Geçtiğimiz hafta, bütün bir dünyanın taaccüple karşıladığı jakoben davanın yorumunu Çağların Mütefekkiri, Şaire bırakıyorum:
...
Ey vatansız derbederler, ey denî kundakçılar!
Milletin az çok duran bir dini, bir namusu var.
Şimdi nevbet onların... Yansın da onlar öyle mi?
Tarumar olsun bütün bir Müslümanlık âlemi!
Ey, haya namında bir hissin vücudundan bile,
Pek haberdar olmayan, yüzsüz, hayâsız! Bak hele!
Arkasından takla attın en denî bir şöhretin;
Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mâhiyetin!
Bir külah kapmaksa şayet bunca hırsın gayesi;
Kendi nâmusun olur er geç sermayesi.
Yoksa nâmusuyla, vicdanıyla halkın oynama...
Sonra kat kat nâsiyenden sarkacak bir çok yama!
Bir kızarmaz çehre bulmuşsun ya, ey câni, bürün;
Hem bütün dünyayı ifsâd eyle, hem muslih görün!
(denî: alçak, soysuz)
(Safahat üçüncü kitap, çağrı yayınları sy:203)
"İnsan hayatta iki şeyi bilmeli" derdi büyük insan; "haddini ve hesabını.
Ben haddimi bildim, fakat hesabımı bilemedim" diyordu kırık ve mahzun bir şekilde.
Hesabını bilemedi, çünkü maddi hesabından çok da önemli hesapları vardı O'nun hayatında.
O; bu günü, yarını, kendini, evladını değil; öteleri, nesilleri, bütün bir Ümmet-i Muhammedi hesap ediyordu.
Rabbe karşı sorumluluğu, milletine hizmete sevk ediyordu O'nu.
O; çağlara hükmeden çığlığıyla;
Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol" diyordu.
İnsanlardan karşılık beklemeden, makam, şan, şöhret sevdasına kapılmadan, etrafındakileri kırmadan, incitmeden duyarak, hissederek çalışıyor, hissettirmek için okuyor, yazıyordu.
"Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış:
Bir ümmet göster, ölmüş maneviyat ile sağ kalmış?"
...
Akif'in dostlarından Kuşadalı Ali Rıza Efendi şunları anlatıyor: beş çocuk ve sinir hastası olan bir eşi vardı. kendi sıkıntılarından hiç söz etmez, ettirmeyi de sevmezdi.
Fakir, yetim bir çocuk görse kesesini boşaltır, parası yoksa ağlardı. Arkadaşını teşvik ederdi. Nazarında paranın hiç kıymeti yoktu.
Bir gün yakın arkadaşı Fatin Gökmen'le buluşmak üzere sözleşirler. O günde öyle müthiş bir yağmur yağmaktadır ki; tabiri caizse; sel götürenden.
Mehmet Akif verdiği söz üzerine Beylerbey'inden kalkıp Vaniköy'e gelir. Fatin Bey'de yağmurda Akif'in gelmeyeceğini düşünerek komşuya gitmiştir. Akif kapıyı sırıl sıklam bir şekilde takılar ve çocuklar çıkar. Durumu söyleyip içeri girmesi için ısrar etmelerine rağmen girmez geri döner. Ertesi gün Fatin Bey özür dileyerek havanın durumundan dolayı gelmeyeceğini düşündüğünü söyleyince Akif'in cevabı müthiştir:
Fatin! Batılıların güzel bir sözü vardır. Derler ki; "İnsanlar sözleriyle, hayvanlar boynuzlarıyla bağlanır." Sen beni nasıl bir insan sanıyorsun.!
Merhum Mehmet Akif çok sağlam karakterli, şahsiyetli ve özgüvenli bir insandı. Yanındaki arkadaşlarını da kuvvetlendirir, coşkulandırırdı.
Mısır'da yaşarken Akif'in ziyaretine giden neyzen özel hayatından şunları aktarır: "Akif sabahları güneş doğmadan kalkar, Kur'an tercümesine başlardı. Sabah namazını kılar, çayı hazırlar beni uyandırırdı. Ona hasretini çektiğini söylediği makamlardan taksim yapardım. Gözlerinden damla damla akıttığı yaşı benden saklamak ister ve sonra bana tercüme ettiği Kuran'dan parçalar okurdu. O zaman da ben de coşar, elime neyi alır ve duygularımı neye bırakırdım."
Akif ve arkadaşları...
Bizler de onların aralarına katılabilmek için onları okuyalım.
Başlatılmış olan "Safahat Okuyoruz" kampanyasına iştirak edelim.
Her gün -özellikle ailece- bir sayfa okuyalım konuşalım.
Son söz Şair'den:
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işte gerek!...
Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme;
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek!...
Vesselam...
Merhaba