Hepinizi saygı sevgiyle selamlıyorum. Program teklifini Sayın Mustafa Güçlü bir sene öncesinden teklif etmişti. Bugünlere geldik fakat büyük bir felaket yaşamıştık, izleri ve etkileri hâlâ sürüyordu. Başımız sağ olsun Türkiye’m diyorum. Allah bir daha göstermesin. Ölenlerimize rahmet diliyorum. Neticede teklifi kabul etmekte biraz tereddüt ettim, ama yaş haddi aşmıştı. Belki bizim de söyleyeceklerimiz olabilirdi.
Bu programda, şöyle ilerleyeceğiz, konuşmamın sürükleyiciliğine kapılıp, gözlerini dinlendirmek isteyen bazı beyefendiler olabilir. Onun için zaman zaman ani üslup değişiklikleri ve sıçramalar, kelime darbeleriyle sarsılacaklardır. Edebi bazı örnekler de göreceksiniz. Hikâyenin içinden hikâyeler çıkacak.
Yazar bir baba, küçük kızına sormuştu, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye. “Kız yazar olacağım” diye cevap gelmişti. Cevabı kendime uyarlarsam, biz.. kız yazarlıktan öte, herhalde “kızgın yazar”dık. Yazar, eleştirmen Ömer Lekesiz’e “Bukalemun” isimli yazımızı gönderdiğimizde, “Aman Allah’ım kime kızdınız böyle. Top gibi, tank gibi yazı” demişti. Şiddete fazla maruz kalmayasınız diye şimdi bu yazımdan kısa bir bölüm sunuyorum:
“Derhal kabul etmelidir ki, bukalemunluğun hızı, fikir ve hareket oynaklığı, seçkin bir kıvraklık önemlidir. Oyna(t)ma sürati falan evde test edilmelidir ki, kamuoyuna mahcup olunmasın. Ahestelik, teenni, yöntem usul; zinhar ha uygun değildir.
Ki bu sayede alınır satılır, hibe edilir; kişiliğinizin gelişimi, ABD düzeyine çıkması mümkünleşir. Zemberekleriniz iyice kurulur, paslanma ihtimaline karşı yıkanır yağlanır, siz de Şark ve Garb Fatihi olaraktan, adamakıllı kurulur yaylanırsınız. Koltuklar, kanepeler almaz olur.
Hem sonra, kadriniz kıymetiniz bilinmese de, siz tarih yazarsınız a canım. Bir defa değil, her salise. Değiştiniz ya bir kere. Politikanın gelmişini geçmişini, validesini.. kral sülalesini, Asya’sını Avrupa’sını, imparator bıyıklarınızla fethedersiniz.
En yiğit, bahadır sesinizle zamanları durdurur, çakmak ateşin gözlerinizle ve yakıcı yakışıklılığınızla özür diler, tehdit edip yalvarır, izin ister, kös kös geri döner, mühürlü kapılar önünde bekler, eser yağar gürler, dakikasında çark eder, barbarları tarumar edersiniz.”
Doğum yerim Tunçbilek. Orada ve Kütahya’nın ilçesi Tavşanlı da geçen 18 senelik mütevazı ve münzevi hayatımızın herhalde yazarlığıma katkısı olmuştur ve Aziz babacığım İsa Ruhi Bolay’ın engin hoşgörüsü ve sabrının. Yine ailenin içinde müstesna bir örnek olan amcam felsefeci Süleyman Hayri Bolay’ın…
1977’de Faruk Bey’le hayatımı birleştirdim, Konya’ya geldim. Ve bazı yazı denemelerine giriştim.
Hamle, Konya Postası gibi değişik görüşlü gazetelerde yazdım. Toplum sorunları, kadın ve dil meselesi üzerine kafa yormaya başlamıştım. Bir yanım daha duygulu, hassas. Meselâ Hayriye’nin Düğünü isimli talihli hikâyemi bu sıralar kaleme aldım.
Bir parantez açayım: Hayriye’nin Düğünü talihliydi, mesela 2009’ da Yeni Şafak Gazetesi’nde şöyle bir haber yer aldı: Öyküler Sesleniyor. "Öyküler Sesleniyor", Türk edebiyatından seçilmiş 200 yazardan birer öykünün; tiyatro oyuncuları tarafından seslendirilip her öyküye özel bestelenmiş müzikler ve özel ses efektleriyle kurgulanması ile oluşturulmuş bir "Sesli Öykü Antolojisi". Türünün dünyadaki tek örneği olan bu çalışma ilk sette 20, ikinci sette 22 olmak üzere 42 CD'den oluşuyor. Her CD'de de ortalama 5 öykü yer alıyor.” Hayriye’nin Düğünü burada yer aldı.
Bu ilk dönemde, Önce “Kadınca”, sonra “Bizim Düşündüklerimiz” başlığı altında nice köşe yazısı yazdım. En rahat çalıştığım yer Konya Postası oldu. Sahibi Sayın Durmuş Alagöz’ü eleştiren bir yazım bile yayınlandı. Demek ki basın özgürlüğü vardı. Bu hoşgörülü ortam için kendisine teşekkür ediyorum. İşte ilk yazılarımdan biri:
“Öyle bir asırdayız ki, güzel iyi, doğru ne varsa ayaklar altında ölmüş, öldürmüşüz. Bütün estetiğe, erdeme, insanı inşa yapan değerlere rest çekmiş, necis düşüncelere ‘okey’ demiş, eskinin romantizmini, manasını bir çırpıda silmişiz..
İnsan dışında bir varlık, bir otorite huzura çağırsaydı insanları ve sorsaydı ‘Ne getirdiniz, insanlara ne yaptınız’ diye utanırdı insancıklar ellerinin kalplerinin boşluğundan, bomboşluğundan.
Maddecilik, tüm kalplere taht kurmuş, her manadan, ruhtan uzaklaşışta insan bir o kadar alçalmış, eksi sonsuzluğa doğru yol almıştır. İnsanın yükselmesinin ve alçalmasının hududu yoktur.
İşte maddenin, maddiliğin böylesine yüceltildiği, baş tacı edildiği yirminci asır, genci elbette bunalımlara, buhranlara sürükleyecektir. (“Yirminci asrın gençler üzerinde tahribi” yazısından bir bölüm, Yarın Gazetesi, 17 Nisan 1978) Demek ki 20 yaşında kafamız böyle meselelerle doluydu.
Yine o tarihlerde Gözyaşı gibi dergilerde de bazı yazılarım yayınlandı.
Fakat 80’den sonra eski yazma hevesim, heyecanım kalmadı, kelimeler benden uzaklaşmaya başladı.. Ne aradığımı tam bilmiyordum. Belki taşlar yerine oturmamıştı, çok gençtim. Yazmayı bıraktım. Sonra ruhuma tatlı esintiler getiren maneviyata yöneldim. Şimdi geriye baktığımda bunun bir birikim, demlenme devresi olduğunu görüyorum.
…
2000’lere doğru, örtmeye çalıştığım gizli yaram açığa çıktı. Türk Edebiyatı Dergisi’nin açtığı Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, bir denemeye cesaret verdi. “Hayriyenin Düğünü” isimli eski püskü hikâyemi yarışmaya göndermek. Çünkü yazamıyordum. Sonuç, tahmin etmediğim bir sevinçle yüklüydü. İlk ödül. ‘
2000’de biraz daha cüretkârdım. Başkalarının hikâyelerini şimdilik yazamazdım ama başımdan geçmiş olayları, gelişimini ve hissiyatını bildiğim şeyleri, söz gelişi evden kaçan bir muhabbet kuşunun serencamını belki kaleme alabilirdim. Yürekteki Kuş’la ikinci özendirme ödülü geldi. Galiba.. artık başlıyorduk. 2001’de, ne yazacağım tereddütleri içindeyken, bir sabah vakti, kalbimde, bir anne ile kızın kavgalarıyla uyandım. 2004’ de yayınlanacak, ilk hikâye kitabıma da adını verecek olan Saklı Değerler… Rabbime bu ve verdiği bütün ilhamlar için şükürler ediyorum.
İlklerle ilgili bir cümle: Bırakın Güzel Konuşsun ilk deneme kitabımdı, Beyan Yayınlarının açtığı “İlk Romanlar Yarışması’ndan” üçüncülük derecesi alan Çoban Aşkın Çocuğuydu ise ilk romanım.
Üç ödül biraz şevk vermişti ancak, 40’lı yaşlardaydınız ve tecrübesizdiniz hâlâ ne yapacağınızı, nasıl yol çizeceğini bilemiyordunuz. Kapasiteniz neydi, kendinizi tanımıyordunuz. Daimî Başkanımız, Konya’nın büyük şanslarından Yazarlar Birliği Başkanı Ahmet Köseoğlu beyefendi tam o esnada karşımıza çıktı ve bizi Romancı Mustafa Miyasoğlu’na yönlendirdi. O zamana kadar yazabildiğim toplam 14-15 hikâyeyi ona gönderdik, o da okuyup değerlendirdi ve eksiklerimi söyledi. Edebiyat eksenli, kısa bir müddet yazıştık. Bu iletişim bana çok önemli bir zaman kazandırdı. Mustafa Hoca makalelerini, kitaplarını gönderdi, tanıtım yazılarıyla; kendisiyle ilgili bazı dergilerin yapmış olduğu, özel sayılara katkıda bulunmamı istedi.
Tezcanlı, biraz da asabi mizaçlı bir zattı. İstediği bir yazıyı geciktirdiğim ve mazeret bildirdiğim bir güm, “Sizin okumama yazmama lüksünüz yoktur Hüzeyme Hanım” diye çıkışmıştı. Okuma listeleri, yazar isimleri, adresler verdi.
Kayseri Berceste Dergisi, Muhsin İlyas Subaşı, Bekir Oğuzbaşaran gibi isimlerle tanıştırdı, derginin yazı kadrosuna dahil oldum. Ki 2013’de Berceste Dergisi tarafından “Yılın Hikâye Ödülü” verilecekti.
Onun kanalıyla iki meşhur yazar Ali Haydar Haksal, Ömer Lekesiz’le tanıştım. Haksal, Rasim Özdenören’in okuduğum iki kitabı hakkında bir yazı yazmamı önerdi. Ciddi bir dergide ilk önemli yazılarımdan birinin yayınlanması ne büyük sevinçti… Eleştirmen Yazar Ömer Bey’in Edebistan.com da uzun yıllar yazdım. Bekletmeden her ay muntazam yazılarım yayınlanıyordu ve bu hoşuma gidiyordu.
27.6.2002... şahsî hikâyemde önemli tarihlerden biriydi.
Değerli yazar Mustafa Miyasoğlu, “Hayriye’nin Düğünü” adlı hikâyemin, Yazar Masud Akhtar Shaikh tarafından Urduca yayımlanan “Türkiye’nin en Güzel Hikâyeleri” isimli antolojide yer aldığını haber veriyordu. Ve soruyordu: “Soyadınız karıkoca mı diye. Ona gönderdiğim meşhur “Hayriye’nin Düğünü” “hikâyesiyle, seçkide de karşılaşmıştı ama soyadım karıkoca diye geçmişti. Eşimin üzerimde büyük emeği ve hakkı vardır, pek yakışmış bu soyadı dedim.
Diğer taraftan, kendi yakın çevremce bile yazarlığım havada, eski bir vaka gibi dururken, Ziya ül Hakkın danışmanı, Türkçeyi gayet iyi bilen bir Pakistanlı bir yazarın, Türk Edebiyatı Dergisi’nde hikâyemi görüp etkilenmesi, hem de onca seçkin muharriri atlayıp, merkezden oldukça uzaktaki bir yerin yazıcısını “beğendikleri” arasına alması, akıl alır gibi gözükmüyordu. “Seçilmişliğin de seçilmişliği” gibi bir durum söz konusuydu. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.
Mustafa Miyasoğlu’nun, Sarmaşık Kültür Dergisi’nde, Eylül 2005 de ikinci hikâye kitabım Muhabbet Buyursun Gelsin hakkında yazdıklarından bir kısmı şöyleydi:
“Ben bu hassas olduğu kadar kararlı, hüzünlü olduğu kadar ironik bir uslûp sahibi hanım yazarımızın, son yıllardaki hanım yazarların çoğunda rastlanan karamsarlıktan uzak bir tavır içinde, kendine özgü bir dil geliştirdiğini düşünüyorum. O yüzden fantezi ve mizaha kayan anlatımının hikâye ve öykü türleri arasında gezinmesini ve kendi dünyasını ısrarla ortaya koyma çabasını da -sınırları zorlamak açısından- önemli buluyorum.”
Tüm bu güzel gelişmeler, rehberlikler edebi bir şuur, kısmi bir özgüveni meydana getirdi ve kabuğumun kırılması gibi bir netice verdi.
2000 yılında Hüzeyme Koçak, Hüzeyme Bolay isimleri geride kaldı. Hüzeyme Yeşim Koçak doğdu. Kız kardeşim, 15 yaşındayken vefat eden Ayşenur Yeşimle hep beraberdik, o da yazıya dâhil oldu.
Yine beni fena halde kıskanan “Yedi Bela Hüsniye” diye bir yazar bozuntusu ortaya çıkıp, peşime takıldı. Onun “Hüsniye Terapiye Gidiyor, Hüsniye Göllerde, Hüsniye Televizyonda Bir Başkadır, Hüsniye Çöllerde” gibi maceraları oldu. Bizde gizli yazar çoktur. Hüsniye, bilgisayar kursuna da gitti:
“Hüsniye bilgisayarın karşısında, kendinden geçmiş, memnun mırıldanır: “Duysam masalarda bir klavye tıkırtısı.. bana ‘ram’ olacak sanırım…” Bir dilekçe yazmaktadır:
“Dilekçe(m)dir
Şirketinizin yani kursunuzun, bir hanım elemanı işten çıkardığını sevinerek -yani üzülerek- duymuş bulunmaktayım… Göreve talibim.
Kursunuzun gayesi de bu değil miydi? Meslek edindirip çalıştırmak…
Siz iş vermeyeceksiniz de kim verecek. Hem böylelikle sunacağınız sertifikanın da hayrını bizzat görmüş ve test etmiş olursunuz.
Kocam olacak Şevket bana reverans vermedi. Fakat ben kendi kendimin reveransıyım. Zaten rezistansı ve sigortası tamamen atmış durumda.
Sayın amirim! Ülkemizdeki kötü gidişat ve ekonomik durum malumlarınızdır.
Olgun yaşıma rağmen beni almanız menfaatiniz icabıdır. Gençler tatminsizdir ve fazla para ister. Daha iyi iş bulduklarında da kaçıp gider.
Fakat her ihtimale karşı, -rahatımız açısından- yüksek işlem kabiliyetine haiz, “emir eri” olabilecek kapasitede(ne sitesi?) bir erkek yardımcı tedarik ve tahsis edebilirseniz sevinirim.
Gelecekte muhasebe bölümüne geçeceğimi sanıyorum.
Aziz patronajım! İfademdeki zenginliğe, bilhassa dikkatinizi çekerim. Son kazanımlarım, edebiyatla matematiğin ve tabii şirketinizin dest i izdivacından doğmuştur.
Ayrıyeten.. şirketinizin “yabancı diller” bölümüne devam edeceğimi umuyorum. Gayet “donanımlıyımdır”. Gençliğimde biraz çalışmıştım. What is dis? It’s 1024 kb.
Edebiyatla kuracağım köprüler ve harika iletişim de cabasıdır.
Yüksek ilgilerinizi diliyorum. Göreve başlayacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum. Prim meselesini daha sonra konuşuruz.
“Hak edeni” haklarız! Tanrı tüm dünyayı “virüslerden” korusun!
Saygı ve selamlarımla. Hüsniye BilgisayarKurdu”
*
Edebî hayatımın ikinci döneminde, bazı durumlar dikkatimi çekmişti. Mesela Üstad B’nin dergisinde, üslubu kendisine pek benzeyen, üstat mukallidi bazı yazarlar vardı. Bir diğer Üstadın dergisine yazı gönderdim. “Biraz da olay hikâyesi yazar mısınız dedi”. “Eyvallah” dedim. Gerçi ben olay yazmaktan ziyade olay çıkarmağı tercih ettim ya neyse.
Sonra bir şey söyledi Üstat. “Darılmayın ama Hüzeyme ismini kullanmasanız.”
Bir an durdum. Şöyle bir sahne gözümde canlandı. Hani bazı Türk filmleri vardır. Kezban Roma’da, Kezban Paris’te gibi. Köyden, kenar mahalleden, taşradan kızcağızı alıp, adını sanını değiştirirler, süslerler püslerler, adam ya da madam ederler. “Hah şimdi kuşa benzedin” derler. Hüzeyme Kezban İstanbul’da. Bundan böyle Üstat sanki tat vermedi; sanki tattı da ses gelmedi. Gerçi biz onları hem okuduk, hem yazdık.
Sonra şöyle bir karara vardım. Taşralı maşralı, kadın madın; kendi şarkımı çalıp söylecektim. Ve sazı elime aldım.
*
17 Aralık 2003’de Merhaba’da yazmaya başlamıştım. Uzun sayılabilecek bir geçmiş… 2020’ de bu tecrübe, Türkiye Yazarlar Birliğince “ basın- fıkra” dalında “Yılın Yazarı” ödülünü getirdi.
Nüve Kültür Merkezi Sahibi Sayın İsmail Çalışkan, neredeyse her sene kitaplarımı yayınladı. Kendimi ziyadesiyle yazar olarak hissettiren, yeni eserlere, projelere koşturan koşturan; basamak olan. Ne büyük bir mutluluktu. Kendisine minnettarım.
*
Yazarlar Birliği’nin hediyelerindendi Prof. Dr.Nurullah Çetin. Başta Yazarlar Birliği, Aydınlar Ocağı, Koyunoğlu Müzesi Sohbetleri, Türk Ocağı, Selçukya Sanat ve nice gönüllü sivil toplum kuruluşları, ne büyük hizmetler etmiş, ne güzelliklere sahne olmuş, ufkumuzu açmıştır.
Yazdığım dergiler içinde Nurullah Hoca ve öğrencilerinin, İLESAM Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız’ın yayınladığı bazı dergiler de vardı. Konya’dan, Mahalle Mektebi Dergisini de hiç unutmuyorum. Mehmet Nuri Yardım’ın Sanatalemi sitesinde de epeyce yazım yayınlandı.
*
Anneciğim Nebahat Parlak’ın hastalıklarla yoğrulmuş kısa ömrü, 39 yaşında sona ermişti, o bazen.. “bir yazar olsaydım, Cennette Buluşalım diye bir roman yazardım” diye söylenirdi. Beş kişilik aileden, dördünün cennette buluştuğunu tahmin ediyorum. Beşinci kişi ise, şimdi karşınızda başınızı şişiriyor. Herhâlde ailenin yazıcısı olmak görevi bana verilmişti.
Yeşim Mahbube, Havva Hanım’ın Gamzesi kitabından, bu olguya işaret etti:
“Sen bizim şarkıcımız ol” dedik sana! Oku oku, yaz ona buna!
İçinde batmanla hüzün bulunmasın ama...
Derin, mert, zarif bir yakışıklı yer alsın mutlaka.. Elimizden tutup yiğitçe eşikten aşırtsın, “el verip” kaldırsın, kalkındırsın...
Kahramanlar atlarına binsinler; kazasız belâsız tekbirlerle, salâvatlarla gürle(ş-y)ip, erkekçe gelsinler...
Kadınlar şakırdasın; çocuklar oynaşsın...
Solan, batan, kuruyan şeyleri sevmem. Güneş hep ısıtsın, ışıtsın. Basamaklar kay(dır)masın. Gökyüzüne de sıkça varılsın...
Sonra muhakkak hoşbahtlı bir düğün olsun... Düşenler tutulsun; vakitsiz uçmaya niyetlenenler durdurulsun.
Sımsıcak, gani, tutuşmuş yüreklerin sesi duyulsun.... Sonsuzluk lezzeti, gönülleri sarsın, doldursun doyursun...
Sözlerimin içi mi dolgun.. onbeşini aşmamış biri için fazla mı olgun...
Kim bilir belki de sen haklısındır Abla. Büyümüşümdür ve.. yaşıyorumdur.”
Yazarlık vazifesi verildi ya; Babamın da teşviki ve kılavuzluğuyla Sarılmak romanı doğdu; her iki anlamda da hayatımın romanı. Bu roman İlesam-Akçağ yayınevinin açtığı roman yarışmasında Birincilik ödülü aldı.
Prof. Çetin, hakemli bir dergide bu roman üzerine bir tahlil yazdı, internette bulabilirsiniz. Onun yazdığı incelemeden kısa birkaç cümle:
“Bu roman, hastalık olgusunun mihenk taşı olarak kullanıldığı psikolojik bir romandır. Hastalık olgusu merkeze alınarak yapılan psikolojik tahlillerden hareketle aslında bir hikmet romanı üretilmiştir.”
…
Bu roman, Türk edebiyatında Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanından sonra en güçlü hastalık romanıdır.
…
Yazar özellikle yaşayan Türkçenin bütün ifade zenginliklerini, kıvrak kullanımını başarıyla ortaya koymuştur.
Hem Osmanlı Türkçesinin hem Cumhuriyet dönemi Türkçesinin ideal bir sentezini gerçekleştirmiştir. Ne ağır ağdalı Osmanlı yazı diline meyletmekte ne de öztürkçecilik akımına kapılmaktadır. Yazar, meramını ifade etmede kendisine yararlı olacak zengin ve işlek bir Türkçeyi edebiyat dili katına çıkarabilmiştir. Bu bakımdan romanı Türkçemizin zarafetini, derinliğini ve zenginliğini sergileyen örnek bir edebiyat metni olarak gösterebiliriz.
…
Romanda dramatik üslup egemendir. Hüznün, acının, kederin en etkili, vurgulu ve çarpıcı bir şekilde ifade ediliş zenginliklerini bulmak mümkündür. Bir dramın değişik kişiler üzerindeki etkisinin tahlillere dayalı olarak çok boyutlu bir şekilde ve derinlikli bir ifadeye kavuşturulması, romanın üslup gücünü ortaya koyuyor. Yazar, hüznün dilini, üslubunu, ifade şeklini ustalıkla sergilemiştir.
Bunun yanında psikolojik tahlil ve düşünce üslubu da kendini belirgin şekilde hissettirmektedir. Yazar, hastalık olgusu karşısında sınanan insanların iç dünyalarını, duygu ve düşüncelerini en ince ayrıntısına kadar tahlil etmektedir. Bu yönüyle eser, Türk edebiyatının önde gelen psikolojik tahlil romanları arasında yer almaktadır. Yazar, derinlikli psikolojik tahlillerle yetinmemekte, buradan öte giderek düşünce de üretmektedir ve hayatın nasıl algılandığı ve algılanması gerektiği sorgulanmaktadır. Bu sorgulama sonunda İslamî dünya görüşü ete kemiğe büründürülerek hayat pratiği içinde verilmektedir.”
*
Denemeler de kaleme aldım. Deneme kitaplarımdan Ey Ruhum geldinse Masaya Vur’da, şunları yazdık: “Zaten ruh, geçmişe gömülen, yüze göze sürülen eski tip bir “esanstı”, herhalde nostaljik malzemeydi. Hesabımıza kitabımıza gelseydi, hiç kuşkusuz yenilmez içilmez, diğer azalarımıza olduğu gibi -meselâ kalp- tez elden ona da fiyat biçilirdi.
Bazen ruh cisimleşir, vitrine konur veya Bit Pazarı’nda satılırdı. Can çıkmazdı da,
ruh çıkardı.
Bilim masalarında, beden yarıldı içine bakıldı. Ruhun olmadığına karar kılındı.
Üstelik haspa, zannedildiğinin aksine pek hafif gramajlıydı. O da çarnaçar “ruhlaştı.”
Fakat artık ruhumuz da çağrılmaz oldu, “itibarsızlaştı”. Medyum masalarında mahpuslaştı.
“Gönül evine”, dünya evine bir türlü giremedi.
Araflarda takılı kaldı. Mesaj, Melek Cebrail’in boynunda asılı kaldı. Şeytan aldı da, Tamu’ya kaçtı. Ah! Benim “yoksul ruhum” değerin kaçtı?
Yazar Mehmet Nuri Yardım, kitap hakkında şunları yazdı:
“Hüzeyme Yeşim Koçak’ın gerek denemeleri gerekse hikâyeleri kalbe adamakıllı dokunuyor. O, denemelerinde derin bir hesaplaşma içindedir. Ama bu yüksek sesli bir hesaplaşmadan ziyade iç dünyada gerçekleşen kendi kendisiyle, öz nefsiyle tahakkuk etmiş bir müsademedir. Hakikatleri ortaya çıkarmak için verilen mücadelenin zaman zaman günışığına çıktığını görüyoruz. Bu ezelî muharebenin sonuçlarından kendi nâmımıza biz de faydalanıyor, feyiz alıyoruz. Denemelerde edebiyat ve düşünce iç içe geçmiş durumda. Ruh labirentlerinde uzun bir seyahate çıkan Koçak, bizi de metafizik âlemin engin dünyasında dolaştırıyor. Zaman zaman hepimizin yaptığı zihin eksersizleri bu sayfalara bol miktarda serpiştirilmiş. Mâvera yolculuklarında düşünce ve iman, iki vazgeçilmez kanat. Dengeli tahliller, hesaplı muhakemeler, zarif tefekkür damlaları… Kavramlar etrafımızda çıkış yolunu şaşırmış bir arı gibi dönüp duruyor.”
*
Yazar yazar çevremiz, arkadaşlarımız dışında(ki hepsine müteşekkirim), Şehrimizden de değerli isimler kitaplarımız hakkında yazdılar. Konya çınarlarından Mehmet Ali Uz Beyefendi yazılarıyla bizi onurlandırdı. Bizim gibi eski model, dinozor tipli, sosyal medyaya fazla dalıp çıkıp batmayan yazarlar fazla göze çarpmazdı. Onun için bu ilk yazılar önemliydi. Merhum Seyit Küçükbezirci, yazar kadınları topluca kaleme aldığı yazılarla gönendirdi. Müteşekkirim. Allah rahmet eylesin.
*
Hikâye kitaplarım gibi, deneme kitapları yayınlamaya da devam ettim. Prof. Nurullah Çetin, üç deneme kitabım hakkında görüş bildirdi:
“Hüzeyme Yeşim Koçak, esas itibariyle hikâyeci ve romancı. Ancak bir üçüncü tür olarak deneme alanında da son derece özgün yaklaşımları olan verimli ve üretken bir yazar..
Yazarın deneme kitapları şunlar: 1. Ötede, 2. Edîbane Süzülüşler, 3. Şapkamın Altı. Bu üç deneme kitabında toplanan deneme metinlerini topluca değerlendireceğim.
Öncelikle denemelerin konuları çok zengin ve çeşitli. Bu da yazarın Türk milletinin ferdî, millî ve evrensel sorunlarına eğilen geniş bir bakış açısına sahip aydın kimliğini ortaya koyuyor.
Hüzeyme Yeşim, temel sapmaların farkına varan duyarlı bir Türk yazarı. Türk insanının fıtratına yabancılaşmasını, millî kimlik kaybını, millî değerler üzerinde ortaya çıkan aşınmaları, İslamî duyuş, düşünüş ve yaşayış bütünlüğü üzerinde görülen yozlaşmaları çok iyi yakalamış. Bunlara karşı hem eleştirel tavrını hem de yapıcı teklifini bir bütünlük içinde sergileyebilme becerisini gösterebilmiş bir Türk aydınıdır.
Hüzeyme Yeşim, en duyarlı ve yetkin çağ eleştirmenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Onun denemeleri bir bakıma idrak ettiğimiz çağın Müslüman Türk ruhu adesesinden geçirilerek takdimidir. Özü, hakikati, ruhu, şuuru, manevi değerleri yok sayarak her şeyi görünüşe, kabuğa ve maddeye indirgeyen genel geçer çağdaş yaklaşımı en sağlıklı irdeleyen bir deneme yazarıdır.
Hüzeyme Yeşim, denemelerinde bir basiret bir feraset gözüdür. Dışa değil içe dönük bir göz. Kabukta takılıp kalmayan, içe, manaya, derinliğe ve deruna nüfuz eden bir göz. Modern hayatın görünen görünmeyen bütün yönlerini, iç çelişkilerini, dayatmalarını, çirkinliklerini bütün özellikleriyle fark eden bir göz.
Yazar, bir çok edebî eseri ve kitabı da denemeleri için çıkış noktası yapmış. Aslında bunlar, birer tanıtma yazısı olmaktan öte yazarın o eser vesileyle ürettiği yeni yaklaşımlar ve bakış açılarıdır.
Hüzeyme Yeşim Koçak’ın denemeleri muhtevaları bakımından oldukça zengin ve doyurucu bir yapıya sahipken, dil ve üslup bakımından da yetkin ve özgün bir kalem ürünü olduğunu gösteriyor.
Millî-İslamî deneme edebiyatının iyi örnekleri arasında sayabileceğimiz Hüzeyme Yeşim Koçak denemesi, Türk okuyucusu için temel beslenme kaynakları arasında yerini alacaktır.”
Merak edenler Merhaba Gazetesince yayınlanan Hüzeyme Yeşim Koçak Özel Sayısına bakabilirler.
Deneme kitaplarıma, sonradan Hayat 7 Renktir, Tuhaf Bir Açlık da eklendi.
*
Sevgili Hande Dağ, engelsiz bir yazardı. Hayatta iki büyük isteği vardı: Yürümek ve yazar olmak. İlki için elimizden fazla bir şey gelmiyordu; ikincisi için onun da özel gayretleriyle bir şey yapılabilirdi. Hande’nin ilk kitabı Yaşama Savaşım’ın düzenlemesini yaptık. Ve daha gelişmiş olan, yeteneğini fark ettiği “Dağ Yürüyüşleri” isimli ikinci kitabı çıkageldi. Kendisine sağlıklı bir ömür diliyorum.
Bu arada Gönül Gözü Derneği Genel Başkanı Sayın Devriş Ahmet Şahin’in, büyük bir özveriyle hazırladığı “Gönül Gözüyle Engelsiz Portreler” adlı kitap tanıtımı ve imza programını da sizlere duyurmak istiyorum. 18 Mart, Nov Otel’de saat: 20. 00’de.
*
Kırgın Mağara Şarkıları farklı bir deneyimdi. Hem akranlarımla, hem de daha tecrübeli, kendini ispatlamış yazarlarla düşündüğüm bir beraberliği, yolun henüz başında genç bir yazarla gerçekleştirdik. Murat Mahya Gürses, dikkat çekici bir yetenek. Ortak çalışma; iki ayrı cins, farklı türler(şiir ve deneme), iki ayrı nesil, iki değişik söyleyiş. Denemelerim üstüne, aynı konuda şiirler yazdı ve bir kitapta buluştu. Söz gelişi Ayakkabı Bağları ya da Ayakbağları diye bir deneme yazdım. Hemen söyleyeyim, parantez içi kullanımları seviyorum, tek kelimede bambaşka manalar şekilleniyor; sözgelişi kitaplarımdan birinin ismi olan Edibane Süzülüşler anlamca değişiktir, Edibane Süzüşler ayrıdır. Murat Mahya da “Tek Ayaklı Yanılışlar” veya “Tek Ayaklı Yanışlar” diye okunan derinlikli bir şiir kaleme aldı:
“Yürek sızımı karıncalar basar
Muttasıl ayaklarım Şeytana Mahkûm
Zaman urgan, sanki ruhumu asar
Sevdaya mecruhum, vuslata mahrum”
**
Hüzeyme Yeşim Koçak’ın Yeşim’i Sevgili’nin Evi’ne doğru da yol aldı. Kutlu bir diyardan, Hicaz Yaprakları’ndan bize seslendi, ne de olsa bir ruhtu:
““Seneler sonra bile bu ânı hatırlayacak.
Dağlar, ovalar, çöller, asırlar, yıldızlar aşacaklar.
Durdurulamazlar, duramazlar. İn, cin, şeytan, nefis, dağ her kimse, ne olursa olsun bentleri yıkacaklar.
Önlenemez bir hızla mesafeleri deviriyorlar. Yürümeyecek, koşacaklar.
Bir yerden davullar, kösler çalınıyor. Neyler üfleniyor. Gök ordularının sesleri, cengâverlerin avazeleri duyuluyor.
Bir “soluk” aldılar belli. Nefes’lendiler. Sema’nın göğsü, bahtiyarlıkla kabarıyor.
“Bahtiyarlık” işte, tünelin birini aştı.
“Bahtiyarlık” dağa kazmayı salladı.
“Bahtiyarlık” taş değil kayaları savuruyor kükreyen ama çökmüş şerre.
Yürüyen Bahtiyarlık, dev Pervanelerin peşinde vuruyor benliğe yüz kerre.
“Kimin havasındasın ha? Kimin kanatlarındasın”
Kafilenin önüne geçtiler. Bayrak onlarda. Gerilerden tanıdık bir erkek sesi ve itiraz eli kalkıyor.
Seneler sonra bile bu ânı hatırlayacak.”
*
Nefha (Şeyh Sadreddin Konevi Esintileri) romanı, edebi hayatımda önemli yer tutuyordu. Bu nadide, yüce şahsiyete önce Yazarlar biliğinde, daha sonra türbesinde gerçekleştirilen Sadreddin Konevi Okumalarıyla yaklaştım.
Ona âşık bir taşın anlatıldığı, sabrı, iradeyi, metaneti, ancak aşk cehdi ve nefesiyle parçalar bütünleşirse bir güzelliğin, kemalin ortaya çıkacağını belirleyen Taş hikâyesiyle zihnim çelindi.
Âşık taş, hem hocalarının hem de talebelerinin seyrini gösteriyor; yolcunun macerasını anlatıyordu. O yüzden romanımın merkezine aldım.
Menkıbeler,bir duygu geçişini, ısınmayı, kazıyı derinleştirmemi sağladı. Ve… Hasan karakteri doğdu.
“Yazarlar Evi’nde Bekir Şahin Başkan: “Yazmalısınız” dedi.
Evet, yazmalıydı. Fakat nasıl olacaktı. Sadece bedeni değil, ruhu da ezilip büzüştü.
Zorlu bir yokuşun, sınav içinde bir sınavın, acziyetinin boyutları ama sınırsızlığın heyecanı ve taşkınlığıyla içi doldu.
“Damla” ümide kapıldı. Hiç biri elinde değildi.
Fakat bazen bir nefha eserdi. Bir koku tüterdi.
Bir rüzgâr, zaman ve mekânı değiştirdi. Yer 13. Asır Konya’sı oldu. Dünya Evi iç içe geçti, çatırdadı. Mekânı, Zamanı gönlüne yatırdı.
Başı Hasanlaştı, taş’laştı, Sevgili’yle hemhal olmuş, talihli bir seccadenin üzerine serildiği zeminde kalakaldı. Ayak(kabılıklar)da dolandı. Yokluk elbisesine bakakaldı. Ölmeye özendi yattı kaldı. Kalktı.
Kalem hareketlendi, bereketlendi.
Bilirim Efendim Siz ki, “taşları” konuştururdunuz.
Siz ki, “taşları” konuştururdunuz.”
*
Yeni hikâye kitabım Şeyda’nın Örgü Keyfi huzurlarınızda…
Efendim, yazdığım ya da yazdırılan bütün kitaplar, Hüzeyme Şeyda’nın edebi örgüsüne dâhildir. Keyifli okumalar diliyorum.
*
Kısaca hikâyelerimin yer aldığı bazı kitaplara da değineyim: Mustafa Özçelik Hoca’nın hazırladığı Ben Öğretmenim Çocuklar, Pen Kadın Yazarlar Komitesinin hazırladığı Kadın Yazarların Anadolu Buluşması(Gizler, sesler, hikâyeler); Eda Bildek’in hazırladığı Kırlangıç Ağıdı, Cennet Kadınları, Sırat-ı Aşk; Recep Şükrü Güngör’ün hazırladığı Çağdaş Yazarlarımızdan Hikâyeler, Behiye Yılmaz Hasan Halakaçayır’ın hazırladığı Unutulmaya Yüz Tutan 100 Türk Büyüğü, Vural Kaya’dan Hilali Görmek (Türk Edebiyatında Ramazan Hikâyeleri” Ahmet Sezgin’den “Gençler İçin Hikâye Antolojisi” gibi seçkilere dahil oldum.
Dolunay ve Yıldızlar ise Sevgili Tuba Bakiler Sütdede’nin hazırladığı, bendenizle birlikte Konya’da yaşayan altı hanımefendiyle söyleşiyi içeren değerli bir eserdi. Bütün yazarlarımıza şükran borçluyum.
*
EdebÎ hayatımda iz bırakmış nice kişi mevcut; pek çok şeyden, olaydan etkileniyorsunuz Adımlar, basamaklar, zamanı mekânı aşanlar, Hz. Mevlanalar, Konya toprağı, mekân etkisi, eşyadan varlıktan taşanlar, sema esintileri.
Ama sonra herşeyin “İlâhî bir Yazgıya, Kanuna” dayandığını görüyorsunuz. Lütfa, ihsana… Murat edilmişse faktörler, aktörler tek tek karşınıza çıkarılıyor ve siz hizaya, bir yola sokuluyorsunuz.
Hikâye kitaplarımdan Sevdalı Bir Yelpaze’de şöyle yazmıştım:
“O kalubeladan beri mevcuttu. Bütün evrenden süzülürdü.
Avuç içlerinde, derûnda, diplerde, aşk râşelerinde, muhabbetin esrarlı bahçelerinde, seyrana çıkılan göklerde…
Durakladı, dudakları hoşlukla kıvrıldı.
Sonra hayalî bir kalemle yazıya, insanlık timsalinin en görkemli işaretini, en seçkin azanın alâmetini kondurdu.
Açılmak, yarılmak, aşılmak isteyen müteessir, rikkatli, cevherli bir kalp.
Biliyordu dünden bugüne yarına sonsuzca yazılsa çizilse; envaitürlü biçimde belirtilse de, gönül onun her zaman onun ifadesinden, şiiriyet ve terennümünden saadet duyacaktı.
İnsan işlenmiş, tezyin edilmiş kalbiyle yaşayacaktı.”
*
Sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum.