik bir uğultu yükselir. Aniden çıkan fırtına herkesin korkuyla yere yığılmasına sebep olur. Kısa süren bu fırtına, Saat Kulesi’nin tepesinde dalgalanan İngiliz bayrağını paramparça ederek Yeşilırmak üzerine savurmuştur. Ayağa kalktığında olan biteni gören Amasya halkı mutluluğa gark olur.
Gördükleri bu inanılmaz olay karşısında İngiliz askerleri Hükumet Konağına sığınırlar. Halk ise kuleden indirilen Türk bayrağını besmele ve tekbir sesleriyle tekrar yerine asar.
Gök Medrese’nin içine girmedik. Müzeye giderken yolda rehberimiz gösterdi ve anlattı. Cami, medrese ve türbeden oluşan külliye 1267 yılında Amasya valisi Seyfeddin Torumtay tarafından yaptırılmıştır. Sekizgen biçimli türbe kasnağındaki mavi sırlı tuğlalardan dolayı Gök Medrese adını almıştır.
Hem cami hem de medrese olarak kullanılan dikdörtgen planlı yapının duvarları kesme taştan örülmüştür. Caminin büyük beşik tonozlu eyvanlı bir giriş kapısı vardı. Ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden olan kapısı Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
Saat 12-13 arasında Kral Mezarlarını gezdik. Gurubun hepsi yukarı çıkmaya cesaret edemedi. Bir kısmı aşağıda, şehrin eski kurulan mekânlarını gezdi, bir gurup da yukarı çıktık. Hepsi aynı olduğu için sol tarafta bir tane mezarı gezdik. Mezarı yay şeklinde oymuşlar, araya bir dehliz oyarak ikinci bir oda ya defnetmişlerdir. Oyma işi iki kere tekrarlanmış, kayadan akan sular mezara girmesin diye suyolu yapılarak akıntının dışarı çıkması sağlanmıştır. Danişment Ahmet Gazi’nin Amasya’yı fethedince cenazeleri kaldırttığı rivayet edilir. Mezara giderken kubbesi yıkılmış ve sadece duvarları ve bölmeleri kalmış Osmanlı Hamamı kalıntılarını da gördük.
Saat 13.00’de Beyazıt camiinde buluşarak namazlarımız eda ettik. Kumanyalarımızı yedikten sonra Darüş-Şifa’yı ( Bimarhaneyi) gezdik.
Darü’ş-Şifa (Bimarhane): Bimarhane’yi İlhanlı Hükümdarı Olcayto Han, 1308 yılında eşi Uldız (Yıldız) Hatun adına yaptırmıştır. Karşılıklı iki eyvanı, eyvanların arasında iki tarafı revaklı avlusu ve revakların ardındaki tonoz örtülü odaları ile klasik Selçuklu Açık Avlulu Medreselerine uygun bir Tıp Medresesidir. Giriş cephesi, eyvanlar ve revak kısımları kesme taştan, diğer kısımları ise moloz taştan yapılmıştır.
Birçok değerli hekim yetiştiren şifahanenin en eski hekimi Amasyalı Sabuncuzade Şerafettin bin Ali’dir. On dört yıl burada hekimlik yapan Sabuncuzade 1465 yılında hazırladığı Kütabü’l- Cerrahiye’-i İlhaniye adlı minyatürlerin de yer aldığı kitabını Fatih Sultan Mehmet’e takdim etmiştir. Müellif eserini Türkçe olarak kaleme almıştır. Yılan zehrine karşı panzehri bulan ve uygulayan ilk hekimdir.
Devrine göre olağanüstü gelişmiş yöntemlerle hasta tedavilerinin gerçekleştiği, ameliyatların yapıldığı, tüm bu teknik ve uygulamaların öğrencilere eksiksiz anlatıldığı bir eğitim hastanesidir. Öğrenci odalarında ve hasta odalarında duvarlara asılan minyatürlerden hastaların nasıl tedavi edildiği bize bir fikir vermektedir. Eyvanın birinde saz takımı vardır. Burada musiki eşliğinde hasta tedavi edilmektedir. 1939 depreminde büyük hasar gören bina 1992-97 yılları arasında büyük ölçüde bir onarım geçirmiştir. O günden bu yana Darüşşifa, belediye konservatuvarı olarak müzik eğitimine devam etmektedir.
Azeriler Camii: Amasya’ya giderken yolda bir arkadaşımız Aşık Nigari’den bahsetmişti. Gerçek adı Hamza olan aşığın, öğrenim gördüğü sırada Nigâr adlı bir kadının çok desteğini gördüğü için vefa ve minnet duygusunu ifade etmek üzere onun adını mahlas olarak kullandığını belirtir. Şirvanlı Şeyh Hacı Mahmut Efendi tarafından Azerbaycanlılardan ve Amasya’da yaşayan Azerilerden Şeyhi Mir Hamza Nigâri adına para toplayıp bir cami yaptırdığını, türbesinin de camini yan tarafında bulunduğunu; eğer orayı ziyaret etmezsek Konya’ya gidip Hz. Mevlana’yı ziyaret etmeden dönmüş gibi olacağımız söylemişti. Başkanımız Ahmet Köseoğlu da programda olmamasına rağmen 15 dakikalık bir zaman ayırdı.
Cami, 1873- 1895 yılları arasında yapılmıştır. Mir Hamza Nigâri adına sevenleri ve müritleri tarafından yapılmıştır. 1886 yılında Harput’ta vefat eden Hamza Nigârî’nin cenazesi vasiyeti üzerine Amasya’ya getirilip bir evin bahçesine defnedilmiş, daha sonra Hacı Mahmut Efendi tarafından mezarın üzerine bir türbe yapılmış, yanına da cami inşa edilmiştir.
İkindi namazından sonra bir saat kadar bizleri başkanımız Amasya’da serbest bıraktı. İsteyen sahilde oturdu, dinlendi dileyen alış veriş yaptı. Saat 18.30 sularında Tokat’a hareket ettik.
II- TOKAT GEZİSİ
Tokat’ta 19.30 civarında geldik ve Dedeman Otel’e yerleştik. Akşam yemeğinden sonra herkes odasına çekilirken bir gurup Hıdırlık Köprüsünü seyre gitti. Bizi de iş için Tokat’ta bulunan oğlum otelden alarak Teyzemizin evine götürdü. Yaklaşık iki saat kadar sohbet ettikten sonra oğlum bizi otele geri götürdü.
Hıdırlık Köprüsü: 1250 yılında Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrevin üç oğlunun aynı anda hükümdarlık yaptığı zamanında yapılmıştır. Sivri kemerli ve üçgen ayaklı, şehri ikiye bölen Yeşilırmak üzerine kurulmuş olan bu Selçuklu köprüsü kitabesi olan tek köprü ve sekiz asırdan beri şehir halkını birbirine bağlamaktadır. Kitabede üç hükümdarın ismi de yer almaktadır. Meydanda bir de tekke yer almaktadır.
Otelde sabah kahvaltısından sonra otobüsümüze binerek Hıdırlık köprüsü yakınından şehir içine girdik. Rehberimiz de otobüse binerek bize Tokat’ı anlatmaya başladı. Tokat kalesi tüm ihtişamıyla şehre yüksekten bakıyordu. Sentimur Türbesinin yanından Gök Medrese’nin önünde otobüsümüzden indik.
Meydan Camii (Hatuniye): II. Beyazıt annesi adına yaptırmıştır. Kesme taştan inşa edilen caminin tarihi 1458’dir. Cami, 1942 senesindeki depremde ciddi hasar görse de tamir edilerek günümüze kadar gelmiştir.
Cami ilk yapıldığında medreseye de sahip büyük bir külliye iken zamanla etrafındaki yapılar yıkılmış, ancak cami günümüze kadar gelebilmiştir. Caminin mukarnas ve geometrik motiflerle süslü çok güzel bir taç kapısı bulunmaktadır. Kubbesi ve yan kubbeler ve sütunlar kalem işiyle süslenmiştir.
Gök Medrese: Adını Turkuaz rengi çinilerinden alan Gök medreseyi Muiniddin Süleyman Pervane tarafından Şifahane olarak yapılmıştır. Yapılış tarihi belli olmasa da Pervanenin vefatı 1277’dir. Muhtemelen 1265’ten sonra yapılmıştır. Bina eyvanının yanında bulan kabirlerde kırk kızın yattığı rivayet edildiğinden Kırk Kızlar Medresesi olarak da tanınmaktadır.
Yapı tıp öğretimi ve hastane olarak 1811 yılına kadar devam etmiş, 1926’da yeniden tamir edilerek uzun yıllar müze olarak kullanılmıştır.
Uzun süre müze olarak kullanılan medresede restorasyon çalışmaları olduğu için gezmek mümkün olmadı.
Rehberimiz Tokat’ı çok seven birisi. Tokat’ın neyi meşhursa onları almamızı teşvik etti. Özellikle yaprağını, pekmezini ve baskı tekniğiyle yapılmış şal ve kumaşları tavsiye etti. Hep birlikte bu eserlerin en çok sergilendiği Taş Han’a yöneldik.
Taş Han: Voyvoda hanı olarak da bilinen Taş han 17. yy. da yapılmış Osmanlı eseri bir binadır. Anadolu’nun en büyük şehir hanlarındandır. Kuzey güney konumunda kesme taş ve tuğladan dikdörtgen planlı, açık avlulu ve iki katlı olarak inşa edilmiştir.
1600’lü yılların ortalarından itibaren Tokat Voyvodalık haline getirilmiştir. (Vezirlerin, hasların yıllık gelirlerinin toplanması)
Günümüzde avlusu, çay bahçesi, bölmeleri el sanatları ve atölyeleri olarak kullanılan yapı 112 odalıdır. Dükkânlarda Tokat yöresine ait bakır kaplar, kazanlar, tencere ve tabakla, kıyafetler, basma tekniğiyle yapılmış şallar, örtüler ve çeşitli kumaşların, oyuncaklar satılmaktadır. Satışlar durgun ki bazı esnaflar siftah yapamadıklarından dert yanmaktadırlar.
Taş Han’dan sonra rehberimiz bizi Sulu Sokak’a götürdü. Sulu sokağın hemen sağında Münüiddin Süleyman Pervane’nin yaptırdığı ve halen erkek ve kadınlar bölümünün faaliyette olduğunu anlatan rehberimiz, hamamın soğukluk, ılıklık ve sıcaklık ve külhan bölümlerinden oluştuğunu söyledi. Her bir birimin üzeri kubbe ile örtülüdür.
Sulu Sokak: Tokat Belediyesi, tarihi dokusu korunan bir sokaktaki evleri restore ederek yine içinde oturanlara bırakmışlar. Oldukça büyük ve dik bir sokak. İki tarafı orijinal evler ve mimari eserler ile süslü.
Sulu Sokak’ta Basmacılar Atölyesini gezdik. Öğretmen bizlere boyanın nasıl inceltildiğini gösterdi. Bizler de baskı kalıbını boya sandığına batırarak peşkire baskı yaptık. Odanın birinde yapılan eserler, kıyafetler sergileniyor ve satılıyor. Hanımlar beyleri çıldırtacak kadar alış verişe daldılar.
Sulu Sokakta bulunan Basmacılar Hanının restore etmişler ve otel işletmeciliğine vermişler. Onun için içine girip gezemedik.
Yukarı doğru çıkıyoruz sağımızda ve solumuzda Tokat sivil mimarisinin en güzel evleri ve dükkânları yer alıyor. Sağımızda Kâbe Mescidi var. Mahalleye adını veren mescidin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor. Bir kısım arkadaşımız mescide “Kâbe” adının verilmesine itiraz ettiler. Bazı arkadaşlarımız da Türk insanının Allah, Peygamber ve Kâbe sevgisinin önüne bend vurulamayacağını, bunun için de sık sık bu isimlere rastlanmasının normal olacağını savundu. Tokat’ın ahşap kapıları ve kapı tokmakları çok güzeldir. Bir kısım kapı tokmakları Tokat Müzesinde sergilenmektedir.
Tokat Müzesi: Tarihi Sulu sokakta yer alır. Tokatta müzecilik çalışmaları ilk olarak 1926 yılında emekli Öğretmen Halit Turgut Cinlioğlu’nun çevreden topladığı tarihi eserleri bir Anadolu Selçuklu medresesi olan 13. Yy. bina edilen Gök Medrese’de depo etmesiyle başlamıştır. Arkeoloji ve etnografik eserlerle sikkelerin sergilendiği karma müzeler gurubunda yer alan Tokat Müzesi, 2012 yılında Gök Medrese’den alınarak Sulu Sokak’ta yer alan Tokat Bedesteni’ne taşınmıştır. İnşa tarihini belirten bir kitabesi bulunmayan yapının mimarî özellikleri göz önüne alınarak 15. Yy. Sultan I. Mehmet döneminde yapıldığı düşünülmektedir.
Tokat Bedesteni, ortada yer alan Bedesten bölümü, doğu ve batı cephelerinde yer alan Arasta birimleriyle birlikte toplan üç mekândan oluşmaktadır. Bedesten bölümü, dört çift paye ile dokuz bölüme ayrılmış ve her birinin üzeri kubbe ile örtülmüştür. Kuzey ve güney cephelerinde yer alan kapılarla girilen Bedesten’in doğu ve batıda arastalara açılan birer kapısı daha bulunmaktadır. Bedesten duvarlarından daha alçak tutulmuş arasta bölümünde karşılıklı 20 dükkân yer almaktadır.
Moloz taş ve tuğla malzemeyle inşa edilmiş olan Tokat Bedesten’inde, kemerler ve üst örtüde tamamen tuğla kullanılmıştır.
Müzede hemen girişte bir lahit ve içinde mumyalanmış bir iskelet bulunmaktadır. Kuş ağızlı ve iki kulplu, dört ve sekiz kulplu pişmiş topraktan yapılmış destiler, kullanılan çeşitli mutfak ve süs eşyaları, takılar, Selçuklu, Roma ve Osmanlı dönemlerine ait altın ve gümüş sikkeler, silahlar, etnografya bölümünde ise kadın ve erkek günlük kıyafetleri, düğün kıyafetleri, bindalliler ve dini bölümde de Meryem Ana ve İsa heykeli, resimler, işkence edilerek öldürülen bir azize heykeli, el yazmalı Kur’an-ı Kerim ve Enam cüzleri, beratlar v.s sergilenmektedir. Müzede Anadolu Selçuklu dönemine ait, Anadolu müze ve kütüphaneleri içerisinde bilinen en eski Kur’ân-ı Kerim H.587 (M.1191)tarihli olan el yazması Kur’ân-ı Kerim’in sergilenmiş olması ayrı bir önem arz etmektedir. Türk seramikçiliğinin yaygınlaşmasında İznik, Kütahya ve Çanakkale’den sonra dördüncü sırada Tokat yer almaktadır.
Tam sırasını hatırlayamasam da Tokat Belediye Şehir Müzesini gezdik
Şehir Müzesi: Sulu Sokak’ta yer alan müze 2019 yılında Belediye Başkanı Eyüp Eroğlu tarafından hizmete açılmıştır. Müze içerisinde Tokat esnafını canlandıran bal mumu heykeller, kullanılan eşyalar, dokuma tezgâhları, fırınlar ve külhanlar, ekmek yapan kadın maket heykelcikleri, Tokat’ın yetiştirdiği ilim adamları, öğretmenler ve meslek erbabının fotoğrafları ve hakkında bilgiler yer alıyor.
Müze binası bodrum katıyla beraber üç katlı olarak inşa edilmiştir. Alt katta dokuma tezgâhları, Tokat’a has yazma ve örtüler ve basmakalıplar, fırınlar, ziraî aletler, fırınlar ve ocaklar, mutfak eşyaları ve büyük kazanlar ve kaplar yer almaktadır. Girişte hemen sağda Cumhuriyetten itibaren okulların, öğrencilerin ve öğretmenlerin ve iş adamlarının fotoğrafları, tarihi eserler, Tokat ve Niksar kalelerinin resimleri v.s arkalı önlü halinde teşhir edilmektedir. Üst katta marangoz hane, debbağhane, kumaş boyamaları, gündelik ve özel günlerde giyilen kıyafetlerin sergilendiği reyonlar yer almaktadır. Şehir müzesinin ziyaretinden sonra Tokat Belediye Başkanı Eyüp Eroğlu da bize katıldı ve müzenin arka bahçesinde kısa bir tanışma faslı yapıldı.
Ulu Camii: Orijinalliğini en fazla korunan camilerimizdendir. Süslemeleri ve mimari zekâsı açısından örnek olarak gösterilir.
İlk olarak Danişmentliler zamanında 13. yy. da inşa edilen cami, 1679’da Avcı Sultan Mehmet döneminde tamamen yenilenmiştir. Dikdörtgen plan üzerine inşa edilen caminin doğu ve batı yönünde iki adet son cemaat yeri bulunmaktadır. Bu özelliği ile Anadolu’da tektir. Her iki tarafta da devşirme sütun ve sütun başlıkları kullanılmıştır. Harim kısmının üzeri ahşap tavan ile örtülmüştür. Çatı saçağının sağında ve solunda birer adet taştan kuş evleri bulunmaktadır.
Deveciler Hanı: Fatih Mehmet Paşa hanı olarak da bilinen Deveciler Hanı, Takyeciler Camiinin güneyinde, Yağıbasan Medresesinin batısında yer alır. Kitabesi bulunmayan yapının mimari özellikleri esas alındığında Çelebi Mehmet veya oğlu II. Murat zamanında yapıldığını işaret etmektedir. Han, fatih sultan Mehmet Vakfına kayıtlıdır.
İki katlı olarak yapılmış Han’ın giriş kısmı kuzey cephesinin ortasındadır. Giriş kapısının önünde üzeri kubbe ile örtülmüş bir mekân bulunmaktadır. Kapının iki yanında yola cepheli doğu yönünde 10, batı yönünde ise 5 dükkân bulunmaktadır. Avluya üstü tonozla örtülü mekândan geçilmektedir. Alt katta 27 oda bir tuvalet, üst katta ise 28 oda bir tuvalet olmak üzere 55 oda ve iki tuvalet bulunmaktadır. Her odada eşya koymak için bir dolap nişi ve ocak bulunmaktadır.
Hanın doğu yönünde avlunun doğusunda bulunan kapıdan geçilen iki büyük tonozla örtülü develik kısmı bulunmaktadır. Develik kısmının dış kapısı yenileme sırasında kapatılmıştır. Bir ara konservatuvar eğitimleri için ayrılan han, biz gittiğimizde metruk bir durumdaydı ve yenileme çalışmaları yapılmaktaydı.
Deveciler hanından sonraki durağımız Yağıbasan Medresesi oldu.
Yağıbasan Medresesi: Takyeciler Camiinin güneyindedir. 1151-1158 yıllarında Danişment Emiri Nizamettin Yağıbasan tarafından yaptırılmıştır. Anadolu’da ilk yapılan medreselerdendir. Avlu kubbesi 14 metre çapındadır ve 10 metreye yakın bir açıklığı vardır. Çukur Medrese diye de anılır. Süslemesiz, moloz taşlardan inşa edilmiştir. Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus’un hükümdarlığı zamanında 1247 yılında onarım görmüştür.
Tokat’ta en ilginç yapılardan biri de Sulu Sokağın sonunda meydanda yer alan Sık Dişini Helası’dır. Bina kare planlı olup dış cephesi moloz taşla örülmüş olup üzeri kubbe ile kapatılmıştır. İçerisini gezmedik. Çarşı esnafının ve müşterilerin tuvalet ihtiyacını karşılamak için yapılmıştır. Yapı ihtiyaca binaen yapılan tahminen 17 yüzyılda inşa edilen tek binadır. Bu yüzden binanın önünde uzun kuyruklar oluşmuştur. Halk arasında “sık dişini” dedikleri için bina “Sık dişini Helası” olarak bilinmektedir. Tokat Belediyesi Restorasyon projesine alarak “Su ve Temizlik Müzesi” olarak açmayı hedeflemektedir.
İkindi namazımız Takyeciler Camiinde eda ettik. Bu cami hakkında da biraz bilgi verelim:
Sulu Sokak’ta Yağıbasan medresesinin karşısında, Tokat Bedesten’inin yanında yer alan caminin kim tarafından ve ne zaman yapıldığına dair her hangi bir kitabe mevcut değildir. Çok kubbeli 15.yüzyıl Osmanlı camileriyle plan benzerliği ve kullanılan malzeme ve teknik bakımından camiyi tahminen 15. Yüzyıl olarak tarihlendirebiliriz. Cami, 1871-72 ve I. Dünya savaşı esnasında tamir edilmiştir. Cami Birinci Dünya savaşı yıllarında kubbeleri kaplamak için kurşun bulunmadığından kırma çatı ile kapatılmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğünün 1964-65 tarihli onarımında ana şema değiştirilmeden duvarlar, destekler ve örtü yenilenmiştir. Caminin batısına bitişik şadırvan da H.1312 (M.1894-95) yıllarında yenilenmiştir.
Eğimli bir araziye kurulmuş olan yapı; kareye yakın dikdörtgen bir planlı, çok kubbeli bir Osmanlı camisidir. Batı ve kuzey cephedeki kapılarla girilen harim, ortadaki bağımsız dört paye ve 8 adet duvar payesi üzerine atılmış sivri kemerlerle 9 birime ayrılmış, her bir birimin üzeri pandantif geçişli kubbe ile örtülmüştür. Kubbeler sekizgen kasnak üzerine oturmaktadır. Mihrap ekseni üzerindeki kubbelerin kasnakları diğerlerine nazaran yüksek tutulmuştur. Caminin kuzey cephesindeki bahçe çok bakımsızdır. Meydanda yeni bir restorasyon çalışması yapılmaktadır. Kitabesi yeniden düzenlen ve talik hatla yazılan çeşme 1330 tarihlidir.
Takyeciler Camiinden sonra otobüsümüze binerek Latif Ağa konağına gittik.
Latifoğlu Konağı: 1746 yılında Tokat Mültezimi Latif Ağa tarafından Barok üslubunda inşa edilmiştir. L planlı inşa edilen bina iki katlıdır. Ahşap kapı ve dolapların, mobilyaların en güzel örneklerinin teşhir edildiği konakta, paşa dairesi adı verilen selamlık, gündelik olarak kullanılan oda ve gelin odası bulunmaktadır. Odalarda mankenler üzerinde o dönem ait kıyafetler, karyola örtüleri, perdeler, dantel işlemeli yastık örtüleri ve şamdanlar, kadın odasında ise kucağında bebek heykeli olan bir gelin ve oymalı bir beşik ve örtüleri insanın gözünü kamaştırmaktadır. Holde masalar üzerinde üzeri camlarla kaplı mühürler, yüzükler, kalemler, bir adet liyakat madalyası ve onun beratı v.s aletler sergilenmektedir.
Latifoğlu Konağından sonra yürüyerek Kanuni Sultan Süleyman’ın vezirlerinden Behzat Paşa tarafından yaptırılan Cami ve Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışının25. Yılı hatırasına halktan toplanan yardımlarla 1902 yılında yapılan Saat kulesini gördük. Derenin karşısına geçerek Mevlevihane’yi gezdik. Mevlevihane tamirde olduğu için geziden pek verim alamadık. İnşallah başka sefere…
Mevlevihane ziyaretinden sonra otobüsümüze binerek Yeşil ırmağın kıyısında belediye tesislerinde hem yemeğimiz yedik hem de ikindi namazımızı eda ettik. Hıdırlık köprüsü manzaralı hatıra fotoğrafları çektirdikten sonra otobüsümüze binerek Konya’ya revan olduk.
Bu geziyi düzenleyen başta Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi Başkanı Ahmet Köseoğlu olmak üzere emeği geçen herkese, bize güzel, rahat, huzurlu ve uyumlu bir yolculuk yapmamamıza vesile olan arkadaşlarımıza teşekkür ederim.