Siz hiç saray gördünüz mü?
M.Ali Köseoğlu
Alaaddin Tepesi üzerinde, üstü koruyucu şemsiye ile örtülü saray kalıntısını ilk gördüğüm yılları hatırlıyorum. Şemsiyeyi de kalıntıya ilave eden beynim, bundan bir saray çıkaramıyordu. Türkiye Yazarlar Birliği'nin 'Yazılacak Çok Şeyimiz Var' adı altında düzenlediği programın 3.'süyle Beyşehir'e gittiğimde benzer bir 'çocukluk' tespitiyle karşılaştım. 1236 yılında Selçuklu Sultanı I. Alaadin Keykubat tarafından yaptırılan Kubadabad Sarayı'nın ancak kalıntılarını görebilen oğlum, "Saray nerede?" diye soruyor; belliki 7 yıllık beyninde, kalıntılardan bir saray oluşturmaya çalışıyor, sonra da bir hayli meşakkatli yolculuğun verdiği ızdırapla hayıflanıyordu: "Saray maray yokmuş burada." Oysa program boyunca bize rehberlik eden Beyşehir Meslek Yüksekokulu Öğretim Görevlisi Erkan Akgöz ile İngilizce Okutmanı Mustafa Arslan uyarmışlardı: "Kubadabad kalıntılarını gördüğünüzde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz!" Kırılan hayallerimizi anlatılan hikayelerle -mesela Selçuklu vezirlerinden Sadettin Köpek'in bu saraya davet edilerek öldürülmesi hikayesiyle- tamir etmeye çalışsak da olmadı... Kubadabad Sarayı'nın kazı çalışmalarını yöneten 18 Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rüçhan Arık'la yapılan bir söyleşiyi hatırlıyorum. Arık, Kubadabad Sarayı kazılarının, 1964 yılında bir Alman arkeolog tarafından başlatıldığını anlatıyor, sadece 2 yıl devam eden kazılara daha sonra 13 yıl ara verildiğini söylüyordu. Bazen 'toprağın altı toprağın üstünden daha hayırlı oluyor' dedim kendi kendime. Toplam bir çalışma yapılmayacaksa, tarih toprağın koruyuculuğuna terkedilmeli. Çünkü günyüzüne çıkarılan bu eserler -koruyucu kalkanları sıyrılmış süvariler gibi- çok fazla yara alıyorlar. Bugün dünyada günümüze kalmış bu tek Selçuklu sarayının terkedildiği 13 yıllık ilgisizlik dönemi, 1980 yılında Rüçhan Arık öncülüğünde başlatılan kazı çalışmalarıyla -kısmen de olsa- sona eriyor. Kazı çalışmaları bugüne kadar kısıtlı bütçelerle de olsa devam eden Kubadabad, bugün dünyada günümüze kalmış tek Selçuklu sarayı. Bu sarayın mimari kompozisyonu, daha sonraki Osmanlı saraylarının mimari kompozisyonlarının ön örneği şeklinde ortaya çıkıyor. Meselâ Topkapı, Edirne, hatta Yıldız gibi saraylar bu planda, bu mimarî özellikte yapılmışlar. Yani Kubadabad, önemli Osmanlı saraylarına mimarî açıdan örnek olması hasebiyle de dikkatleri çekiyor. Küçük saray olarak nitelenen yapının batısında yer alan bölümünde, üç yapılı bir şekil göze çarpıyor. Burada demir ocaklarının varlığına, hemen arkasından da hamam kalıntılarına rastlıyorsunuz. Daha sonra ilave edilmiş tuvalet, su dağıtım şebekesi de Selçukluların alt yapıya ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Bunun yanı sıra yapılan çalışmalarda rastlanılan duvar resmi kalıntıları Selçuklu döneminde minyatürün dışına çıkıldığının göstergesi olarak değerlendirirliyor. Bugüne kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından verilen kısıtlı bütçelerle yapılan küçük ve büyük saray ünitelerindeki kazı çalışmaları sona ermiş durumda. Bundan sonra yapılması gereken restorasyonun ise çok pahalı ve özenle yapılması gereken bir iş olduğu açık. Bakanlık ya da sponsor eşliğinde yapılacak ciddi bir restorasyon çalışmasıyla, dünyanın en güzel yapısının içinde bulunan saray, -akıllıca uygulanan bir turizm projesiyle- tarihsel, tabiî ve kültürel bakımdan çok önemli bir merkez haline getirilebilir. Getirilebilir mi; doğrusu bilemiyorum. Oğlumun yanısıra 50 kişiyi aşkın gezi grubumuzun kırılan hayallerini, Beyşehir Gölü üzerinde izlediğimiz günbatımı görüntüleri bir nebze de olsa onarıyor. Siz hiç saray gördünüz mü bilmiyorum ama, Beyşehir Gölü üzerinde kaybolan güneşi izlerken, bu iki batıştan ibretler çıkarmadım değil. 'Selçuklu şehri Beyşehir'in tabi ve tarihi güzelliklerini görmemize vesilen olan Beyşehir Belediye Başkanı Nazif Tekinöz'e, aynı zamanda göl çevresinde başlattığı temizlik çalışmalarından dolayı da teşekkür ediyorum.
*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***
BEYŞEHRİ SORUNSUZ GEZEBİLMEK
Ahmet Köseoğlu - TYB Genel Sekreter Yardımcısı, Konya Şube Başkanı
Amerika'nın suikast kurbanı Devlet Başkanı J.F. Kennedy; "Bir sorun ancak onunla ilgilenmeye başladığınız andan itibaren sorundur" diyordu. Tarihi, kültürel, turistik ve doğal güzelliğiyle müsemma Beyşehri'nin, modern seyyahlara daha bir güzel sunulabilmesi için bazı sorunların halledilmesinin gerekliliğini ifade etmenin zamanı benim için gelmiştir. Çünkü muhteşem Eşrefoğlu camii ve kulliyesiyle Kubadabad Sarayı'nı (geç kalmış olmanın ezikliğiyle) henüz gezmiş biri olarak bölge ile ilgili bazı tespitlerimi - hariçten gazel - aktarmanın kolaycı bir görev olduğunu da bilerek zikretmek istiyorum. Eşrefoğlu Camii - Külliyesi ile küçük bedesten şeklinde düşünülmüş yapının da bulunduğu eski şehir olarak da adlandırılabileceğimiz bölgenin (tek kalmış kale kapısından itibaren) tarihi kent merkezi projesi şeklinde düşünülerek düzenlenmesi gerekmektedir. Böyle bir çalışma var ise önemine binaen tekrar ifade etmiş oluyoruz. Yoksa, bu proje ivedilikle yapılmalıdır. Acil olarak ise Eşrefoğlu Camii önündeki küçük meydanın asfaltının kaldırılıp eski resimlerde de görüldüğü şekliyle otantik taş kaplamalar yapılmalı, Elektrik İdaresi direkli trafoyu ve hattı yer altına almalı veya taşımalıdır. Bu görkemli yapıların görüntülerini güzelleştirmemiz gerekiyor. Bu alana cephesi olan evlerin aslına uygun bakım/tamir ve restorasyonu yaptırılmalıdır. Alandaki kapalı çarşının (küçük bedesten) bölgenin (g)özelliklerini yansıtan el san'atlarının, turistik eşyaların satışının yapıldığı, mevsimine göre yerel meyve, sebze satışı, endüstriyel olmayan içeceklerin (şuruplar, meyve suyu, ayran) ikram edildiği nezih bir bedesten haline gelmesi çok hoş olur. Günübirlik gezi ve incelememiz boyunca en çok eksikliğini hissettiğimiz yönlendirme /bilgilendirme levha ve panolarının hazırlattırılıp yerlerine takılmaması da önemli bir sorun olsa gerek. Beyşehri'nin doğal, tarihi, turistik, kültürel güzelliklerinin tanıtım broşürleri, kitapçıkları, kartpostalları hazırlattırılıp bölgeye gelen gezginlere sunulmalıdır. Türkiye'nin göl gibi göl sıralamasında ilk başta gelen Beyşehir Gölü'nde teknelerle niye gezinti yapıl(a)mıyor, bunu da kimseye sorabilmiş değilim. Gün batımını seyrettiğimiz küçük adaya ahşap/sade oturaklar yapılsa da "kimse kimsenin güneşinde durmasa" diyorum. Sadece Yeşildağ Kasabasının Mezarlığında mukim Hacı baba leylek ve teb'asının (tastaman kırklar) bir tanıtım kitapçığı olsa bu bile başlı başına bir olaydır. Leylekler Vadisi'nden geçerken dikkat çeksin diye yol kenarlarına "Dikkat leylek çıkabilir" levhalarını dikmek zor olmasa gerek. Hoş leylekler yolda yürümüyor, ama dikkat çekmek lazım. Tabiki Kubadabad Saray'ının yolu iyileştirilmeli. Yol deyince Konya - Beyşehir - Akseki - Antalya hattının az bir kısmı kalmış, burası tekamül edince Beyşehri tarihteki önemine tekrar kavuşmuş olacak. Heybetli Anamas Dağının kucağına kurulmuş Saray'ın kalıntılarını görmek efsaneleşmiş saray entrikalarını yerinde dinleyerek Saray'ı tahayyül etmek için bile o zahmetli yolu (karadan) çekmeye değer. Sahi neden tekneyle geçmedik biz Saray'a ? Sevgili M.Ali Beyşehri ile ilgili yazı istediğinde aklıma geliveren Leylek ana hikayesini yazmaktı. Beyşehri'ni lirik bir anlatımla yazabilmek, sorunsuz gezebilmek, ecdadı hayırla yadedebilmek, ahşabın raksettiği Eşrefoğlu'nun güzelliğini hissettirebilmek, Zazadın Han'ınında Mimarı olan Sadeddin Köpek'in kendi yaptığı Kubadabad Sarayında neden öldürüldüğünden bahsetmek sorunsuz başka yazıya kaldı. Beyşehri'nin sorunları varmış, gezince farkına vardım. Dostumun dediği gibi yazabiliyorken yazdım. Gezebiliyorken gezdim.
*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***
BİR YUDUM BEYŞEHİR...
Ali IŞIK - Hakimiyet Gazetesi Köşe yazarı
Sıcak geçeceği sabahından belli bir cumartesi günü. Zira, güneş ışınları daha kuşluk olmadan alnımıza çiyler düşürüyor. Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesinin "Yazılacak çok şeyimiz var..." gezi serisinin üçüncüsü olan Beyşehir gezisi için KOSKİ tarafından tahsis edilen minibüste yerimi alır almaz, alnımdaki çiyler, ırmakçıklara dönüşüyor. Boynumdan aşağı süzülen her bir serin akış, içimdeki ana muhalefeti uykusundan uyandırıyor. Şimdi içimde sanki mızmızlanan bir çocuk var. Minibüs Akyokuş'u tırmanırken beynimde yankılanan motorun canhıraş homurtusu, içimde mızmızlanan ana muhalefetin sesini gürleştirdikçe gürleştiriyor. "Çeşitli vesilelerle birçok kez görülen mahaller için vücudun bunca işkenceye maruz bırakılışı akıl kârı mı?" serzenişi, itham edici, aşağılayıcı mızırdanmaların en hoşgörülüsü. Ne aptallığım kalıyor ne şaşkınlığım... Yüzümü yol arkadaşlarımdan kaçırıyorum. Gören, çevreyi temâşâ ettiğimi sansın bari. * Altınapa'da yeşille firûzenin izdivacı, yeşil kürke bürünmüş boz topraklar, vadiler dolusu oksijen, bu "sefer tası beyi"nde doping tesiri yapıyor. Küçük bir gırtlak temizliği, insanı suçlayıp aşağılayan ana muhalefetin sesini, yanı sıra yorgun motorun homurtusunu kesmeye yetiyor. Ruhu teskin eden, gözü dinlendiren yeşillikler arasında biteviye kıvrılarak ilerleyen uçsuz bucaksız kara yılana tabiyiz artık. * Gezimizin ilk durağı Bayındır köyü. Bu köy, yedi asırlık bir Selçuklu camiini bağrında yaşatıyor. Sahip olunan bu hazinenin kıymetinden ne sakinlerinin ne de yetkililerin bilgisi var. Zira, köyün yol ayrımında hiçbir bilgilendirme levhası yok. Anayola çok yakın bir alana kurulmuş köye henüz girmiştik ki aracımız hazır harçla sıvanmış bir duvarın önünde duruyor. Araçtan iner inmez kafamı kaldırdığımda her nasılsa harçla sıvanma talihsizliğinden kurtulmuş normal bir insan boyundaki tarihî taş kapının kemeri ve üzerindeki küçük kitabeyi görüyorum. İçeri giriyoruz. Ahşaba vurulmuş bir tarih karşılıyor bizi. Mihrap ve minber -tıpkı duvarlar gibi- insanoğlunun işgüzarlığının izlerini taşısa da yedi asırlık kırmızıya çalan sedir sütunlar ve göz nuru eseri sütun başlarının zarafeti, hayranlık cezbesine tutulmuş insanları kendilerine çekiyor. Caminin yedi asırlık minaresi giriş yönünden görünmüyor. Batı tarafına geçtiğimizde taşları yosun tutmuş bodur minareyi görüyoruz. Üzerinden geçen üç bine yakın mevsimin acımasız saldırılarına göğüs germiş, daha binlercesine de dayanabileceği aşikâr, ebedî saadet muştusunun payandası... * Beyşehir'e giriyoruz. Tam gölle kucaklaşacakken yine tarihin çekim alanındayız. Durağımız belli. Kente ismini veren Selçuk mührünü ziyaret edeceğiz. Eşrefoğlu külliyesinden modern belediyeciliğin alacağı çok dersler var. Bu anlamda modernliğin sanık sandalyesine oturması işten bile değil. Modernlik çağdaşlıksa; atalarımızın yedi asır önce çıktığı medeniyet zirvesinden paldır küldür aşağı yuvarlanmışız da haberimiz yok. İnsanın madde ve mânâsını doyuracak, dolayısıyla dünyasını ve ukbâsını mamur kılacak bir kentleşmenin numunesi burada. Anlatalım: Bir cazibe merkezi ki; maddî pisliklerden arınıp sıhhat bulacağınız hamama; manevî pisliklerden arınıp ebedî saadete mazhar olacağınız bir ibadethaneye; dünyanızı ve ahiretinizi kurtaracak bilgilerin öğretildiği bir ilim yuvasına; bilgi hazinesine; karnınızı doyurabileceğiniz parayı kazanabileceğiniz bir bedestene sahip. Hepsi birbirine bir solukluk mesafede. Konutlar bu cazibe merkezinin etrafında konuşlanmışlar. Gezimize külliyenin varlık sebebinden başlıyoruz. Eşrefoğlu Cami'i bakıma alınmış. İçi ve dışı iskeleden geçilmiyor. Hoş, bu yazıyı okuma zahmetine katlananların bu cami hakkında bilgi ve görgüleri fakirden aşağı olamaz. Capcanlı resimlerin, hatta hareketli görüntülerin alabildiğine yaygınlaştığı günümüzde yazıyla resim çizmeye kalkışmak abesle iştigaldir. Böyle bir durumda izlenimlerini, duygu ve düşüncelerini aktarma, yazıcının yapabileceği en akıllı iş olsa gerektir. Bundan dolayı Eşrefoğlu Camii ziyaretimden sonraki intibalarımı şu tek cümlede toplayacağım: Atalarımın yedi asır önce çıktığı medeniyet zirvesinden nasıl olmuş da içinde yaşadığımız esfele düşmüşüz? Gezi mihmandarlarımızdan, Selçuk Üniversitesinin değerli hocalarından Yard. Doç. Dr. Caner Arabacı bu sorunun cevabını mizah örtüsüne büründürerek kısaca veriyor. Camiden çıkıp Caner Hoca'nın önderliğinde camiinin arkasındaki Taş Medrese'ye yöneliyoruz. Camiyi henüz dolanmıştık ki Caner Hoca birden duruyor. Önümüzdeki, minarede birleşen iki duvardan oluşan boş üçgen alana dikkatimizi çekerek, buranın kütüphane olduğunu belirtiyor. Çırılçıplak iki duvarı kalakalmış bu mekân, çok geniş olmasa da yine de yüzlerce cildi muhafazaya yeterli. Peki ya kitapları?.. Otuzlu yıllarda arabalara doldurularak Çarşamba kanalına boca edilmiş. Caner Hoca müstehzî bir tebessümle ekliyor: "Çumra ovasının bereketi bu kitaplar dolayısıyladır." Aman Allah'ım! Bu nasıl bir bilinç kaybıdır? Aynı kanın devamı bir neslin, bu denli kendi geçmişine kinle dolması... Bir tarafta elindekini avucundakini milletine sebil edenler, öte yanda çalıp çırpıp, yakıp yıkanlar!... Geçmişine bu denli düşman bir neslin varlığını insanın havsalası almıyor. Yakın tarihimizin bu savrulma döneminde yapılanlar, neredeyse sekiz asır önceki Moğollarınkine eş. Taş Medrese'ye geçiyoruz. Caner Hoca, -kapısındaki taş işçiliğinden dolayı Taş Medrese; banisinin isminden dolayı İsmail Aka/Ağa Medresesi olarak adlandırılan yapının içinde bir sütun kaidesinin üzerine çıkarak yine ilginç bilgiler aktarıyor. Bu bilgilere "ilginç" sıfatından çok "ibretlik" sıfatı daha uygun düşüyor ya neyse. Medreseyi kısaca tanıtan Hoca, medresenin aslında kubbeyle örtülü kapalı bir mekan, üzerinde bulunduğu sütun kaidesinin de bu kubbeyi taşıyan sütunlardan birine ait olduğunu belirttikten sonra sütunların acı akıbetini anlatıyor. Eşrefoğlu kütüphanesinin kitaplarının suyla buluştuğu yıllarda bu medrese tahrip edilerek, sütunları, o yıllarda Türk Ocağı, daha sonra da Halkevi olarak kullanılan, şimdilerde de Beyaz Park adı verilen Beyşehir girişindeki mahale taşınıyor. Bu hayırlı(!) hizmeti yapan kişinin o zamanın Beyşehir Kaymakamı Abdülnasır olduğunu da bu arada öğreniyoruz. Yetmişlere kadar toprağa gömülü bir vaziyette gelen ikiz hamamları geziyoruz. İhmalkârlık yine diz boyu. Tekrar eski işlevine kavuşturulabilecek nitelikteki yapının geçin onarımını, temizlik ve çevre düzenlemesini becerememişiz. Bedesten binası restore edilmiş. Bir turizmciye kiralanan yapı turist gruplarına semâ gösterilerinin sunulduğu bir mekân olmuş. Şimdi geçmişin ne bez imalatından ne de halı ticaretinden hiçbir belirti yok. Nadide Selçuklu halılarından ancak birkaç tanesini kurtarıp müzelerimizde teşhire muvaffak olmuşuz. Değerlerimizin farkına bizden önce varan Avrupalılar pek çok hazinemiz gibi buradaki nadide Selçuklu halılarını da kaçırmışlar. Holbayn isimli bir ressam bu halıları tablolaştırmış. Ne yazık ki pek çok Avrupalı zengin ve asilin malikanelerini süsleyen Selçuklu halıları olmuş Holbayn halıları... * Gezimizin bundan sonraki istikameti Eflatun Pınarı. Altınapa barajından beri ilk kez boz topraklar üzerindeyiz. Yol boyu tahıl arazileri. Sadıkhacı beldesinin girişinde ünlü Hitit anıtı karşılıyor bizi. Bu kez dört bin yıllık bir geçmişle karşı karşıyayız. Üst üste konulan masa büyüklüğündeki kayaların yontulmasıyla oluşturulmuş ve o zamanın inancını yansıtan heykel ve rölyefler, gariptir, beni alıp yirmi beş-otuz sene önce seyrettiğim Cüneyt Arkın'ın başrolünü oynadığı tarihî bir filme götürüyor. Bu filmin bir sahnesinde, haçlı kötü komutan, hantal kılıcının keskinliğini göstermek için kalın bir demir çubuğu bir hamlede kesiveriyordu. Bu hareketi, nevi şahsına münhasır alaycı yüz ifadesiyle izleyen Cüneyt Arkın (Malkoçoğlu) yanında duran haçlı prensesin omzundan nazik bir hamleyle incecik ipek tülünü alıyor, sonra da havaya uçuruyordu. Havadan süzülerek inen incecik ipek tül, yere paralel tutulmuş narin kılıcın üzerine temas ettiğinde hiç sektesiz iki parça olarak yere düştükten sonra Cüneyt, zalim haçlı komutanın hareketinin, kılıcın keskinliğini değil, kolunun gücünü gösterdiğini söylüyordu. Bu film sahnesi, bana göre, Müslim ve gayri Müslim sanatı farkını en güzel ifade eden bir karşılaştırmadır. Kuşkusuz, her sanat eserinde estetik vardır. Ancak, gayri Müslim sanat eserlerinde hep bir baş kaldırıcı zalim bir gücün izlenimini alırım. İslâm sanat eserlerinde ise Nakkâş-ı Ezelî'ye teslim olmuş bir aklı müşahede ederim. * Eflâtun Pınarı'na veda edip tekrar Beyşehir'e dönüyoruz. Öğretmenevi, hizmetimize tahsis edilmiş. Beyşehir'e gelip de balık yememek olmaz. Yemek sonrası Beyşehir Belediye Başkanı Nazif Tekinöz ile tanışıyoruz. TYB Konya Şubesi Başkanı Ahmet Köseoğlu'nun: "Arkadaşlar, gurubu kaçırmak istemiyorsanız acele ediniz." uyarısı üzerine sıcak çayları boğazımızdan aşağı boca ederek araçlardaki yerlerimizi alıyoruz. Akseki yolundan güneye ilerliyoruz. Göl sağımızda, karlı Anamas dağlarında nihayetlenen yemyeşil ovalar solumuzda. Yeşildağ'a yaklaşırken ardımızda kalan gölü bir ara kaybediyoruz. Ama ne gam! Yem yeşil toprakların sinesinde huzura gark oluyoruz. Yeşildağ'ın, Kurucaova çıkışındaki yayvan vadide yer alan mezarlığı kendilerine yazlık yurt tutan leylekler, vadiye de ad olmuşlar. Mezarların güneşle irtibatını kesen ulu ardıçların her birinin üzerinde bir leylek yuvası. Yuvada bekleşenleriyle, civardaki evlerin damlarına tüneyenleriyle, havada daireler çizenleriyle onlarca leylek... Bu ibretâmiz manzara akıl sahiplerine, "De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) âhiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kâdirdir. (Ankebut/20)" âyetini tefsir ediyor. * Yeşildağ'ı geride bıraktıktan gölle dağların kucaklaşmasına engel olamamış bol dolambaçlı dar yolda ilerliyoruz. Havanın bezdirici sıcaklığı üstüne üstlük yolun bozukluğu manzaranın güzelliği karşısında tesirlerini kaybediyor. Denizden 1125 metre yükseklikte birbirine kavuşan yeşil ve mavi, en güzel tonlarını cömertçe sunuyorlar. Bir an Konya topraklarında olduğunuzu unutuyorsunuz. Zira burası Karadeniz'den bir kıyı sanki... Her bir viraj olağanüstü bir tabiat tablosu ile karşı karşıya koyuyor insanı. Tablolar aracın hızına eş artarda resmi geçit yapıyorlar. Gözümüz, "Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk/4)" hakikatinin muhatabı şimdi. * Nihayet Beyşehir'in karşı yakasında Kubadabad sarayı harabelerindeyiz. Onca yol zahmetinden sonra kafile içinde hayal kırıklığı yaşayanların sayısı fazla. Bu yıkıntıları Karatay Müzesindeki harikulade çini örnekleriyle yek vücut yapmadıkça bu kırıklığı yaşamak normal. Bu çinileri hatırlayıp yedi asır öncesini tahayyül ediyorum. Sınırlarını tespitte aciz kaldığım feraset ve zevk karşısında hayranlığım bir kat daha artıyor. İşte, bu anda gezimizin "Selçuklu Şehri Beyşehir" sloganı anlam kazanıyor. Beyşehir, Selçuklu'nun yazlık başkentidir; Konya ise kışlık başkenti... * Beyşehir'in programımızdaki son görsel ziyafeti için göl kıyısında hazırlanmış sofrada yerimizi alıyoruz. Fotoğraf makineleri hazırlanıyor; gözler güneşte, parmaklar deklanşörlerde. Herkes bir avcı teyakkuzunda... Güneş Anamaslarla kucaklaşmak için nazlanıyor. Ama bizler bu an için sabırla bilenmişiz. Gözümüzü kırpmadan bekliyoruz. İşte o an... Güneş, Anamasların zirvesinden ayaklarımızın ucuna dek ışıktan bir merdiven uzatıyor. Işık suyla cilveleşirken düşünceler kafeslerinden soyutlanıp uruc ediyor; yükseldikçe de Yaradan'a hayranlığın yansıması yüzlere düşüyor. * Aracımız Akyokuş'taki son engeli aşıp bizi Konya ışık denizinin kıyısına attığında uyanıyorum Beyşehir rüyasından. Bu gezi, tabiat ve tarih harikaları deryası Beyşehir'den ancak bir yudumdu. Ne ki, sanki tabiatın tüm şifalı şuruplarının karışımından bir yudum... Gönlümüzdeki, gözümüzdeki kiri pası paklayıp arındıran, bünyemizi zindeleştiren bir yudum... TYB Konya Şubesi Başkanı Ahmet Köseoğlu ve kurmayları! İyi ki bu programı planlamışsınız. M. Ali Köseoğlu ve Ahmet Aka! Bizi iyi ki yönlendirmişsiniz. Sizlere en kalbi şükranlar... Bu arada kadirşinas Beyşehir Belediye Başkanı Nazif Tekinöz yanı sıra Beyşehir'de özverili bir şekilde rehberliğimizi yapan Selçuk Üniversitesi Beyşehir Meslek Yüksek Okulunun Müdürü Yard. Doç. Dr. Caner Arabacı ile genç hocaları Mustafa Arslan ve Ertan Akgöz hiç unutulur mu? Gönüller dolusu şükran ve selâm onlaradır.
*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***
BEY ŞEHRİ
İbrahim Demirci - Eğitimci / Yazar
Göl göründü işte. Anadolu'nun ortasında küçük bir deniz. Hâreler, hâreler, hâreler... Güneş, rüzgâr ve su... Burası "Bayşehir" değil, "Beyşehir". "Efendi, Bey, Paşa, vb." unvanların kullanımı yasaklanırken "Beyşehir"i "Bayşehir", "Beylerbeyi"ni "Baylarbayı" yapmayı düşünen olmuş mudur? (Uzak tutmalıyım burnumu bu kokmuş peynirden! Taze süt gerek bize, taze süt! İşte ineklerimiz yayılıyor otlakta!) "Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey!" demişti Necip Fazıl Bey. "Bey şehir" mi, "Bey şehri" mi? İkisi de olur; bura hem beyin şehri, hem de bey şehir. Bey kim? Eşrefoğlu Seyfeddin Süleyman Bey. Seyfeddin: Dinin kılıcı. Külliyesi kısmen bugüne gelmiş. Câmi ibadete açık ve onarılıyor. Çifte Hamam susuz, ateşsiz, kirli; oysa temizlik olmadan ibadet olmazdı. Bugün de olmaz, olmamalı! Bedesten âtıl. Ve "kütüphane"nin olduğu yerde "boşluk". Caner Arabacı Bey gösteriyor bu boşluğu. "İşte burası!". Caminin yanındayız ve indirilen ilk buyruk: "İkra'! : Oku!" Okumadan ibadet olmazdı. Bugün de olmaz, olmamalı! Bu boşlukun açtığı uçurumu bir bilsekti, bir bilseydik, bir bilsek... Orada bir boşluk olduğunu fark etmiş olmamız, işe yarar mı? 'Belki' ya da 'inşallah'! İş çok. Yararlı işler, salih ameller... Selçuklu çinisini yeniden parlatabilecek miyiz? Çimentonun yerine taşı, plastiğin yerine ahşabı yeniden koyabilecek miyiz? Yeşildağ kabristanında genç yaşlı ağaçlar. Bir erik ağacından birkaç erik kopardım. Okuduğum Fâtiha'nın bedeliymiş gibi utandım. Bazı ulu ağaçların üstünde leylek yuvaları. "Hacı leylek" bunlar. Kanatlarında "cömert Nil", gagalarında "yeşil Tuna"! Bir yanımda çocukluk, öbür yanımda gelecek. Leyleklerin yollarını açık tutmayı başarmalıyız. Bir zamanlar saray imiş "Kubadabad"! Şimdi harap mı harap! Alâeddin Keykubad'ın külliyesini zaman, toprağa gömmüş. Kalıntıları yaklaşık kırk yıldır gün yüzüne çıkarılmaya çalışılıyor. Kimi çini parçaları Karatay Müzesinde sergileniyor. Karatay Medresesi diyebilmeliydik mi? Öğle yemeğinde Beyşehir gölünden tutulmuş sazan. Önce Allah'a şükür, sonra belediye başkanına teşekkür... Evet, öncelikleri gözetmeliyiz. Gün akşamlıdır. "Güneş dağın ardına / Ateş kanıma düştü" demiştir Behçet Necatigil. Güneş dağın ardına doğru eğilirken son ışıklarını göle salmakta, suda bir ışık yolu oluşturmaktadır. Bir yandan balıkçı motorları gölde ağlarıyla nasiplerini ararken, öte yandan oltalarıyla balık avlamaya çalışanlar vardır kıyıda. Fotoğraf makineleri bu görkemli ânı dondurmaya çalışmaktadır. Biri, Ahmet Hâşim'den bir dize söylüyor; belleğimden tamamlıyorum: Şu bakır zirvelerin ardından Bir süvari geliyor kan rengi. Başlıyor şimdi melûl akşamda Son ışıklarla bulutlar cengi!.. Sonra? Sonrasını evde kitaptan buluyorum, işte: Bir bakır tasta alev şimdi havuz, Suya saplandı kızıl mızraklar Açılıp kıvrılarak göklerde Uçuyor parçalanan bayraklar. Göktür bu, yerin bayraklarını parçalar. Ama Anamas dağları kıyamete dek dimdik, sapasağlam duracaktır. Sanki onlar, öteki varlıklardan biraz daha fazla "nigehbân-ı ilâhî"dir.
*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***
KUBAD- ÂBÂD SARAYI
KAZIM ÖZTÜRK - Hakimiyet Gazetesi Köşe yazarı
Yazarlar Birliği ile birlikte yaptığımız gezilerde; Konya'yı tanıtmak, tarihi, kültürel eserlerin durumlarını halkla paylaşmak, gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamak, bunun için sadece bir kurum değil, tek tek kişilerin de bu konularda duyarlı olmaları, yaşadığımız şehirlerin sahip olduğu tarihi değerleri korumanın aynı zamanda bir vatanseverlik olduğunu düşünüyorum. Bu cümleden olmak üzere, 26 Haziran tarihinde Beyşehir'e yaptığımız tanıtım gezisinde siz değerli okurlarımıza, Kubâd Âbâd sarayı hakkında bilgi verilecektir. Burada amaç; eserlerimizin durumunu göz önüne sermek ve bizler ne yapabiliriz? Sorusuna cevap bulabilmektir. Kubad Âbâd Sarayı; Beyşehir- diğer isimleriyle Süleymaniye, Süleyman Şehri- civarında Selçukluların, Bizanslılardan devr aldıkları eski ve tarihi eserlerle dolu bir bölgenin merkezi olan Gurgurum'da, gözleri ve gönülleri büyüleyen Eğrinas gezi yerinde idi. Vakfiyelerde, tedavül kayıtlarında, arşiv vesikalarında, tarihi metinlerde bu ad çeşitli yazılış ve söyleyişlerle belirtilir. Kibert haritasında Beyşehir civarında Gulgurum isimli bir köyün antik adının Gorğorum olduğu gösterilir. Bizanslılar ve Selçuklular zamanında Ğurğurum, çok mamur bir şehir idi. Konya Selçuklularının ilk zamanlarda burası bir vilayet merkezi durumunda bulunmaktaydı. Beyşehir gölüne de; Buhayre-i Ğurğurum veya Ğurğurum gölü deniliyordu. Kubad Âbâd sarayı yapıldıktan ve etrafı kalabalık bir yöre hasıl olduktan sonra bu havali daha çok; "KUBÂD ÂBÂD" adıyla anılır olmuş, göl de aynı adı almıştır. İşlek büyük bir yol üzerinde bulunan Ğurğurum; bir çok iktisadi ve siyasi sebeplerden dolayı önemini kaybettikten sonra bir köy haline getirilmiş, önceki ihtişamını kaybetmiştir. Yazarlar birliği olarak yaptığımız gezide, Kubâd Âbâd sarayından sadece bir iki duvarın kaldığını, bu duvarların da yıkılmayla başbaşa bulunduğunu gördük! Durumu görenlerin hayretini gizleyemedikleri ve: "Buraya niçin geldik? Bu kadar yolu niçin teptik?" gibi serzenişlerini de işittik! Doğruydu, zira eskiden Selçukluların yazlık idare merkezi durumundaki bu muhteşem eser, şimdi otların bittiği, hayvanların otladığı ve etrafında ekinlerin ekilip, tarla haline gelmiştir! Osmanlı idari teşkilatında Ğurğurum bir nahiye merkezi idi. İstanbul'da başvekalet arşivi 45 numaralı defterde; "Nahiye-i Ğurğurum Tâbii Kaza-i Seydişehri" denilmektedir. Paris Milli Kütüphanesi'nde bulunan anonim Selçuknamede ve Müsameretü'l Ahbar ve Müsayeretü'l Ahyar isimli eserde bu isim; Vilayet-i Ğurğurum olarak geçer. Konya'dan Beyşehir'e giden büyük ve ana yolun adı Konya Selçuklularının ilk zamanlarındanberi Ğurğurum Yolu adını taşırdı. Karamanoğulları zamanında Ğurğurum, bir köy haline gelmiştir. Bazı vesikalarda Ğurğurum adı, tarihi bilgisi kıt olanlar tarafından ; "Ararım" gibi okunmuş ve köyün adı böyle değiştirilmiştir! Kubâd Âbâd sarayı, Beyşehir gölünün batısında Eğrinas denilen yerde göle hakim, iç açıcı, ferahlatıcı, tabiatın seri halindeki tablolarla süslediği bir yere yapılmıştı. Mimarı, Zazadın Hanının vâkı ve bânisi Sadeddin Köpek'tir. Sadeddin Köyep o zaman av emiri ve mimar idi. Alaaddin Keykubad, Kayseri'de Mengücek oğullarından Erzincan ve Kemah Meliki II. Alaaddin Davut şah'ı Kayseri'ye davet etmiş, ona kendisinin daha önce yaptırdığı Keykubadiye Sarayında 10 gün ziyafetler vermişti. Davut şah, içkinin tesiri ile hükümdarı rencide edecek sözler söylemişti. Sultan Alaaddin eliyle yazdığı ahidnameyi Sadeddin Köpek vasıtasıyla Davut Şah'a vermiş, o da, Kayseri'yi terk etmişti. Sultan Alaaddin, bir müddet sonra Keykubadiye Sarayında kalmış, bahar aylarında Ak Deniz'e doğru yola çıkmıştı. Hükümdar Konya'ya uğradiktan sonra, Konya Ğurğurum yoluyla Ğurğurum Gölünün (Beyşehir Gölü) batısındaki Eğrinas mevkiine varmıştı. Burası çok hoşuna gitmiş, şikar(Av) emiri ve mimar Sadeddin Köpek'e burada bir saray yaptırılmasını emretmişti. Aynı zamanda iyi bir nakkaş, ressam ve mühendis olan Padişah, mimarın hazırladığı planı beğenmiştir. Saray kısa zaman içinde tamamlanmıştır. Saray ile ilgili olarak Selçuknamede şöyle denir: "Sadeddin Köpek; latif ve gönül okşayıcı şekillerle yuvarlak kemerler üzerine yüksek kubbeleri, feleğin yüce kümbedi ile beraber görünen, firuze ve lacivert nakışlı döşemeleriyle, semanın firuze renkli çehresini mayileştiren, temaşası( seyretmesi) cana can katan bir sarayın inşasına başlandı. Güzel bakirlerin ruhlarından daha süslü, kanaat sahrasından daha geniş, istenenden daha mükemmel olan bu saray, kısa süre içinde Sultanın arzusu üzere bitirildi. Alaaddin Keykubad sarayı beğendikten ve birkaç gün içinde oturduktan sonra, Alanya taraflarına gitti." Her saray ve şato gibi bu sarayın da etrafını kalın duvarlı bir sur çeviriyordu. Karşısındaki küçük adada yer alan Kız kalesi ile birlikte sekiz dönümden geniş bir alana yayılmış bulunan (5200 Metrekaresi kıyıda, 3000 Metrekaresi adada) ve önceleri Bizanslılardan kaldığı sanılan harabelerin kaynaklarda sözü edilen Kubâd Âbâd Sarayı olduğunu ilk defa yazılı belgeler üzerindeki çalışmalarıyla Konya Müze Müdürü M. Zeki Oral tespit etmiş ve arkasından yaptığı sınırlı kazılarla du bunu doğrulayan bulgulara ulaşmıştır. 1965- 1966 yıllarında Katharina Otto-Dorn ve 1980'den itibaren Rüçhan Arık'ın yönettiği kazılarla da sarayın ana birimleri ortaya çıkarılmıştır. Yapılan kazılar sonucunda saray kompleksinin, alçak bir surla çevrili geniş bir alanda kısmen ayakta duran duvarları ve tonozlarıyla diğerlerinden ayrılan büyük ve küçük iki asıl sarayla, göl kıyısında yer alan iki bölümlü bir kayıkhane, cami, hamam, fırın, mutfak, depo, asker barınakları gibi çeşitli binalarla büyük bir av parkından oluştuğu kanaatine varılmıştır. 50x 35 m. Boyutlarındaki büyük sarayın önünde, göl yönüne doğru dörtgen ayaklarla desteklenen bir duvarın koruduğu 50x55 m. Boyutlarında bir teras, güney yönünde batı duvarının ortasında taç kapının bulunduğu tahmin edilen taş döşeli bir avlu yer almaktadır. Bu avludan, üç bölümlü bir dehlizle asimetrik yerleştirilmiş değişik büyüklüklerde odaların çevirdiği sarayın ortasındaki ana avluya girilir. Burada duvarlar, moloz taşlarla örülmüş ve yer yer muntazam yontulmuş taş bloklarla ve ahşap kalaslarla sağlamlaştırılmıştır. Orta salonda doğu- batı yönünde, arkadaki göl tarafına uzanan salon kısmını, öndeki daha büyük bölümden ayıran 35 cm. yüksekliğinde bir set vardır ve bu setin taht salonunu teşkil eden eyvanın tabanı olduğu anlaşılmaktadır. İbni Bibi'ye göre taht salonu, kabul salonuna açılmaktaydı ve aralarında, törenler sırasında sultanı topluluktan ayırmak üzere gerektiğinde çekilebilen bir perde bulunuyordu. Tabandaki döşeme tuğlaları 22x22 cm. boyutundadır. Kabul salonunda ise, döşeme olarak çeşitli büyüklükte taş levhalar kullanılmıştır. Taht salonunun bitişiğinde yine tuğla döşeli ve yüksek setli bir salon daha bulunmakta ve güney duvarı ile kısmen batı duvarında orijinal durumlarını koruyan çini sıraları dikkat çekmektedir. Çevre köylerde bina ve bahçe duvarlarıyla, mezarlıklarda bulunan, harabelerden götürülmüş, çoğu mermer yapı taşları ve kazılarda ortaya çıkarılan kısımlar külliye birimlerinin zemin katları kalın, masif ve dışa karşı kapalı kâgir yapılar olduklarını göstermektedir. Büyük sarayda rastlanan üstü yassı tuğlalarla örtülü kanal kalıntıları, binalarda kanalizasyon sistemi kullanıldığının somut işaretleridir. Kazı sonuçlarına göre yapılan tahminler esas ikamete ayrılan üst katlarda küşklü, cumbalı divanhaneler ve oturma odaları planlandığı, bu mekanlarda dışa, özellikle göle bakan pencerelerin bulunduğu, her odada ayrıca yüklük, dolap, sedir ve ocakların yer aldığı yolundadır. Ele geçen renkli cam parçaları, üst katların pencere açıklıklarında revzen-i menkuşların takılı olduğuna işaret etmektedir. Kazılarda bulunan ve halen Konya Çini Eserleri Müzesinde sergilenen stukolarda(Alçı kabartmalar), çiniler. Sarayın özenle tezyin edildiğini göstermektedir. Kalıpla yapılan stukolar, genelde hayvan ve insan figürlüdür. Taht salonunun ve odaların duvarlarını 2 m. Yüksekliğe kadar kapladığı anlaşılan çiniler, Anadolu Selçuklu Çini sanatının en fazla figür çeşidine sahip koleksiyonunu oluşturmaktadır. Sır üstü ve sır altı tekniklerinde boyanan beyaz, firuze ve patlıcan moru renklerin hakim olduğu çiniler üzerinde Türk usulü bağdaş kurarak oturan sultan ve maiyeti, av partisi ve içki meclisi gibi sahnelerin yanında, bir kısmı sembolik değer taşıyan çeşitli hayvan figürleriyle mitolojik yaratık tasvirleri çoğunluktadır.
*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***
BEYŞEHİR OKUMALARI
HÜZEYME YEŞİM KOÇAK - Yazar
"Yazılacak çok şeyimiz vardı."*. Okumamız gereken de çoktu esasında.. Okuyamadığımız gibi yazamıyor; sâbitelerimiz ve değerlerimiz bir başıboşluk kargaşasında, savrulmuşluk rüzgârında, çağdaş girdaplarda hızla kayboluyordu. Farklı okuma biçimlerinden habersiz olduğumuz gibi; yol(culuğ)un içinde çeşitli düzeylerde içice, dip dibe başka yol ve yolculuklar bulunduğundan da habersiz gözüküyorduk.. Güzergâhlar, kılavuzlar, muhtelif araçlar.. Fâsılalar, vartalar.. Halbuki belki de her şey; bu okuma, yazma serüveninde, yol/cu/luk ekseninde geçiyordu.. Yazarlar Birliği'nin Beyşehir gezisi, bu düşüncelerle başladı. Hocalarımız, genç sanatkârlarımız, öykücülerimiz, basın mensuplarımız ve topyekûn ilme, sanata, hayata yönelik talebeliğimizle bizler.. gezi boyunca hep bir cinsliğin âhengini; fikrî ve kalbî dokunuşları hissettik; muhabbetin yürek atışlarını izledik; sevgi neşidelerini terennüm ettik.. Bu vesileyle ilginç, zevkli, eğitici geziyi tertipleyen TYB Konya Şubesine, Sayın Ahmet Köseoğlu'na; Beyşehir Belediye Başkanı Sayın Nazif Tekinöz'e, Anadolu sıcaklığını yansıtan Beyşehirlilere teşekkürlerimi iletiyorum. ... İlk duraklardan biri olan Bayındır Camii'ni ziyaretten sonra Eşrefoğlu Camii'ne geçildi.. Arkadaşlarımız peş peşe fotoğraflar çekerken, Bir Anadolu ninesi de kızgınlığını ifade ediyordu.. Onun 'iç fotoğrafı' daha güzeldi besbelli.. Ve kendi fânî görüntüsünü -esasında gelgeçliğini ve hiçliğini- tespit ettirmek istemiyordu.. Çünkü hepimiz bir mânâda sanaldık ve "gerçek varlık görüntüsüne" sahip değildik. Gönül ve fikir dünyamız, modern zelzelelerle sallanır; inançlarımıza karşı bir "enkaz devri, hükümsüzlük" şüphesiyle bocalarken ve daimî bir "sarsıntı, kriz" vehmiyle yaşarken; nihayetinde yapılarımızla birlikte biz de çatırdıyorduk. Oysa Eşrefoğlu Camii; ecdadın ustalıkla harmanladığı madde-mânâ terkibini, tehlikelere karşı muhkem bir bentliği, bizim de örnek almamız gereken sağlam bir duruşu muvaffakiyetle taşıyan bir şaheserdi. Kubad-ı Âbâd Sarayı ve Eşrefoğlu Hamamı ise bir hüzün, öksüzlük öyküsünü dillendiriyordu.. Terkedilmiş, garip, kurda kuşa yem edilmiş hazin tarihimizin hikâyesini.. Aklımızı başımıza devşirmez, tedbir almazsak; netâmeli geleceğimizi, meşum âkıbetimizi de... Eflatun Pınarında, vaktiyle yapılan sohbetlerin, etrafında halkalaşanların niteliğini bilemem ama; güzellikle hârelenen suyun, tabiatın ve onları çevreleyen insan unsurunun karşılıklı sohbeti harikaydı.. Soyut ve somutun renkleri, canlı ve cansızın nefesleri; gizli, âşikâr bütün sesler birbirine karışmıştı.. Ve siz, kalbinizin gözlerini açmış, gönlünüzün kulağıyla, sadece ve sadece O'nu arıyor, O'nu dinliyor ve seyrediyordunuz.. Leylekler Vadisindeki leyleklere imrendim. Biz insanlar, ölümden kaçar, kabristan üzerindeki uyarı/uyandırma levhalarına bile tahammül edemezken; onlar inadına mezarlık çevresinde yuva yapmışlardı. Açıktır ki, ömürlerini laklakla geçirmekten uzaklardı.. Feylesofane, mütevekkil, hayat ve ölümü iki kardeş kanat gibi bilerek; İlâhî Nizamın bir denge unsuru olduğunu fehmederek yaşıyorlardı.. Nitekim yolun kenarındaki sessiz, hareketsiz bir leylekcağız da; ebedî istirahatı için bu âsûde mekânı seçmiş, ailesinin ve sevdiklerinin huzurunda, ölümün koynuna girmişti. Göl üzerindeki gün batımı, görülmeye değerdi.. Aklıma bir söz geldi seyr(ederken): "Ben, batan şeyleri sevmem." Öğretmenevi'nde pek içli dışlı, senli benli olduğumuz balıkları ise hiç sormayın. Beyşehir Gölü'nün ferasetli, munis varlıkları hiç kuşkusuz hem derya'yı; hem de gidecekleri yeri çok iyi biliyorlardı, adresi şaşırmadılar. Bu bakımdan bütün Beyşehir sakinleri gibi, onlara da teşekkürü bir borç biliyorum.
*TYB Konya Şubesi'nin sloganı
*** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** *** ***
Gölün Kıyısına Gök Yüzünden Bir Mektup
Gülnihâl ÜMİT - Yazar (gulnihalumit@mynet.com)
Ben Sitare. Senin kim olduğunu bilmek imkansız elbette. Ama sen merakla bu giz kime aittir dedin açtın tıpayı,okuyorsun gönül yaralarımdan oluşmuş nârâlarımı. Ben gölde bir adayım. Kıyıdan geçenlerin hayranlıkla baktığı. Hava, kara, su kuşatması altındayım fakat yüreğimde bir ateş,yanmaktayım cayır cayır. Bir nilüfer çiçeğiyim ben. Hiç kimse tarafından ulaşılamamanın rahatlığıyla kıyılardayım tüm letafetimle. Yalnız içimde bir burukluk,neden bir gelinin saçında süs değilim diye. Göçebeyim. Gezer dururum mevsimler el verdiğince. Evet ben bir leyleğim,şimdi güney ellerindeyim. Terk-i diyar ettiğimde,bilmem söndürür mü yağan yağmurlar ölen yavrumun acısını sizlere. Ben bir ziyayım hamamda. Bedenini paklamış insanların,ruhlarını da paklaması için. Bilirim,aydınlıklar karanlıkları doğurur,karanlıklar da aydınlıkları. Zavallı bir kayığım ben. Küçük ve adresi çoktan unutulmuş bir rıhtıma bağlı. Dalgalarda uğramasa bedenime ne kadar dardayım ve efkârdayım bilinmez. Rüzgarların daima ayrılık türküleri fısıldadığı sazlıkta,bir sazım ben. Ne çoğum,ne de azım. Nerede olduğunu bilmiyorum ama farkındayım bana aşk lâzım... *** Ben Sitare. Gölün ufkuna doğru kaymış ve son parıltıları mehtaba karışmış bir 'yıldız'dım. Artık gökyüzünde bulamazsın beni,fakat istersen elini göle daldır ve çek. Elinden sıyrılan her damla gözyaşımdır,seni vaktinde bulamadığım için...