İbrahim Demirci'yi, Arapça ve Fransızca'dan yaptığı tercümelerinden, Edebiyat dergisi ortamında neşv ü nema bulmuş şiirlerinden, gazetelerde uzun yıllar sürdürdüğü "dil" odaklı yazılarından tanıyoruz. Demirci, daha önce (Yaralı Yazılar, Hece, 2000) gazetelerde yayınladığı "dil" yazılarından yaptığı bir seçmeyi yayınlamıştı. "Hay Hay Hayat" ise Demirci'nin gene süreli yayın organlarında çıkmış yazılarından yaptığı bir seçmeden oluşuyor. Ancak Yaralı Yazılar'la Hay Hay Hayat'ın aynı çizgide iki kitap olduğunu söylemek zor. İlki "dil" problemlerini daha çok ön plana alan bir kitaptı. Ancak gazetelerde örneklerine rastlamaya alıştığımız türden, yazarların dil hatalarını göstermekle yetinen denemeler değildi bunlar. Bir kelimenin imlasından yola çıkıp, o konuda ana hatlarıyla bilgi veren ve daha önemlisi, o kelimenin anlam dünyasından hareketle, hayatımızdaki, inanç dünyamızdaki "derin anlam"a ulaşmaya çalışan denemelerdi. Demirci aynı şeyi Hay Hay Hayat'ta da yapıyor. Ancak çıkış noktası her zaman "dil" değil. Doğrudan hayatın içinden, gündelik gözlemlerden yola çıkıyor ve hep aynı yere varıyor:
Demirci, bir Müslümanın gündelik yaşamını anlatıyor, demeyeceğim, bir Müslümanın gündelik yaşamındaki endişelerini, üzüntülerini, sevinçlerini anlatıyor. Bu anlatım, daha çok bir iç konuşma, iç sorgulama, gözlemlenen gündelik gerçeklerin, Müslümanca yorumlanması biçiminde yapılandırılıyor. Cemal Süreya'nın "Yaban ördekleri donmasın diye/Suya nöbetleşe kanat vururlar." dizeleri, yazara, toplumsal sorumluluğumuzu hatırlatıyor. Yaban ördeklerinden yola çıkıp soruyor: "Ben ne yapıyorum? Sen ne yapıyorsun? O ne yapıyor? Biz ne yapıyoruz? Kim ne yapıyor?" (s.2) Demirci'de bu iç sorgulama, bu iç konuşma, insan olmanın getirdiği/gerektirdiği duruşun/sorumluluğun bir sonucu olarak adeta otomatik olarak işliyor. Bir minibüs şoförünün, aracına gereğinden fazla yolcu alması ve karşısına trafik polisi çıktığı zaman, istifini hiç bozmadan yalan söylemesi, belki de, biz "şehir ahalisi"nin artık üstünde durmayacağımız kadar sıradan "günah"lar kapsamına girer; bunlar "vak'a-yı adiye"dendir. Güler geçeriz. Oysa "Her Şey Yarılıyor" başlıklı yazısında, yazar, bu "basit" olaydan her geçen gün biraz daha kararttığımız dünyamızın kapkara fotoğrafını çıkarıyor. Ancak hemen belirtelim:
Müslümanca bakışın bir gereği olarak, Hay Hay Hayat'ın yazarı, olumsuzluklardan rahatsızlık duysa da, olumlayan, güzel gören, hüsnüzan eden (hay hay hayat diyen) bir bakışa sahip. Kalemine hiçbir zaman sonuna kadar bastırmıyor. Belli bir noktaya üzülüp, üzüldüğünü belirtip orada bırakıyor. Bence, yıllardır yazılarını, şiirlerini, çevirilerini okuduğum ve konuşmalarını dinlediğim İbrahim Demirci'nin, "üslubu"nu tayin eden temel unsur bu: Hiçbir zaman kalemine bastırmıyor. Burada "üslubu" sadece estetik anlamıyla kullanmıyorum. Bu "kalemine bastırmama" durumu, aynı zamanda "öz"e de ilişkin bir durum. Öfkesini sonuna kadar götürmüyor. Duyarsızlaşan dünya insanına yönelttiği eleştirisinde de örneğin, sonuna kadar gitmiyor. Mutedil. Bu, onun mizacıyla da ilgili bir durum şüphesiz. Doğal olarak, Demirci'nin üslubunu bu mizaç belirliyor.
Demirci'yi yakinen tanıyanlar bilir: Onunla beraberken, hiç aklımızdan geçmeyen ayrıntılar, bir dil yanlışı, bir mantık hatası, gazetedeki bir başlık, yan masada oturan bilmediğiniz bir kişinin söylediği sözler, bir levha, bir anons, bir şarkı sözü, aniden bambaşka anlamlar kazanır ve doğru zannettiğiniz pek çok şeyin yanlış olduğunu fark edersiniz. Ayrıntılara hakimdir. Bunu sadece dil-sel anlamda da söylemiyorum. Hayatın herhangi bir alanıyla ilgili de olabilir bu ayrıntılar. Dolayısıyla, İbrahim Demirci'nin denemeciliğinin temelinde böylesine bir "dikkat usta"lığı, ayrıntıcılık, doğruyu belirleme hassasiyeti yatmaktadır. Bu hassasiyetinin ürünü olarak, pek çok gazeteciyi, edebiyatçıyı, son derece nazik bir biçimde eleştirmesini de bilmiştir. (Gazete sütunlarından, sayılamayacak kadar çok kişiyi eleştirdiği halde, kimseyi kırmamayı nasıl başarmıştır? Demirci'yi anlamak adına asıl üstünde durulması gerek bu sorudur.)
Demirci, özellikle Hay Hay Hayat'ta, gündelik yaşamdan sahneleri denemelerine alırken, öykülemeden de bolca yararlanır. Yazılar bir öykü gibi başlar, hatta bazen bir bütünüyle bir öyküyü andırır. Ancak, bir denemeci olarak, elbette mesajını doğrudan doğruya vermek istediğinden, bu öykü anlatımı yazının geneline yayılmaz. Geleneksel anlatılarımızdaki gibi, öyküden maksat "hikmet"tir. Maksat bir ayrıntıyı göstermek ve bu ayrıntıdan hareketle "derin anlam"a ulaşmaktır.
İbrahim Demirci'de var olan bu dinsel ve dilsel bilincin, Nuri Pakdil ve çevresinde faal bir yazar olarak bulunmuş olmaktan kaynaklandığını söylersem düşüncelerim yanlış anlaşılabilir. Başka bir şey söylemek istiyorum: Bu bilincin ortaya çıkma biçimine/estetiğine, bu çevrelerde bulunduğu süreç etki etmiştir. Hay Hay Hayat'ın "Evet, Hayır", "Saçmalama", "Tiyatro Vodvil...", "Çat", "Boşluklar" gibi yazılarında, yer yer, bir Pakdil üslubu kendini anımsatmaktaysa da, bu okuru yanıltmamalı. Demirci, denemelerinde, kendi üslubunu bulmuştur. Demirci, anlattığı şeyi bütün cepheleriyle kavrayıverir. Kısa, etkili, sade, daima mutedil cümleler kurar. Fakat zaman zaman, bir gazete yazısının çok ötelerine geçen, sanatlı, uzun, Demirci'nin son yıllarda sanki fazla üstüne gitmediği "şairlik tarafı"nı vurgulayan sıkı cümlelere de rastlarız: "Gözlerimi kamaştıran görkemin aklığı ile içimi ürperten gizemin kara mı, lacivert mi, kırmızı mı olduğunu kestiremediğim o bulanık ama derin rengi; içimde birbirine karılırken, güreşircesine karışırken, bir çeşit esrimeye sürüklenirdi başım." (s.3)
Yazımı bitirirken, yayın dünyasına, Demirci'nin gazetelerde kalmış çok sayıda yazısının bulunduğunu hatırlatmak istiyorum. "Gazete yazısı" olmanın çok daha ötesine geçmiş yazılar...
Hay Hay Hayat
İbrahim Demirci
Ebabil Yayınları
184 sayfa