İBRAHİM DEMİRCİ İLE ŞİİR VE EDEBİYAT ÜZERİNE

İBRAHİM DEMİRCİ İLE ŞİİRİ ve EDEBİYAT HAYATI ÜZERİNE Konuşanlar: Abdullah Harmancı - Ümit Savaş Taşkesen İbrahim Demirci... 1956 Konya doğumlu......

İBRAHİM DEMİRCİ İLE ŞİİRİ ve EDEBİYAT HAYATI ÜZERİNE

Konuşanlar: Abdullah Harmancı - Ümit Savaş Taşkesen

İbrahim Demirci... 1956 Konya doğumlu... Edebiyat dünyasına Edebiyat Dergisi ile adım atmış bir şair, Fransızca ve Arapça çevirmeni, 1995'ten bu yana Yeni Şafak'ta ve Memleket'te "dil" üzerine yazılar yazıyor. Demirci ile yazı hayatını, şiirini, dil çalışmalarını konuştuk.

1
Abdullah Harmancı: Şiirinize ve diğer çalışmalarınıza geçmeden önce, Edebiyat Dergisi'ni ve Nuri Pakdil'i sormak istiyorum. Sizin edebi kişiliğinizin şekillenmesinde sanırım bu ortamın etkisi çok büyük. Edebiyat Dergisi ile yollarınızın kesişmesi nasıl oldu? Orada neler yaşadınız? Nasıl bir etki bıraktı üzerinizde? Buradan başlayabiliriz sanırım...

Balıkesir'e Edebiyat Dergisini ve yayınlarını orada öğretmen olan Durali Yılmaz getirmişti sanırım. Edebiyatsever bazı arkadaşlar onunla temas hâlindeydik. Nuri Pakdil'in Batı Notları adlı eserini lise öğrencisiyken böylece okumuş ve ondan çok etkilenmiştim. Peyami Safa'nın, -yanılmıyorsam Fatih-Harbiye'de- Batı insanı ile "köpek", Doğu insanı ile "kedi" arasında benzerlikler kurduğunu okumuş ve bundan az çok rahatsızlık duymuştum. Oysa Nuri Pakdil, Paris'in köpeklerine karşı İstanbul'un güvercinlerini çıkarıyordu. O birkaç cümle bana yepyeni, taptaze, heyecan verici bir ufuk gibi göründü. Kedilikten güvercinliğe sıçramak! Gerçekle ve gerçekçilikle, ülkünün ve ülkücülüğün kolayca bağdaşabileceği çok sağlam bir zemindi bu. Erzurum'da Mustafa Sarıçiçek, Cemil Çiftçi, Ahmet Aksay, Ersin Gürdoğan, Süleyman Acar, Beşir Atalay gibi büyüklerimiz; Ali Göçer, Fuat Altınsoy, İbrahim Sarı, Selahattin İpek, Mehmet Kahraman gibi arkadaşlarımız oldu. Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat yayınlarını izliyorduk. Liseden arkadaşım Ali Ulvi Temel de, Ankara'da Edebiyat dergisine katılmıştı. Biz de fırsat buldukça Edebiyat'a uğruyor, orada yazar, okur, gönüldaş, çeşitli kimselerle tanışıp söyleşiyorduk. Nuri Pakdil, ödünsüz bir ilke, ülkü, titizlik örneğidir. Onun bu özellikleri, çevresindeki herkesten kendisindeki bilinci, duyarlığı, direnci -sanırım büyük bir doğallıkla- beklemesi, kimilerine itici veya ürkütücü görünmüştür. Edebiyat'ı sadece bir edebiyat dergisi olarak değil, tüm ülkenin, bölgenin, hattâ yeryüzünün sorumluluğunu sırtlanmış bir düşünce ve eylem odağı olarak algılamak ve bu algılayışa uygun davranmak söz konusuydu. Bu yaklaşımın 'aşırı' olup olmadığı bugün bana tartışılabilir görünüyor. Ama Edebiyat'ın hepimizi yüksek bir platforma taşımış olduğu, tartışılmaz bir gerçek.

Abdullah Harmancı: 1984 ile 1997 yılları arasında, sadece Nuri Pakdil'in değil, Edebiyat Dergisi camiasının neredeyse tümüyle "sustuğunu" görüyoruz. Belki "yayınlanma" anlamında bir susma bu; belki de bu susma "yazma"dan bile uzaklaşacak denli ileri boyutlarda... İlk şiir kitabınız (Yanıklar) 1981'de, ikincisi (Ay Burcu) 1998'de yayınlanmış. Bu "susma" sizin için de geçerli galiba. Yani hep konuşulduğu gibi, sadece Nuri Pakdil susmamış. Örneğin Rasim Özdenören de uzun süre öykü kitabı yayınlamamış. Hüseyin Su da ortalarda gözükmemiş. Siz de öyle... Bu, dünya edebiyatında bile örneğine az rastlanacak bir durum sanki. Bir edebiyat dergisi, hem de ülkenin edebiyat dünyasında çeşitli tartışmalar başlatmış, edebiyat ortamına önemli yazarlar kazandırmış bir edebiyat dergisi, neredeyse bütün bireyleriyle susmuş. Ama sonuna kadar değil, belki bir on beş sene kadar... Ardından hepsi yeniden farklı platformlarda da olsa yazmaya başlamışlar. Bütün bunlar için neler diyeceksiniz?

Bu değerlendirmenize ve sorunuza ayrıntılı ve sağlıklı cevaplar verebilecek konumda olmadığımı düşünüyorum. Ben hep Ankara dışındaydım. Konunun bir boyutu belki de, başlangıçta Edebiyat'ta imzalarını gördüğümüz Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Akif İnan, Erdem Bayazıt ve Cahit Zarifoğlu'nun Mavera dergisini çıkarma gereğini duyuşlarıyla ilgilidir. Ben ancak kendi adıma konuşabilirim ve Edebiyat'ın kapanmış olmasının hayatımda bir tür boşluk, hattâ başıboşluk doğurduğunu söyleyebilirim. Bunda 12 Eylül sonrasında oluşan ve genel olarak depolitizasyon denen olgunun da şu veya bu şekilde payı olabilir. Şunu da söylemeliyim: Uzun süre susanların hepsi, sonradan konuşmaya başlamış değil. Edebiyat'ta yazıp da derginin kapanışından sonra, tamamen susan arkadaşlarımız da var. Beni zaman zaman düşündüren ve meraka sevk eden, asıl onların psikolojileridir. Fuat Altınsoy, Sezai Uğurlu, İrfan Çevik, hemen sayabileceğim bazı imzalar.

Abdullah Harmancı: İlk şiir kitabınızı 1981 yılında yayınlanmışsınız: Yanıklar. Bu kitabı okurken, Demirci'nin kendine iki sığınak bulduğunuz görüyoruz: Tarih ve doğa. Tarihi ve doğayı böylesine benimsemenize ne sebep oldu? Doğa sizin tüm yazdıklarınızda var aslında ve hep bir "kurtuluş" gibi...

Önce, Yanıklar'ı bütünüyle benimseyemediğimi, tam anlamıyla içime sindiremediğimi söyleyeyim. Sorunuza gelince, tarihi ve doğayı sığınak olarak görmekte bir sakınca yok ama ne tarih, ne doğa, tek başına veya birlikte bir 'kurtuluş' değeri taşıyabilir. Kurtuluş Tanrı'da ve O'na yönelen, O'na dayanan insanda olabilir; kurtuluşu başka yerlerde arayanlar, aldanış veya oyalanış içinde olacaklardır. Tarih ve doğa, çeşitli deneyimleri, ibretleri, imkânları barındıran birer hazine ve belki ayna olsa gerek. İnanışımıza göre tabiat, kevnî âyetler kitabıdır. Kıyamet, belki de bu âyetlere meydan okumanın cezası olarak kopacak. Benim gözümde ne tarih kopuktur Tanrı'dan ve insandan, ne doğa. Yazdıklarımdan böyle bir kopukluk izlenimi doğarsa üzülürüm.

Ümit Savaş Taşkesen: Gene şiirinizdeki "doğa" unsuruna ilişkin bir soru: Ay Burcu'nda, daha önce Tevfik Fikret'te de gördüğümüz ilginç bir tematik-şiir örneği var... Her ay için bir şiir yazmışsınız. Neyi düşünerek hareket ettiniz bu şiirleri yazarken? Yani ilk başta planlanmış bir şey miydi? Süreç içinde biri diğerini çağrıştırarak mı ortaya çıktı?

O şiirlerin ilki Mart ayında yazıldı. Biliyorsunuz, eski takvimlerin çoğunda yıl başıdır Mart. Yedi İklim'den arkadaşlar, şiir ve yazı istiyorlardı. Meram Fen Lisesi'nde öğretmenler odasında ilk dizeler doğdu. Sonra öteki ayları yazdım. Hepsi Yedi İklim'de yayımlandı.
"Şiir hâli" diyebileceğim bir hâl olunca yazabiliyorum ben. Ne kadarı irâdî ve bilinçli, ne kadarı ilham ve nasip işi, ayırt etmek zor. En azından başlangıç ve harekete geçme aşamasında bu iş böyle. Şiiri işleme, zenginleştirme, kırpma gibi işçilik çalışmaları, sonraki iştir. On iki ayın şiirini on iki ayda yazmış oldum.

Abdullah Harmancı: "Şiir hâli" dediğiniz şey, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "rüya hâli"ne benzetilebilir mi?

Bir ölçüde, evet. Ama bende ve bence o hâl, arınmış, saf insan olma hâlidir, çocukluk ve delilik hâline de benzetilebilir. Varlıkla aracısız ve çıplak bir vuslat sanki. Hesâbîlikten kurtuluş, yüzde yüz hasbîliğe eriş. Perihan Mağden'in veya Ah Muhsin Ünlü'nün artık şiir yazmayışlarını veya yazamayışlarını açıklarken söylediklerini anlıyor ve onlara hak veriyorum. Şiirsizlik kötü! Her şeye rağmen hayat devam ediyor diyerek bu kötülüğe katlanabiliyor oluşumuz da kötü...

Ümit Savaş Taşkesen: Ay Burcu'nu okurken hayatın bütünlüğü ile şiirin içine girdiğini düşünüyorum. Bu, bence, sizin şiirinizin de yaslandığı ana bir damar. Oysa son dönemde yazılan şiirler insan, hayat ve tabiattan uzak düşüyor. Daha sentetik ve kurgucu. Sanki insani olandan uzak. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz şiirinizi ve günümüzde yazılan şiirleri?

Şiirin eski tanımlarından biri "mevzun ve mukaffâ kelâm"dır, yani "ölçülü uyaklı söz". Bunların biçimle, görünüşle ilgili olduğu besbelli. Ölçü ve uyağın yerini, epeydir "imge" veya "özel, şiirsel bir dil"in aldığı söylenebilir ve bunlar da biçimsel özelliklerdir. Oysa aslolan şiirin özü ve şairin sözüdür. Bu özün ve bu sözün, şairin şuurundan, bakışından, hayatından, hayâlinden neş'et etmesi ve süzülmesi esastır. Öyle anlaşılıyor ki, bazıları "neş'et" etmeyen şiiri, âdeta zorla "inşâ" etmeye çalışıyorlar. "Çalışan kazanır" denmiş ya, bazıları bu çalışmalarında başarılı da olabiliyor. Onlara bakıp "Aferin, ne güzel buluş!" falan dediğimiz de oluyor bazen. Ama öylesi çalışmalar, kalbimize dokunamıyor, içimize işleyemiyor. Olsa olsa bir süsleme, bir bezek etkisi uyandırıyor. Bu arada varoluşumuzun esaslı bir dayanağı olması gereken dil, çelik çomak oyununun çeliğine veya çomağına dönüşüyor.
Ancak bu söylediklerimin toptancı ve genel geçer bir yargı olmadığını belirtmeliyim. Özünden neş'et eden sözü, acemice veya ustaca ama dürüstçe söyleyenler de hep olmuştur ve olacaktır.

Abdullah Harmancı: Ben de Ümit'in tespiti ile aynı paralelde bir soru hazırlamıştım. Günümüz şiiri ile sizin şiiriniz birbirine paralel çizgilerde değil. Sizin şiiriniz, kendini insana, dünyaya, âleme kapatmıyor. Dünyaya dair, insanlara dair, ülkeye dair endişeleriniz var ve bu endişelerinizi şiirinize taşıyorsunuz. Bugünse bu tür hassasiyetlerin, şiiri zedeleyeceği düşünülüyor. Şiir - ideoloji ya da sanat - mesaj konusunda neler söyleyeceksiniz?

Bütün sanatlar gibi şiir de, insanın yapıp ettiği bir şeydir. Ve insan, hayvandan aşağı düzeye düşmeye de, meleklerden üstün bir mertebeye ermeye de elverişli bir yaratıktır. Yaratık olduğunu unutan ve kendisinin "yaratıcı" olduğunu düşünen kimi insanlar, ilginç 'yaratı'lara imza atıyorlar. Kalın dudakları kıpkırmızı bir rujla boyanmış, açık kadın ağzı şeklinde klozet yapılabiliyor bugün. Beni dehşete düşüren bu klozet, kimilerine 'ilginç' veya 'eğlenceli' gelebiliyor. Sanırım, kadın ağzı biçiminde tasarlanmış o klozetin müşterileri ve kullanıcıları da olacaktır. Buna benzer işler, şiirde de, başka türlerde de karşımıza çıkabiliyor.
Herkes, kendi derdini söyler. Dertsizlik, dermansız bir hastalık sayılsa yeridir. Nitekim eski şairlerimizden biri "Bî-derd olanın derdine derman bulunmaz" demiş.
Sanat eserinin mesajdan uzak tutulması da bir çeşit mesaj sayılabilir.
Eser-mesaj ilişkisinde asıl sorun, galiba, mesajın eserin gereklerini unutacak, unutturacak şekilde bağırmasıdır. Bu çirkin, sakil, itici, hokkabazca bir tutumdur ve insanda ya sözüyle işi birbirini tutmayan kişilerin uyandırdığına benzer olumsuz bir etki uyandırır ya da aptal veya çocuk muamelesine maruz kaldığımızı hissederiz. Bütün bunlarda, sanatın belki de en esaslı vasfı olması gereken içtenliği ve sahihliği zedeleyen bir iğretilik vardır ve bu bizi rahatsız eder.

Ümit Savaş Taşkesen: Şair artık daha çok şehirde yaşadığı ve topraktan koptuğu için mi şiirinde hayat sun'i kalıyor ve/ya yer bulmuyor? Oysa sizin şiirinizde iğde ağaçlarından mevsim meyvelerine, Rosa Luxemburg'dan Srebrenitsa'ya, Ekim devrimlerinden Sezar ve Roma'ya yaşamın içinde olan bir bütünlük var.

(Şiirin hayattan koptuğuna dair bir önyargı mı var, ne?) Şehirde yaşamak da, topraktan kopmuşluk da şairi ve şiiri tahrik etmeli, değil mi? Yapaylıklar varsa, bu şiiri 'oyuncak' sanmaktan geliyordur; oysa şiir hakiki bir 'oyun' olmalı. Bu oyunun içinde bütün bir tarihin, bütün bir tabiatın, bütün varoluş ve gelecek kaygılarının, anlam arayışlarının payları olmalı. Böyle düşünüyorum.

Abdullah Harmancı: Gene bu sorunun vadisinden bir soru: Edebiyatla iç içe olmak, okumak, yazmak güzel ama dünyanın dört bir yanında, her gün yüzlerce insan öldürülüyor. Bu sizde bir anlamsızlık duygusuna sebep oluyor mu? Yani edebiyatın bu tür sorunlar karşısında çok fazla çaresiz oluşu, yeterince somut sonuçlara ulaşamayışımız, havanda su döğmek duygusu yaratıyor mu sizde de?

Böyle bir duyguyu sadece edebiyatla uğraşanlar değil, hemen herkes bir şekilde yaşıyor olmalı. Çağımız cinayetler bakımından önceki çağların çok önüne geçti. Ama bireyler nasıl tek tek doğuyorlarsa, tek tek ölecekler ve tek tek hesap verecekler. Bununla birlikte odamızdan, evimizden, sokağımızdan, mahallemizden, bölgemizden, ülkemizden, tüm dünyadan ilgimiz ve bilgimiz oranında sorumlu olduğumuz da açık. Nuri Pakdil, yirmi dört saat ahlâklı kalabilmenin zorluğundan söz ederken bireyin güçsüzlüğü kadar, belki ondan çok, çevre koşullarının kötülüğünü hesaba katmış olmalı. İnsanın, hayatın, toplumsal yapıların örgütlenişi, belli bir hiyerarşi içindedir. Siyaset, ekonomi, bilim; din, sanat ve ahlâkı yok saydığı, çiğnediği veya kötüye kullandığı zaman denge bozuluyor ve zulüm egemen oluyor. Geçici bir süre konuk olduğumuz şu yeryüzünü adalet ve esenlik yurdu edip edemeyeceğimizin sınavını yaşadık, yaşıyoruz. Burada yapıp ettiklerimize göre yargılanacağımız, ödül veya ceza bulacağımız bir öte dünya var. Bu gerçeği göz ardı eden uygarlıklar, yeryüzünü kolayca cehenneme çevirebiliyor. Nasreddin Hoca'ya kıyametin ne zaman kopacağını sormuşlar. "Cennet ve cehennem dolunca" demiş. Herkes, bulunduğu yerde farkında olsa da olmasa da, bunun için çalışıyor bir bakıma.
Ne umutsuzluğa düşmeli, ne de budalaca iyimserliğe kapılmalı.

Abdullah Harmancı: Sizinle bundan önce iki defa daha "dil" çalışmalarınız üzerine konuştuk. Aynı soruları yinelemek istemiyorum. Feyza Hepçilingirler'in bence son derece sığ "dil" yazıları, daha Cumhuriyet'te yayınlanışının üzerinden bir yıl geçmeden kitapçı raflarında yerini alırken, İbrahim Demirci'nin benim hesaplarıma göre en az beş ciltlik ve on küsur yıllık emeği, gazetelerde "yatıyor". Bu yazıların kitaplaşması gerekmiyor mu? Ne düşünüyorsunuz?

Gazete ve dergi yazılarının -tabir caizse- "format"ı ile, kitabınki ayrı olmalı. Buna rağmen, yazılarımdan bir bölümü Yaralı Yazılar adıyla kitaplaşmış oldu. Yakında yeni kitap, hattâ kitaplar olacak gibi görünüyor. Galiba, ben bu konuda biraz yöntemsiz veya tembel davranıyorum.

Abdullah Harmancı: Sizinle aynı ortamlarda bulunmuş biri olarak, şunu fark ettim ki, siz "dil"i âdeta yaşıyorsunuz. Bir gazete sayfasına bakar bakmaz, bir başlığı okur okumaz, kolayca fark edilemeyecek bir hatayı ortaya çıkarıveriyorsunuz. "Dil" yanlışlarına değindiğiniz yazarların tepkileri nasıl oluyor? Bu eleştirileri hazmedemeyenler de oluyor mu?

Eleştiri ve uyarılar, çeşitli tepkiler aldı. Haklısınız deyip teşekkür edenler oldu, sorumluluğu başkasına yükleyenler oldu. Yanlış anlamışsınız; ben aslında şunu demek istiyorum, diyenler oldu. "Sükût ikrardan gelir" gerçeğini doğrulayan suskunluklar da oldu. Bunların hepsi, anlaşılabilir tepkiler. Üzüm yemenin bağcı dövmekten iyi olduğu kesin. Bunu anlamayanlar var maalesef.

Ümit Savaş Taşkesen: İçinde bulunduğumuz bu büyük dil keşmekeşinden nasıl kurtulacağız? Bir yandan TDK, dil kurallarını "ikinci bir emre kadar" değiştirip duruyor, yazarlarda bir alışkanlık oluşmasına zaman tanınmıyor, bir taraftan TDK'yi bir otorite olarak görmek istemeyen insanlar hiç de az değil. Ne yapacağız?

Keşmekeşten kurtulmak kolay değil. Bu, biraz da Türkçenin kaderi sanki. Belki de durumu 'keşmekeş' diye adlandırmak yerine 'zenginlik' diyerek benimsemek, sevmek, sevinmek gerek! Şakaya benziyor ama ciddi bir tarafı da var bu sözümün. Değişim ne kadar hızlı olursa olsun, onu izleyen, gözleyen ve uyum sağlayan, bu işten kazançlı çıkacaktır. İşin bir yönü bu. Öteki yönü de geçmişimizdeki çok zengin dil ve edebiyat birikimini ne kadar iyi tanır ve öğrenirsek, o kadar kârlı çıkacak oluşumuzdur. İstanbul'da bir lise öğrencisi, edebiyat öğretmenine "Kabristan hangi kıtada?" diye sorabiliyorsa, durum vahim demektir. Bu vahametin sorumluluğu şu veya bu kuruma yüklenemez. Aile, okul, sokak, cami, kahvehane, internet cafe (!), bütün basın yayın organları, resmî veya özel bütün kurumlar, dil işlerinden de ister istemez sorumludur. Çok âcil ve kolayca uygulanabilir işlerden biri, Osmanlı Türkçesinin liselerde seçmeli ders olarak okutulmasıdır. Okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak için yapabileceğimiz işler de var tabii.
Temel anlaşma aracımız olan dilin ülkemizde kavga ve çatışma konusu oluşu ve çatışmanın yıllarca 'kelime / sözcük' ekseninde yürütülmüş olması, epey uzun sürmüş bir talihsizlik oldu. Daha fazla vakit yitirmeden, dilin daha esaslı meselelerini konuşmamız gerekiyor.

Ümit Savaş Taşkesen: Çeviri çalışmalarınızın da "dil" hassasiyetinize katkıda bulunduğuna kuşku yok. Arapçadan Fransızcadan çeviriler yapıyorsunuz. Çeviri yapmak bir yazara ne sağlıyor? Türkçenin eksikliklerini ya da üstün yanlarını görmenizi sağlıyor mu meselâ? Çeviri yapmanın yazarlığınıza katkıları desem?

Çeviri çok eğlenceli ve çok öğretici bir iş. Diller terkipler (sözcük öbekleri) ve cümle öğelerinin dizilişi bakımından az çok farklılıklar göstermekle birlikte; sözcük türleri, yapıları, görev ve anlamları bakımından aynı terimlerle iş görür. İnsan zihninin işleyişindeki birliğin ve ortaklığın doğal sonucudur bu. İsim, sıfat, zamir, fiil veya özne, nesne, yüklem, ünlem her dilde benzer konumdadır.
Çeviri yaparken çeşitli seçeneklerin varlığını görmek; anlam, biçim ve üslûp bakımından en uygun söyleyişin hangisi olacağını arayıp bulmak, heyecan verici bir iş. Bazen bulduğunuz anlatımın, yazarın muradını tam yansıtmadığını düşünürsünüz, bazen onun kastını aştığınız kuşkusuna kapılırsınız. Bazen kaynak dildeki bir sözcüğü, kendi dilinizde birçok sözcükle karşılamanız gerekir: Cemal Ebu Hamdan'ın bir öyküsü vardı; "Ruzaz", onu "Çisil çisil bir yağmur" diye çevirmiştim. Fransızca'nın "dört-yirmi"sine Türkçe "seksen" deriz; "tante"a "hala" mı, "teyze" mi diyeceğimize metindeki öteki bilgilere bakarak karar veririz. Deyimleri kelime kelime çevirmek, bazen "gülünç" görünür, o deyimin dilimizdeki karşılığını arar buluruz; bazen kelimesi kelimesine çevirinin dilimize yeni bir ifade imkânı kazandıracağını düşünürüz.
Servet-i Fünun yazarlarında Fransız etkisi veya sinema dolayısıyla oluşan "dublaj Türkçesi", hepten olumsuz veya tümüyle olumlu sayılamayacak olgulardır.
Çeviri sayesinde diller birbiriyle tanışır, yüzleşir. Bunu, Kur'an-ı Kerim'de kavimlerin varlık sebebini açıklamak için buyurulan "li-te'ârafû" (tanışıp bilişmeniz için) hikmetine bağlamalı.

Abdullah Harmancı: Kimsenin haberi yok neredeyse. Ama sizin yayınlanmış bir oyununuz var. Üstelik yayınlanmamış oyunlarınız da var. Bu Camı Kim Kırdı?'yı okuduğumda içimde oyun yazma heyecanı oluşmuştu. Tiyatro türüne yönelmenizin sebebi neydi? Hele hele, tiyatronun neredeyse tedavülden kalkmış bir sanat gibi algılanmaya başladığı günümüzde?

Yazdığım oyunlar, bir bakıma "iş gereği" yazıldı; öğretmen olarak çalıştığım okullarda öğrencilerin sahnelemesi için. Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı, Amasya'da ve Konya'da, Yunus Emre Aramızda ve Bu Camı kim Kırdı da Meram Fen Lisesi'nde sahnelendi. Bu son ikisinin başka okullarda da sahneye konduğunu işittim. Yaklaşık iki yıldır, kafamda bir "elma" oyunu gezdiriyorum. Ama oturup yazabileceğim çerçeveyi ve olgunluğu bir türlü bulamadım. İnşallah, elmayı çürütmeden yazmak nasip olur! Attila İlhan, tiyatroya çok uzak duran biriydi. Onun şiirlerinden bile bir oyun yapıldı. Tiyatro gösteri sanatlarının anasıdır ve tedavülden kalkmaz.

Abdullah Harmancı: Nuri Pakdil'in oyunlarını Devlet Tiyatroları'nda görmeyi hayal ediyorum. Ne dersiniz?


Umut yayımlandığında Devlet Tiyatroları'nca sahnelenmesi söz konusu olmuştu. Sanırım bazı görüşmeler de yapıldı. Ama kim bilir neden, bu iş olmadı. Hayâl ettiğiniz şey gerçekleşirse, herkes için çok ilginç bir deneyim olur.

Haberler Haberleri

Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni Taşkent'te yapılacak
TYB Konya'da Vefatının 100. Yılında Ziya Gökalp Anıldı - Felsefeyi Sosyolojiyle Yenilemek
Vefatının 30. yılında Tarık Buğra
Konyalı On’lar Perşembe Sohbetlerinde Nail Bülbül Konuştu
Konyalı On’lar Perşembe Sohbetlerinde Kâmil Uğurlu Konuştu