8 asırdan bu yana fikirleri ve sözleriyle gönüllerde yaşayan büyük İslam velîsi Hz. Mevlânâ, günümüze ışık tutmaya devam ediyor. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ve Hüseyin Erek'le Hz. Mevlana, sema ayini ve şeb-i arus hakkında konuştuk..
Hz. Mevlânâ, Şeb-i Arus (düğün gecesi) olarak nitelendirdiği dünyadan ayrılışının yıldönümlerinde asırlardır muhtelif şekilde anılıyor. Ülkemizde her yıl 7 ile 17 Aralık tarihleri arasında Hz. Mevlânâ'yı anma törenleri düzenleniyor. Hz. Mevlânâ'nın 741'inci vuslat yıldönümü için düzenlenen anma törenleri Konya'daki Şeb-i Arus gecesiyle sona erdi. Büyükşehir Belediyesi Spor ve Kongre Merkezi'ndeki törene yurtiçi ve yurtdışından çok sayıda davetli katıldı.
Aşıklar sultanı Hz. Pîr Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rûmî 1207’de bugün Afganistan sınırları içinde olan Belh şehrinde dünyaya doğdu. Hz. Mevlânâ'nın Orta Asya'dan Anadolu'ya uzanan yolculuğunun son durağı, bugün adıyla anılan şehir Konya oldu.
Kalbin ürpermesi dediğimiz o hal geldiğinde...
Mevlevîliğin zikrullah ayini olan sema ve şeb-i arusun anlamı hakkında Marmara Üniversitesi Tasavvuf Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç'la konuştuk. Mevlevîlikle anılan sema ayini, tasavvufun sadece Mevlevîlik kolunda değil, farklı sufi tarikatlarda da bulunuyor. Hazreti Mevlânâ'nın cezbeli bir zat-ı şerif olduğunu söyleyen Prof. Dr. Kılıç, kendisinin iki veya üç defa sema ettiğine şahid olunduğunu ifade etti.
Kılıç, Hz. Mevlânâ ve sema ayini hakkında şu ifadeleri kullandı: “Hz. Mevlânâ, hayatında cezbe ağırlıklı bir insandır. Toplam iki veya üç defa sema ettiği söyleniyor kayıtlarda. Yani bugünkü gibi sistematik hale getirilmiş, tanzim edilmiş, bir müzikal forma kavuşturulmuş haliyle sema etmiyor. Daha irticalen, doğaçlama olarak, kendiliğinden. Bu da nasıl oluyor; bir Hakk sohbeti içerisinde bir şiir okurken kalbin ürpermesi dediğimiz hal geldiğinde; artık elinde ne varsa, kalem varsa kalem, tespih varsa tesbih, onu adeta bir kenara atmak suretiyle meydana düşmek, pervane gibi dönerek ortaya atılma hali. Bir vecd halidir bu.”
Hz. Mevlânâ'nın dost meclislerinde icra ettiği sema ayininin, bugünkü formunu 15. yüzyılda aldığını ifade eden Prof. Dr. Kılıç, Hz. Mevlânâ'nın torunu olan Arif Çelebi ve daha sonraki torunlarından Adil Çelebi eliyle, 17. yüzyıldan sonra da diğer büyük Mevlevî şeyhleri eliyle bugünkü halini aldığını söyledi.
Hz. Mevlânâ'ya bir tür İslam şarihi, İslam velisi olarak bakmak lazım
Hz. Mevlânâ'nın düğün günümdür diye tarif ettiği dünyadan ayrılışını gününde her yıl Şeb-i Arus törenleri düzenleniyor. Kılıç, şeb-i arusla alakalı ise şu ifadeleri kullandı: “Şeb, gece demek. Arus gelin veya düğün demek. İki anlamı da var. Mevlevî geleneğinde de Hz. Mevlânâ'nın dünyaya veda günü, sema ayinleri ile kutlanır olmuş. O kutlamalar geleneksel bir ayin olarak günümüze gelmiş.”
Kılıç, günümüzde Hz. Mevlânâ'nın ve Mevlevîliğin yalnızca 17 Aralık tarihinde hatırlandığına işaret ederken, Hz. Mevlânâ'nın görüşlerinin yalnızca sema ayini çerçevesinde ele alınmasının büyük bir hata olduğunu vurguladı. Mahmud Erol Kılıç, Hz. Mevlânâ'nın değinilmeyen hususiyetlerine şu sözlerle işaret etti: “Günümüzde maalesef Mevlevîliğin ve Hz. Mevlânâ'nın hayat felsefesinin sadece 17 Aralık geldiğinde hatırlanması ve sadece sema ayinine indirgenmesi bence bir yanılsama ve problemdir. Çünkü Hz. Mevlânâ sadece sema dememiştir. Sema hayatında çok az yer işgal etmektedir. Her şeyden evvel bir Molla Hüdavendigar'dır. Yani bir molladır, din adamıdır. Din adamı olarak dine getirdiği yorumlar vardır. Hz. Mevlânâ'nın Mesnevî-i Şerif'i olsun Divan-ı Kebir'deki şiirleri olsun, hepsi din felsefesidir. İslam'ı bundan daha güzel açıklayan bir tefsir kitabı adeta bulunmaz diyebiliriz. Bence Hz. Mevlânâ'ya bir mistik düşünür olarak bakmak yerine bir tür İslam şarihi, İslam velisi olarak bakmak lazım.”
Semazenlerin yaptıkları bir arınmadır
Mevlevîliğin zikrullah ayin-i şerifi olan sema ve bu ayindeki sembollerle ilgili olarak Mevlevî şeyhlerinden Hüseyin Erek'ten de görüşler aldık. Erek, Mevlevîliğin en çok önem verdiği hususun Allah'ı çokca zikretmek olduğunu söyledi.
Erek, Mevlevîlik ve sema ayin-i şerifi ile alakalı şu sözleri sarfetti: “Mevlevîlik'teki en önemli mesele Cenab-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerim'de Allah'ı çokca zikretmemizi emreden ayetlerdir. O ayetlerden birinde, bütün kainatın Cenab-ı Hakk'ı anmak için yaratıldığı vurgulanır. Aklınıza gelebilecek her canlı, kendi hal lisanında Allah'ı anar ve bu anma bir temizlenme, bir arınıştır. Semazenlerin yaptıkları da bir arınmadır. Çünkü semazenler ayaklarını her kaldırışta Allah derler. Kaldırırken ilk hecesi 'al', indirirken ikinci hecesi 'lah' derler. Biz buna çark deriz. Dönüşlerde İsm-i Celâl yani Allah diye zikrederler.”
Hüseyin Erek, İsm-i Celâl okumanın şu olaya istinaden zuhur ettiğini ifade etti: “İsm-i Celâl şu şekilde belirlenmiş. Bir gün Hz. Mevlânâ'ya müridlerinden bir tanesi 'Efendim her tarikat kendisine özgü bir esmayı zikreder. Bizimkisi hangisidir?' diye sorunca, Hz. Mevlânâ kendisini bir ayetle cevaplamış. O ayet mealen şu şekilde: ‘Allah kuluna yetmez mi?’ Yani bir cinas yapmıştır. Hem zikirlerinin İsm-i Celâl yani Allah olduğunu beyan etmiştir, hem de ayetteki bu güzelliği kendisine bildirmiştir. Bundan sonra Mevlevîler'in zikri İsm-i Celâldir.”
Şeyh Hüseyin Erek, insanoğlunun Cenab-ı Hakk'ın halifesi olduğunu ve insanın elest bezminde verdiği sözle kulluğunun başladığını ifade etti. Hüseyin Erek sözlerini şu şekilde sürdürdü: “İnsanoğlu Cenab-ı Hakk'ın halifesi. Bu elest bezmindeki 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' sözünden başlıyor. Orada Allah Teala ile tabir-i caizse bir sözleşme yapılıyor. Mesela sema gazelinde, 'Sema nedir?' sorusuna 'Sema, beli yani 'evet, sen bizim Rabbimizsin' sözünü hatırlamaktır' şeklinde cevap veriyor Hz. Mevlânâ. Orada Allah'a söz verdik. Bu bütün kulluk vazifelerini yerine getireceğimize söz verdiğimiz anlamına geliyor. Bütün sistem de oradan başlıyor. Zaten bunun için bir ayrılıktan şikayet ediliyor ya Mesnevi-i Şerif'te. Cenab-ı Allah'tan ayrılmanın şikayetidir. Allah'tan ayrılıyor, beden hapishanesine giriyor. Dünyanın kirliliklerine giriyor. Sema işte bu anlamda bir seyr-i sülûktur. Bir arınmadır.”
Tevhidhaneye serilen kırmızı post gurub vaktini simgeliyor
Şeyh Hüseyin Erek, Mevlevî dervişlerinin yaşantılarını ve sema ayinindeki dizilişini ise şu ifadelerle anlattı: “En kıdemli semazen, şeyh efendiden sonra meydana girer. En yeni semazen de -ki nevniyaz derler- en son girer meydan-ı şerife. Son semazenle şeyh efendi karşılıklı selamlaşıyorlar. İşte bu büyük küçük ayırt etmeksizin canın cana selamıdır. Yani benlik, kibir, gurur gibi kötü huyların bütün hepsi, o meydana çıktığınızdaki 'Mümin, müminin aynasıdır' hadis-i şerifinde de geçtiği gibi şeyh efendi ve semazen birbirine bakınca tabir-i caizse aynada kendilerini görüyorlar. Eğer içinde güzellik varsa, onda kendini görüyor. Eğer içinde kibir, ucub varsa yine kendini görüyor. Onun için burada büyüklük küçüklük mefhumu kalkıyor.”
Hüseyin Erek, semazenlerin üzerindeki kıyafetlerin de sembolleri olduğunu söyledi. Semazenlerin üzerlerinde siyah örtünün kara toprağın sembolü olduğunu, yine içe giyilen beyaz giysi yani tennurenin kefeni temsil ettiğini ifade ederken, baştaki sikkenin ise mezar taşını sembolize ettiğini belirtti.
Sema meydanına, yani tevhidhaneye serilen kırmızı postun gurub vaktini, yani Hazreti Mevlânâ'nın dünyadan ayrılışını temsil ettiğini söyleyen Hüseyin Erek, “O post aynı zamanda yerine göre, Hazreti Pîr'in zat-ı şerifinin, Hazreti Peygamber Efendimiz'in ve Cenab-ı Hakk'ın makamını temsil eder. O bir temsildir ve niyabeten oraya oturulur. Yani postnişinler o makama vekaleten otururlar. Çünkü tüm insanların, halifesi olması dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ı temsiliyeti mevcuttur.”
Kaynak: Hamza Türkyıldız - https://www.dunyabizim.com/dunyada-kultur/hz-mevln-bir-islam-velisidir-h18977.html