1-Dil nedir, alfabe nedir?
Dil, lisan varlığımızı idrak etmemizi sağlayan Yaratıcının insana ilahî bir bağışıdır. İnsan dille kaimdir, dille vardır, kelimelerden örülmüş bir dünyada yaşar; konuşur, yazar; dinler, okur. Tefekkür eder, düşündüklerini dışa vurur, anlar anlatır. Alfabe ise, dilimizdeki sesleri yazıya geçirmeye yarayan bir işaretler sistemidir.
- “Türk dili” veya “Türkçe” dediğimizde dünden bugüne hangi coğrafya aklımıza gelmeli, tarihî olarak Türkçe hangi evrelerden geçti?
Türklerin yaşadıkları tarihle bağlantılı olarak dilleri de çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Farklı lehçeler, şiveler ortaya çıkmıştır. Hatta “Türk dilleri” denildiği de olmaktadır. Çin’in ortalarından Avrupa’nın ortalarına kadar doğu batı, Sibirya’dan Mısır’a kadar kuzey güney eksenli bir coğrafyadan söz etmek yanlış olmaz.
Dilimizin yazılı geçmişi hakkında 19. Yüzyılın sonundan beri bir hayli bilgiye sahibiz. İlk yazılı metinler 8. Yüzyıldadır. Dilimizdeki değişmenin devletle ilişkili yönleri olduğu gibi, milletle ilgili yönleri de var. Kesin olan şu ki, Türkler Müslüman olduktan sonra çok keskin bir değişmeye uğradılar. Bu büyük değişimin 11. asrındayız ve bu dönemin ilk abidevî eseri Kutadgu-bilig, yaklaşık bin yıllık bir metin. Doğu-Karahanlı türkçesi bu başlangıçta dinî-felsefî ve edebî anlamları güçlü şekilde ifade edecek kudrette.
Batı türkçesinin yazılı geçmişini Anadolu’dan başlatmak yanlış olmaz. 1200’lü yıllar, yani 13. Yüzyıl. Malazgirt zaferinden 2 asır sonra Anadolu’da türkçenin yazılı olarak da hükümranlığının ilan edildiği devirdir.
İşte Yûnus Emre’nin büyük bir dil ve şiir kudreti ile belirdiği bu yüzyıldan itibaren bu topraklarda yüzbinlerce ciltlik bir türkçe edebiyat (literatür) ortaya çıkmıştır. Yûnus, Selçuklu’nun sonunda yetişir ve Osmanlı’yı müjdeler. Anadolu’da Selçuklu’nun en büyük edibî Mevlâna’dır, az sayıda türkçe mısra ve beyit söylemiş olan Mevlâna bu topraklarda farsçanın büyük bir şairi olarak ömrünü tamamlarken, Yûnus’un güneşinin parlamaya başladığını, türkçenin edebi bir dil olarak geliştiğini görürüz.
Anadolu’da Selçuklu sonrası beyliklerin türkçe edebiyatın gelişmesi için verimli bir zemin oluşturduğu görülmektedir. Tarihî devamlılık itibarıyla Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren türkçe konuştuğunu, yazdığını ve Osmanlı beylerinin, sultanlarının türkçenin hamisi olduğunu, en büyük şair ve yazarlarımızın Osmanlı sahasında yetiştiğini biliyoruz.
- Bugün Türkçeyi ne kadar kullanabiliyoruz? Bugün Türkiye'de dil öğrenmek neden zor ve zayıf?
Türkçe 20. yüzyıla güçlü bir dil olarak girmiştir, bu resmî dil olarak böyledir, edebiyat dili olarak böyledir, ilim dili olarak da böyledir. Bugün, 20. Yüzyıla ulaşmış olan türkçenin zaafları yüzünden değil, gücü yüzünden saldırıya maruz kaldığını, önünün kesildiğini söyleyebiliriz. Osmanlı aleyhdarlığının yeni rejimin ayakta kalması için zarurî görülmesi bütün sahalara yayılmış, bu arada zengin dili de alabildiğince kötülenmiş ve Osmanlı padişahlarının dilimizi yabancı dillerin boyunduruğuna soktuğu iddia edilmiştir.
1932’de ilk defa toplanan Türk Dili Kurultayı, Osmanlı düşmanlığı, Türk ve türkçe hamaseti yanında, türkçenin batı dilleri ile aynı kökten olma iddiasına dayanan “tez”lerin okunması, konuşmaların yapılması şeklinde 10 gün sürmüştür. Bu kurultayda ilim konuşmamıştır, hakikat gözetilmemiştir, hak teslim edilmemiştir, gerçek anlamda bir dil ıslahı programı ortaya konulmamıştır. 2. ve 3. kurultaylar da farklı değildir.
Dil devrimi gerekçeleriyle uyumlu bir hareket olarak başlamamış ve gelişmemiştir. Türkçe yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmak iddiasıyla batı dillerinin boyunduruğuna sokulmuştur. Köklü ve zengin türkçe tahrib edilmiş ve fakat yerine aynı güçte bir dil varlığının oluşturulması mümkün olmamıştır. Zaten böyle bir dil yapmak imkânsızdı, fakat türkçeye büyük hasar verdirilmiştir.
Dilde istikrar olmayınca düşüncede, eğitimde, haberleşmede de ciddi meseleler ortaya çıkmaktadır. Eğitim sistemi uydurma kelimeleri yerleştirmeyi iş edinen bir yapıda yürümektedir. Az kelime ile çok şey anlatmak işin esasıdır. Kelime azlığı zihni gelişmeyi sınırlamaktadır. Bugün konuşurken, yazarken çekilen sıkıntıların çoğu bundan kaynaklanmaktadır.
- “Harf inkılabı” dediğimiz şey tam olarak nedir? Arzulanan neydi, nasıl bir sonuç ortaya çıktı? Bize biraz bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Harf değiştirmek dil değiştirmenin bir safhasıdır. Eğer köklü bir yazılı kültürünüz varsa, harf inkılabı yapmak kültürel birikimi ortadan kaldırmanın ilk adımıdır. Harf inkılabının, iddia edildiği gibi, bir okur yazarlık seferberliği devrimi olmadığını görmemiz lâzım, bu bir “sıfırlama devrimi”dir...Dilimiz, edebiyatımız, kültürümüz alfabe değiştirilerek sıfırlandı. Kütüphanelerimiz kabristana çevrildi, hem de ziyaretçisiz kabristan! ilk yıllarında okur yazarlıkta ciddi ilerleme kaydedilemediği gibi, kitap yayınında da başarılı olunamadı. 1933’de Üniversite reformu için Türkiye’ye davet edilen yabancı profesör, ülkede üniversite talebelerinin okuyacağı kitap bulunmadığını raporlarına yazdı! Gazeteler okuyucusuz kaldı. Merkezde ve taşrada gazetelerin üçte ikisi okuyucusuzluktan kapandı. Bu hükümete fırsat verdi: Ancak devletin bütçeden destekledikleri, yani yalaka ve menfaatçi basın ayakta kalabildi. O zaman kurulan basın yayın sistemi son yıllara kadar ağırlığını hissettirdi.
Sizim kerli ferli “bilim insanları”mız hâlâ harf inkılabı şaklabanlığı yaparken bir davet üzerine Türkiye’ye gelen Fransız filozofu Derrida harf inkılabını iki binli yılların başında “harf katliamı” olarak nitelemiştir. Konferansın başlığı manidardır: "Yalanın Tarihi: Yalanın Durumu, Devlet Yalanı".
Derrida’nın konuşmasında siyasî ahlâk üzerine çarpıcı tesbitleri var. Ona göre, gerçeğin er ya da geç ortaya çıkacağı ve yalana karşı zafer kazanacağı inancı, biraz safdillik olabilir. “Gerçeğin hep daha radikal şekilde saptırılacağı ve bu çarpıtmanın sonsuza dek geçerli kalabileceği ihtimalini göz ardı edersek, yalanla baş etmemiz, yalanın tarihini anlamamız, hatta kısaca tarihi anlamamız imkânsızlaşır" diyor.
"Yalanın yeni, modern sınırlarını, daha doğrusu sınırsızlığını tanımlamak gibi bir görevle karşı karşıyayız" diyen Derrida, bunun sebebini, sözkonusu olan, kişilerin değil devletlerin yalanıdır. Devletin halkı aldatması yahut gerçekleri çarpıtması sözkonusudur, diye açıklamış.
Derrida, üniversitelerin, aydınların ve yargının, siyasî yalanın yeni sınırlarını tanımlamak sorumluluğuna işaret etmiş ve "Devlet her yalan söylediğinde, evrensel aklı ve genel iradeyi değil, sınırlı bir çıkar grubunu temsil ediyor, bir sosyal gruba karşı diğerini savunuyor demektir" demiş.
"Modern politikada yalan, tarihi yaşamış olanların gözünün içine bakarak tarihi yeniden yazmaktır. Kurgu artık gerçeklikle ilişki kurmuyor, gerçekliğin yerini alıyor. Yeni çareler bulmak, yeni tepkiler geliştirmek zorundayız." Bunu yaparken, en büyük etik silahın gene de klasik yalan tanımı olduğunu savunmuş.
“İstanbul mektubu”nda Derrida zorla yapılan harf inkılabının “travmatik” yani “cerhî”, yaralayıcı bir şey olduğunu söylüyor ve mektubu yazdığı Catherine Malabou’ya kıyaslama yapması için “Bizde böyle bir şey olduğunu düşün: Cumhurbaşkanı, yarından itibaren yeni bir yazı sistemi kullanmamız gerektiğine karar versin. Üstelik dili değiştirmeksizin!” cümlesini kuruyor ve bunu bir “harf darbesi” olarak niteliyor.
Başka bir konuya atlamış gibi görünen filozof, birkaç sayfa sonra bir şaşkınlık ifadesi olarak “Türklerin, hatta onu kült haline getirenlerin bile, onu sevdiğinden çok emin değilim. Yazıyla ilgili bu hikâye yüzünden ondan hâlâ nefret etmiyorlar mı (görebildiğim en derin yara bu, öyle ya da böyle herkesin kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü)” cümlesini kuruyor. Metnin bu kısmında bu nefret edilmesi gereken (menfur) fiilden nefret edilmemesini şaşırtıcı bulan Derrida, buna bir türlü ikna olamıyor ve “kanımca, Türkler ona saygı duyarken, onu anıp yaşatırken bir yandan da ona beddua ediyorlar. Üstelik sadece Müslümanlar da değil!” hükmünü veriyor.
Mektubun devamında üçüncü dalga geliyor. Yazar, arada yazdıklarıyla bir soluklanma arayışında gibidir. Fakat üçüncü ve en sert dalga geliyor ve konuya dönüyor ve daha ağır bir ifade kullanıyor: “Bu yüzden, Türkiye’de bir harf katliamı olduğunu tahayyül ettiğim, geri dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu düşündüğüm şeyi üstlenmeye ve yanıma almaya, sanki içimdeymiş gibi onu kavramaya ve yeniden yaşamaya çalışıyorum. Her zaman olduğu gibi burada da ‘halk’la ve de bu harf derişikliğinin ruh göçünü önceden tasarlamış olan, böyle bir kararı verebilen ve uygulamayı başaran ‘birey’le özdeşleşmeye çalışıyorum. Her an onları düşünüyorum, ama sanki bir rüya görüyormuşum gibi.”
Derrida’nın ifadelerinden bir imkânsızın nasıl mümkün olduğunu sorgulamak istediğini çıkarabiliriz. Daha önce “harf darbesi” derken, bu defa “harf katliamı” diyerek çıtayı yükseltiyor ve bu olmazlığı özümseyerek kavramaya çalışıyor.
- Türkiye ve İslam dünyası olarak bugün kendi kavramlarımızı geliştirebiliyor muyuz? Dil ve kavramlar üzerindeki hassasiyeti yeterli buluyor musunuz?
Kendi kavramlarını üretmek, yapmak medeniyet iddiası gerektirir. Türkiye medeniyet iddiasını cumhuriyetten sonra terk etti. Kendi medeniyeti üzerinde yükselmek yerine batı medeniyetinin kuyruğuna yapışmayı tercih etti. Osmanlının yüz yıl içinde ortaya koyduğu terminolojiyi dil devrimi ile ortadan kaldırdı. Yerine uydurma kelimeler ikame edilmek istendi. Bunun bir aldatmaca olduğu kanaatindeyim. Asıl hedef latince terminolojiye geçmekti. Nitekim tıp terminolojisi latinceleştirildi. Fizik, kimya, biyoloji latince terimler üzerinden öğretildi. Sosyal bilimlerde bu zorunla hale getirilmedi, fakat uydurma kelimeler yerleşmediği için, bu alanda da latince kökenle terimler yaygınlaşıyor. - Sizi bulmuşken sözlük üzerine konuşmamak elbette ki olmaz. Sözlük kullanmak neden önemlidir Hocam? Bugünkü dijital dünyada sözlükle ilişkimizi yeterli buluyor musunuz, bu konuda neler söylersiniz acaba?
Sözlük kullanmak, anlamanın ve düşünmenin esasıdır. Sözlüksüz derinlemesine okuma yapılamaz, anlamın künhüne varılamaz. Elinin altında sözlük bulunmayan biri “ben kitap okuyorum” diyemez. Maalesef Türkiye’de en başta aydınlar sözlüksüzdür. Her hangi bir lügate bakmadan üniversitede kendine yer bulan ve akademik kariyerin basamaklarından yükselen çok sayıda “akademisyen” var. Okur yazar camia anlamı ıskalayan bir topluluğa dönüştü. Ne konuştuğu kelimenin, ne yazdığı kelimenin hakkını veriyor. Rastgele konuşan, yazan ve bu şekilde yaşamaktan huzursuz olmayan yüzbinlerce “okumuş” var.
Çok teşekkür ediyorum Değerli Hocam, bizi kırmayıp sorularımızı cevaplandırdığınız için.
ANADOLU GENÇLİK DERGİSİ
ARALIK 2022 SAYISI