Önceki yazımda İslamcılığın başarısızlığının ardından atılması gereken iki adımı belirtmiştim. Bunlar; öncelikle daha iyi (başka) bir dünyanın imkanına inanmak. İkincisi, de, Tanrı, insan ve dünya ile daha ahlaki temelde bir ilişki kurmak.
İslamcılık Kur’an ve Sünnet’e dönmek ifadesini dillendirince, bizim bundan anlamamız gereken şey, tekrar eşya ile ahlaki bir ilişki kurmaktır. Fakat islamcılar büyük oranda yolda giderken kapitalizmin aparatlarını toplayarak islami olanı araçsallaştırdılar. Bunun sonucu olarak varmak istemedikleri bir menzile (destinasyon) ulaştılar. Ancak görünen o ki, bu menzilden büyük oranda memnundurlar.
Yolda rastladıklarını ve önlerine çıkan hasılaları ahlaki temelde sorgulamaları gerekirken, tam tersine onları meşrulaştırarak bugünlere kadar geldiler. Tam da bu sebeple ana söylemlerin tersine bir çok hasılalar önümüzde arz-ı endam etmektedir. Fakat hasılaları dışarıda bırakınca elde kalanlar teoride dillendirilen “hayat” elde kalmadı.
İslamcılık hareketi 19. Yüzyılda başladığında bütüncül bir perspektif olarak sömürüye son vermek; kısaca müslümanları ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel tasalluttan kurtarmayı hedeflemekteydi. Kur’an ve Sünnet’e dönüş çerçevesinde (İ)c(t)ihad’a atıfta bulunmakta idi ki, bu aynı zamanda hem sömürü ile mücadele etmek hem de kendisini kuşatan devasa sorunlara çözümler bulmayı içeriyordu. Hakikaten bugün geldiğimiz noktada, modern dünyanın içindeki sorunları geleneksel dünyadan iktibaslarla çözmek imkansızlaşmıştır.
İslamcılık bir takım kesintilerin ardından 1970’li yıllarda yeniden kristalize olmaya başladı. 1970’lerden 2000’lere kadar Türkiye’de İslamcılık, hem periferide bulunması hem de kendi varlık şartları açısından muhalif bir tavır almıştır. Adaletten, liyakate, tarımdan eğitime, adil paylaşımdan birlikte yaşamaya kadar insanı kuşatan sorunlar karşısında söz söylemeye çalışmıştır.
Fakat bu süreçte bir arızanın oluştuğunu belirtmemiz gerekir. O da kendi paradigmasından hareketle kültürel ve toplumsal temelde ve aşağıdan yukarıya bir islamilik inşa etmesi gerekirken, “siyasal” olana odaklanarak ve hatta ona merkezilik atfederek güç merkezli hareket etmeye başlamıştır. Bugün islamcılığın kültürel ve toplumsal açıdan kuvvetli olmaması ve söylemlerinde güç üzerine odaklanması bunun en kuvvetli delilidir. Dünyaya retorikler dışında önereceği bir tez bulunmamakta ve argümentatif bir tartışmadan çok uzak bir mesafede durmaktadır.
Aslında üç beş adım ötesinde müslümanlar buna dair derin boşluğu daha net göreceklerdir. Çünkü kültürel ve toplumsal olarak daha temelden ve fikirsel olarak inşa etmediğiniz hiçbir şey kuvvetli olmaz ve gelecek kuramaz. Diğer yandan İslamcılığın merkezi söyleminde var olan “Hak” ve “Batıl” arasındaki fark tekrar hatırlanmalıdır. Hak, gücünü hakikatten alır, batıl ise güçten. Dolayısıyla şu anda adil paylaşım, eğitim, din, tarım vb. insanı gündelik hayatında kuşatan hiçbir meselede ileri süreceği bir tezi ve pratiği bulunmamaktadır.
Bu minvalde zaten tedrici olarak ortadan çekilen islamcı entelektüeller cari olanın mutlak meşruiyeti üzerinden “daha iyi bir dünya arama” teşebbüslerini bırakmış görünmektedirler. Belki 1970’lerden itibaren dile getirdikleri ütopyalarını “şimdi nerede bulunuyoruz” sorusunu cevaplandırmak ve daha ne kadar yol gidileceğini hep zihinde diri tutmak açısından muhafaza etmelilerdi. Fakat görüleceği üzere buradaki “idea”da ortadan kaybolmuş görünmektedir.
Dolayısıyla “daha iyi bir dünyanın imkanı”nı arama, İslamcılar açısından reelpolitiğin kollarında can vermiş görünmektedir.