Deneme, bir edebi tür olarak kolayca tanımlanabilir mi? Ben bunun kolay olmadığını düşünüyorum -ve galiba, bazı türler arasına ayırdedici sınırlar çizmenin mümkün olmadığını da!
Benim 'Budalalığın Keşfi' ile, mesela Nurullah Ataç'ın, Nermi Uygur'un ya da Sabahattin Eyuboğlu'nun denemeleri türsel olarak benziyorlar mı birbirlerine? Belki de benzer yanları vardır, ama ben, benzerliklerin değil farklılıkların öneçıkması gerektiğini düşünüyorum. 'Geçmiş Yaz Defterleri', örneğin, 'anı' olarak da, 'günce' olarak da okunabilir;- 'deneme' olarak da!
İlk deneme kitabımın adı, 'Denemeler, Karşı-Denemeler'di. Biraz da Malraux'nun 'Antimemoires'ının adından esinlenerek, kitaptaki bir bölük denemeye, 'karşı-deneme' demeyi daha doğru bulmuştum. 'Karşı Deneme, benim, Sabahattin Eyuboğlu'nun deyişiyle, 'gülen düşünce' diye tanımlamayı yeğlediğim bir deneme türü. (Ayraç içinde belirteyim: 'Gülen düşünce' deyişinin, şimdi, sadece 'karşı deneme' için değil, genel olarak 'deneme' türü için kullanılabileceği kanısındayım. Bu deyiş, 'mizah' sözcüğüne karşılık olmaktan çok, 'deneme'ye uygun bir tanım gibi geliyor bana. Deneme, gülümsetmeli okuru;- Rabelais'in 'agelaste'ları gibi gülmesini bilmeyen okurlar, okumasınlar denemelerimi, derim ben...
Deneme türüne ilişkin özel tarihime gelince: İlk okuduğum denemeler, ortaokul Türkçe kitaplarındakilerdir. O yıllarda ortaokul Türkçe kitapları, bir edebiyat beğenisini temellendirmek amacıyla özenle hazırlanmışlardı. Elbette, öteki türlere olduğu gibi, denemeye değer veriliyordu o kitaplarda. Montaigne ve Ataç'ı, ortaokul sıralarında tanıdım. Ama itiraf etmeliyim ki, ortaokul yıllarımda deneme türü beni o kadar ilgilendirmedi;- Lise'de Behçet Hoca (Necatigil) sınıfta, Rilke'nin 'Malte Laurids Brigge'nin Notları'ndan bölümler okuyuncaya kadar da ilgilendirmemeye devam etti. Ama Rilke'nin, hele büyük bir şairin çevirisiyle okunduğunda, düzyazı yazmaya özendirmemesi ve elbette düzyazı hazzı'nın ne demeye geldiğini kavratmaması olanaksızdır.
'Budalalığın Keşfi', denemeyi hem şiirsel hem de düşünsel kılma savıyla olduğu kadar, okura haz duyarak gülmek ve gülerek düşünmek olanağını verme savıyla da yazıldı. 'Felsefe Yazıları'nın ya da 'Osmanlılık, Kültür, Kimlik'teki yahut 'Modernleşme, Oryantalizm, İslam'daki yazılarımla şiirlerim ya da denemelerim arasında bir ortak paydadan bu anlamda söz edilemez.
Deneme yazmanın, benim açımdan, biraz da gazetede köşe yazarı olmakla ilgisi var. Sait Faik'in 'Ay Işığı' öyküsünü anımsıyor musunuz;- 'Havada Bulut' kitabındadır, orada, bir gazeteye başvuran öykü kişisinin, gazetenin başyazarınca, deyiş yerindeyse, sorguya çekilişine ilişkin bir bölüm vardır. 'Ağız aramakta usta' başyazar, 'nasıl bir dünya arzuluyorsunuz?' diye sorar. Uzun bir söylevi vardır öykü kişisinin ve bir yerinde şöyle der: 'İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye selahiyetler kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya...' Gazete yazarlığını, ben tastamam böyle anlıyorum. Ama sorun, sadece, 'iyi şeyler, doğru şeyler' söylemek değildir. Bence, gazete (köşe) yazarı edebiyatçı ise etik olduğu kadar edebi kaygılar da taşımak konumundadır. 'Budalalığın Keşfi'ndeki yazıların (çoğu, benim 'Zaman' gazetesinde yayımlanmış olan köşe yazılarımdır!), 'deneme' türünden yazılar olması ve 'deneme' türüne, meylimin daha da artmış olması, bundan dolayıdır.
'Edebiyatçıların gazetelerde 'köşe' tutmaları'na gelince, hemen belirtmeliyim ki, sayıları geçmişe oranla çok az. Siyasal yazılarındaki ideolojik tavra hiç katılmıyor olmakla birlikte, benim için, Türkiye'deki edebiyatçı 'köşe' yazarlarının en değerlisi, Oktay Akbal'dır.
Attila İlhan, ne yazık ki, bir edebiyatçı gibi yazmadı yazılarını;- bir 'fikir adamı' olmaya özendi ama maalesef, bunun için gerekli entelektüel donanımı yetersizdi! Özdemir İnce'ye gelince, ne edebiyatçı kimliğine ne de fikir adamı kimliğine ilişkin en küçük bir ima taşımıyor yazıları... Zülfü Livaneli'yi saymıyorum;- çünkü 'Budalalığın Keşfi'nde de yazdığım gibi, onu (bana göre, elbet!) ne edebiyatçı ne de fikir adamı kabul etmek olanağı var. Oysa, bundan elli yıl öncesini düşünün: Peyami Safa'nın 'köşe' yazılarını, 'Cumhuriyet'in ikinci sayfasındaki makaleleri: Tanpınar'ın, Hasan Ali Yücel'in, Bedri Rahmi'nin, daha sonra da Melih Cevdet'in makalelerini ve köşe yazılarını... Mehmet Kemal'i unutmamalı. Nereden nereye...
Şunu da söylemeliyim: 'Felsefe ve Ulusal Kültür'deki yazılarım, daha ((((1))))970'li yılların başında, benim entelektüel ilgilerimin nasıl bir edebî ve fikrî bir form içinde dilegetirilmek istendiğine ilişkin ipuçlarını veriyordu. Edebî ve fikrî anlamda uzun soluklu, hacimli ('tuğla gibi'?) düzyazı yapıtları üretmeye uzak durdum daima. Bunda şüphesiz, söylemek istediklerimi döndürüp dolaştırmadan, ayrıntılarda yitip gitmeden toparlama kaygısı ağır basıyor.
Sözü uzatmayayım, deneme, benim için gerçekten ideal bir form. Dokunduğu her şeye bir bakış, bir derinlik, fikrî ve edebî bir boyut katan' bir tür. Makale ile farkı da, bana göre elbet, öncelikle üslupta (makale, öznesizdir) ve referansların sunuluş biçiminde: Makalede, alıntıladıklarımı, dipnotlarda, sayfa numarasına varıncaya kadar, vermek zorundasınızdır;-denemede ise, sadece kitabın ya da yazarın adını (metnin içinde) verir geçerim;- o kadar!
Denemenin, yazarının entelektüel otoportresi olduğu söylenebilir elbet;- ama sadece bu kadar değil! Denemeyi, yaşanmış-olan'dan bağımsız ele almamak gerek. Belki de edebî türler içinde, yazarının yaşamıyla, yaşam deneyimleri ile zorunlu olarak, birebir ilişki içinde olan tek tür, denemedir. Öteki türlerde, yazarın yaşamıyla ilişki, zorunlu değil, olumsaldır;-olsa da olur, olmasa da olur! Ama denemede durum öyle değil. 'Budalalığın Keşfi'nde hem fikrî hem de bireysel yaşamıma ilişkin denemeler var, biliyorsunuz.
Fikrî deneyim, elbette, okumalardan geliyor. Benim oldukça geniş bir entelektüel ilgi alanım var. Edebiyat, Felsefe, Antropoloji ve Dinbilim, özellikle de İslam Kelamı ve elbette Tasavvuf. Bir ara çok ciddi Freud çalıştım;-özellikle de Popper, Sartre, Wittgenstein'in Freud okumalarından yolaçıkarak! Boğaziçi Üniversitesi'nde verdiğim Yaz Okulu derslerinde bu konuyu ele aldığımı, sanırım, öğrencilerim anımsıyorlardır. Marksizm'e gelince, o, gençlik yıllarımdan beri, üzerinde çalışmayı hiç savsaklamadığım 'büyük anlatı'dır. Eh, 72 yaşımdayım. Baudelaire'in o güzelim 'Spleen'lerinden birinde dediği gibi, 'sanki bin yaşındayım, o kadar hatıram var' ('J'ai plus de souvenir que si j'avais mille ans'). Bunlardır beni deneme yazmaya yönlendiren... Sait Faik'in öykü kişisi gibi, 'içinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye selahiyetler kıvranan' biri olup çıkıyorsunuz bunca yaşantı, deneyim ve okumalardan sonra...
Deneme, felsefi düşüncenin önünü açabilir mi;- evet, açabilir! Düzyazı geleneği, bir düşünce geleneğine dönüşünceye kadar, felsefi düşünceler, tıpkı Sokrates-öncesi doğa filozoflarınınki gibi, şiirsel söylemin içinden dilegetiriliyordu.
Unutmamak gerek: Tanpınar, Akif Paşa'nın 'Adem Kasidesi'ni bir felsefi metin sayıyordu. Öte yandan, Lyotard'ın duyurduğu gibi, 'büyük anlatı'ların sonu geldiyse, Aristoteles, Kant ya da Hegel türü 'büyük (felsefi') sistemler'in de sonunun geldiğini düşünüyorum. Bu bağlamda en büyük öncü Nietzsche, sonra da Wittgenstein olmuştur. Wittgenstein'den sonra, büyük sistemler, bana olanaksızmış gibi görünüyor.
Şunu demek istiyorum: Batı'da da, bizde de, felsefi düşünce, artık, Blanchot'nun deyişiyle, 'parçalı yazı' (écriture fragmentaire') olarak üretilecek gibi görünüyor. Deneme de, bence bu tür yazı için ideal bir örnekçe...
Deneme, eğer gazete yazarlığıyla bağlantılıysa, elbette, güncel sorunlardır öne çıkan: Burada 'güncel sorunlar' sözünün yanlış anlaşılmaması gerekiyor. Benim için 'güncel' olan, sıradan herhangi bir 'köşe' yazarı için 'güncel' olan değil elbet;- onun arkasında gizlenmiş, doğrudan verilmemiş olandır! Bakın, mesela budalalığı ele alalım. Bence budalalık, benim anladığım anlamda 'güncel' bir sorundur. Zarif nüktenin yerini, kaba mizahın alması, 'güncel'dir. (Ayraç içinde belirteyim: Nasreddin Hoca'sından İncili Çavuş'una, Bektaşi fıkralarına kadar uzanan incelmiş bir mizah geleneğine sahip olan bu toplum, nasıl oluyor da, bugünün o budalalaştırıcı 'stand up'çularının, 'showman'lerinin kaba nüktelerine gülüyor? Gülmek, düşünmektir elbet;-kuşkusuz, neye gülündüğü de, düşüncenin düzeyi konusunda şaşmaz bir ölçüttür.)
Denemelerin, bir düşünce sistematiği geliştirdiği doğrudur. Daha önce de belirttim: Ben Modernliğe, hele Türkiye'nin modernleşmesi sözkonusuysa, ciddi kuşkular ve tedirginliklerle bakan bir okuryazarım. Dile, düşünceye, belleğe, yere, mekâna, aidiyete dair olan düşüncelerimin, tümüyle, modernleşme ile ilişkili bir sistematiğe dayandığı söylenebilir. Türkiye'de sahih bir aydın olma konumu, Modernleşme/Gelenek sorunsalı gözardı edilerek temellük edilemez. Bir Peyami Safa'ya, bir Hilmi Ziya Ülken'e, bir Tanpınar'a, bir Ülgener'e, Cemil Meriç'e ve Kemal Tahir'e bakınız, bu kavramları, hangi bağlamda ele almışlar, görürsünüz. Türkiye'de sahih bir aydın olmanın önkoşulu, dile, belleğe, mekâna ve aidiyete dair sorunları, modernliğin gelenekle olan kopma ve kopçalama (Lacan'cı anlamda: 'Le Point de Capiton') ilişkileri bağlamında ele almaktır. Sahih bir Türk aydınının düşünce sistematiği bu olmalıdır.
Zaman 22.12.2008