Mustafa Armağan
Ağustos 1995 günlerinde Konya Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği bir panele katılmak üzere Konya’ya davetliydim. “Tarihi Çevre Nasıl Korunmalı?” başlığını taşıyan panele benden başka değerli hocalarım Turgut Cansever, Sadettin Ökten ve Nezih Başgelen katıldılar. Yönetici ise, Selçuklu Araştırmaları Enstitüsü’nü kuran ve Konya tarihi ve kültürü ile ilgili hamiyetperverce çalışan Prof. Dr. Haşim Karpuz’du. Ilık bir Konya akşamında Kültürpark’ta yapılan paneli pek çok ilgili kişinin yanı sıra Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Halil Ürün de teşrif ettiler. Görebildiğim kadarıyla, mevcut belediyeler içerisinde kısa vadeli ve “pragmatik” olarak meselelere bakmak yerine, geleceği de müştereken tasarlayabilecek “apolitik” bir bakış hâkim Sayın Ürün’de. Bu da partizanlığın diz boyu yükseldiği ve bir adım ötesine bakma ihtiyacının duyulmadığı mevcut ortamda bir erdem olarak telakki edilmelidir.
Panelden sonra Sayın Başkan otomobiliyle bizi Mevlâna ile Hüsameddin Çelebi’nin karşılıklı gazeller söyledikleri eski Meram Bağları’nın olduğu mahalde kurulan Meram’da saray yavrusunu andıran bir eve götürdü. Yazık ki, sonuna yetişmişiz bu “irfan sofrası”nın. Neyler, kudümler, defler arasında otantik bir ilahi faslının sonuna yetiştik ama asıl semâ merasimini kaçırdığımıza hayıflandık. Değerli Tahir Büyükkörükçü hocanın elini öpüp sohbetine katılmak bile bu güzel Konya akşamında bizim için büyük bir mazhariyet oldu.
Ertesi gün Haşim Karpuz hocanın rehberliğinde bir Kon- ya turuna çıktık. Sahib Ata Medresesi’nin “su emziğini”, İnce Minareli Medrese’nin yıldırım isabet edip yıkılmış olan minaresinin hikayesini, Karatay Medresesi’ndeki kubbe çinilerinin macerasını, Alâeddin Keykubat Sarayı’nın 1910’lara kadar ayakta olduğunu ve temel drenaj sistemin – deki bozukluk sonucu, Tanpınar’ın deyişiyle “gözümüzün önünde” çöküşünün trajedisini, Fahreddin Altay’ın Alâeddin Tepesi’ni evinden görmesini engellediği için İnce Minareli Medrese’yi yıktırma teşebbüslerini, Şems-i Tebrizî tür besinin etrafındaki çok önemli zevatın yattığı kabristanın kaldırılarak nasıl parka çevrildiğini, Mevlana Türbesi’nde babası Bahauddin Veled’in sandukasının neden Mevlâna’nınkinin iki katı büyüklüğünde olduğunu ve daha pek çok ilginç bilgiyi bu kısa ama yoğun gezi sırasında öğrendim. Alâeddin Tepesi hâlâ Konya’nın merkezi mesabesinde. İlk Konya’nın bir höyük olan bu tepedeki yerleşim olduğu biliniyor. 100 yıl önceki fotoğraflarda gerek cami gerekse müştemilatı açıkça görülebiliyorken, bugün bölgenin “aşı- ri” ağaçlandırılması sonucunda hiçbir açıdan bu tarihi külliyeyi rahatça görmek mümkün değil. Yeşile evet ama unutmamak gerekir ki, tarihi eserler yaban tabiat içine gömülmez, ancak ona bir anlam katmak üzere oradadırlar. Yanlış yeşilcilik tarihi eserlerimizi boğmaya başlamıştır. Surları ise aşağı yukarı tepeyi çevreleyen yolun dışından dolaşıyormuş. Tabii bu surdan hemen hiçbir iz yok bugün. Zaman zaman binaların hafriyatı sırasında bazı sur kalıntıları çıkı- yormuş.
Cuma namazını bir zamanların muhteşem Alâeddin Camii’nde kıldık. Bir zamanların diyorum, çünkü cami yakınlarda büyük bir onarım geçirmiş ve avlu duvarının bir cephesi dışında orijinal binadan pek az şey gelebilmiş bugüne. Muhteşem minber cami ile yaşıtmış. Kündâkiri tekniğiyle yapılmış ve son örneklerinden birisinin Bursa Ulu Cami’de bulunduğu ahşap işçiliğinin en güzel numunelerinden olan bu minberin üzerinde genç bir hatip, masonluktan, Rus emperyalizminden, Sırp zulmünden bahsetti hutbe boyunca. İslam’ı siyasetten ayrı düşünmek mümkün değil ama aşağı yukarı 8 asırdır, 40 bin Cuma namazına şahitlik etmiş bu sanat eserinin üzerinden insan Mevlâna’nın yahut Sultan Veled’in içinden aşk kıvılcımları sıçrayan, muhabbeti, ihlası telkin eden sözleri işitmek istiyor. 7-8 Anadolu Selçuklu sultanının bir arada yattığı ufak bir kümbet ve yanında boş olarak duran ve inşaatı yarım kalmış bir başka kümbet Alâeddin Camii’nin avlusunda yer alıyor. Tanpınar Beş Şehir’inde Konya için şöyle der: “Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi âlemine taşır yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız. Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi initiation ister.” Bu sözün doğruluğuna ayne’l-yakîn şahit oldum. 20 gündür bu Selçuklu başkentinin ruhuma sardığı sıtmayla uğraşıyorum. Bana Şems’i, Mevlâna’yı, Celaleddin Karatay’ı, hele hele Selahaddin Zerkûbi’yi, Alâeddin Keykubad’ı asıl çehreleriyle tanıtan bu şehre ve bu tanışmaya vesile olan enerjisine hayran olduğum Kültür Müdürü Ahmet Köseoğlu’na gönül dolusu selamlar. İnşaAllah bir başka yazımda bu mübarek şehrin anlatamadığım güzelliklerini de dile getirmek nasip olur. Sevâkıb-ı Menâkıb’da Mevlâna Konya hakkında şöyle der:
“Bu şehrin hisârı taştan ve topraktan değildir. Merdan-ı ilahi himmetidir. Bu diyarın burc u bârusu bizimdir. Zira Cenâb-ı Hudâ’dan, tasarrufu bize emrolunmuştur. Bizim rızamız olmayınca kimesne el uzadub zabt eylemeye kaadir olamaz.”
(Mustafa Armağan Hoca’nın 30.8.1995 tarihli Yeni Şafak gazetesinin 11. sayfasında yayınlanan makalesi)