Türkçenin bu topraklardaki macerası Yûnus Emre ile başlamadı, fakat onunla dimağımızda alazlandı, gözümüzde şavkıdı, dilimizde şakıdı! Tabiî türkçe Yûnus’un şiirleriyle coşkun bir nehir gibi gürül gürül asırlarca aktı.
Bu nehre dereler, çaylar, ırmaklar, coşkun seller karıştı. Bunların tamamına başlangıçtaki berrak kaynağa izafeten Yûnus denilebilirdi, en azından bir kısmı öyle adlandırıldı. Yûnus nehrinin bereketi hiç eksilmedi.
Yûnusun türkçe davası yoktu: Türkçe söyledi.
Yûnusun şairlik iddiası yoktu: Şiir söyledi.
O tabiî olanın peşindeydi. Söyledi türkçe oldu. Terennüm etti şiir oldu.
O bir kelimeden ne arapçadır diye kaçtı, ne farsçadır diye.
Kelimelerini seçerken ırk, kavim davası gütmedi.
Yûnus, tekkede bizim Yûnus oldu. Bu dil dergâhlarda bizim edebiyat dilimiz oldu. Oğuzun Türkçesi Anadolu’da neşvünema buldu.
Yûnus:
Kasdum budur şehre girem feryâd u figân koparam
Dedi.
Bir asır sonra Hacı Bayram:
Nahgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm
dedi.
Yûnusun hakikati efsanedir, efsanesi hakikat.
Bir şeyhe, Tabduk’a bağlanıp tekkeye kırk yıl odun taşıyor…Kırklara karışmanın ilk adımı bu…
Kim demişti? “Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek!”
Yûnus kırk yıl odun taşıdıktan sonra bir meclis kuruluyor, bu mecliste güzel sesli bir Yûnus var; Yûnus-ı Gûyende, Tapduk Emre, ona bir coşkunluk anında “söyle!” diyor.
Gûyende farsça “söyleyen” demek. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin yakınında ünlü gûyendeler var. Osman Gûyende ile Şehabeddin Gûyende, Mevlâna’nın huzurunda ilâhî okuyan dervişler.
Tapduk Emre’nin Yûnus-ı Gûyende’sinden ses çıkmıyor. Gûyende bir şey söyleyemiyor.
Şeyh Tapduk üç defa tekrarlıyor, “söyle!” diyor ona, Guyende’nin âdeta dili lal olmuş.
Bunun üzerine Tabduk Yûnus Emre’ye dönüyor ve “vakit geldi çattı, işte o hazinenin kilidini açtık, nasibini tamam verdik, söyle!” diyor. Ve Yûnus Emre söylemeye başlıyor…işte bu sözler bir ulu divan oluyor!
Yûnus tekkeye kırk yıl doğru odun taşıdı, odunun bile doğrusunu getirdi. İşte bundan sonra da sözün doğrusunu söyledi!
Bu menkıbeyi Anadolu’da farsçadan türkçeye geçişin hikâyesi gibi gibi okuyabiliriz.
Mevlâna, eserlerini farsça yazdı, onu tasavvufa sevkeden, şiir yazmaya yönelten Tebrizli Şems’di. Irkın, etnik kökenin bir anlam taşımadığı o zamanlarda onun Fars, Türk veya “Azerî” olması da mühim değildir. Fakat farsça konuştuğunu, Mevlâna ile derin mükalemelerinin farsça olduğunu tahmin edebiliriz.
Yûnus’un pîri, Tapduk Emre’nin türkçe konuştuğundan, Yûnus Emre ile de böyle tekellüm ettiğinde şüphe yoktur. Mevlâna’yı şiir deryasına daldıran Şems onun ilhamını farsçadan verdi.
Tapduk ise türkçe konuştu Yûnus’un nasibi türkçeden oldu…
Tapduğun tapısına, kul olduk kapısına,
Yûnus miskin çiğ idik pişdik elhamdülillah!
Türkçe Tapduğun tapısında, huzurunda kıvamını buldu, çiğ idi pişti, edebiyat dili oldu!
Hakdan inen şerbeti içtik elhamdülillah!
Bizim için bu topraklarda türkçe edebiyat Hakk’dan inen şerbettir.
İşte böyledir ol hikâyat!