Nasıl huzurlu, nasıl sevinçli, nasıl heyecanlıyım... Bakarsın böyle sürmez, sonra utanırım, en iyisi seslendirmeyeyim diyorum, olmuyor; iskeletim çarpık, başım kaymış, dilim dolanıyor, Parkinson için günde on üç hap alıyorum, sabah akşam toplam bir, bir buçuk saate yakın beden hareketleri yapıyorum, yenileyin de bir baston aldım, onunla yürüyorum, buna rağmen zihnim berrak, okuyorum, yazıyorum çok şükür! Sağlığım yerinde.
Gelişim’i kapattık. “A! Neden kapattın?” diyenler var; yahu koca koca markalar gitti: Kodak yok, Nacar yok bugün; insanlar ömürlü olduğu gibi markalar da ömürlü demek, ben bir garip esnaf! Nasıl dayanayım? Bu, işin şaka tarafı. Gerçi beş yıldır işimizin istikrarlı bir şekilde düştüğünü saklamıyorum; ama asıl neden, hastalığımdan dolayı Emre oğluma yeterince yardım edemeyişim; Emre’nin de Havuzlu Çarşı’yı hatta Adapazarı’nı hiç mi hiç sevemeyişi. Ayrıca kitabevinin kazancını da kendi geleceği için az bulması. “Hayır, olmaz böyle şey!” diyecek değilim; üniversite yıllarında görüp hayran kaldığı Eskişehir’i bu defa gelin kızımızla birlikte temelli olarak seçtiler, gittiler. Yerleştiler.
Kimileri de soruyor: “Aranızda anlaşmazlık, dargınlık falan...” Fesüphanallah! Bir baba, bir anne, benim bildiğim, ortam hazırlar çocuğa, ayrıca örnek olur, çocuk orada yetiştirir kendini. Bizim Korkut da, Emre de böyle yaptı. Dargınlık! O nasıl söz?
İyi haberlerini alıyoruz da ondan mı mutluluğum? Payı var elbette. Diyeceğim başka bir şey. Ben bir kere daha böyle olmuştum. 2017 yılının yaz başı olacak, Ö. Faruk Ergezen aradı, Hece ailesinden Cümle Yayınları için Sait Faik biyografisi hazırlar mıyım diye sordu... Benim keratanın ilaç milaç dinlemediği günler, dermansızım, klavyeye bile basamıyorum... Bir dirildim ki... O biyografi kitabı böyle çıktı.
Bu yıl Ömer Seyfettin’in ölümünün 100’üncü yılı. Benim de “Ömer Seyfettin” kitabım var ya –hani 2004’te Kaknüs’ten çıkmış, on altı yılda galiba topu topu 463 adet satıldığı için yayımcısını yayımladığına pişman ettirmiş kitabım- dergi, dernek veya okur gruplarından yazı isteyenler, konferans, panel vb için çağıranlar oluyor, eleyerek cevaplandırıyorum istekleri.
İstanbul çok yakın, bir bir buçuk saatlik yol, ama 2017 yılında katıldığım III. Millî Kültür Şûrası’nda çektiğim eziyeti ben bilirim –hoş, ne kadar yorulduğum fotoğraflarda da hele ki yüzümde iyice bellidir. O gün bugün mahallemden dışarı çıkmadım desem yeridir.
İyi de yazmak, sadece yazmak yazara yetmiyor. Yazar piyasaya çıkmak, ortada görünmek de istiyor... Pardon! Başkalarını bilmem, ama benim için böyle, ben istiyorum. İstiyorum da bendeki “dopamin” eksikliği beni korkutuyor: düşerim, yolda kalırım...
Yılın ilk haftalarıydı, aradılar, tarih verdiler, benim için de uygundu... Yaşımı, hastalığımı, yola ancak eşimle çıkabileceğimi; dolmuştan otobüse, otobüsten vapura, vapurdan karşıya in bin, dur geç yapamayacağımı söyledim; “Yardımcı olursanız elbette!” dedim. Olamadılar. Olmadım.
Şubat ortalarıydı, yazar Hüzeyme Yeşim Koçak aradı –öykü, roman, deneme yazarı- TYB Konya Şubesi adına 7 Mart’ta birlikte seçeceğimiz bir başlık altında Ömer Seyfettin’i konuşmak üzere davet etti. Etkinlikten bir gün önce Neclâ’yla birlikte YHT (Yüksek Hızlı Tren) gidilecek, gece kalınacak, etkinlik sonrası dönülecek. Otel, yemek...
Gittik. Antrparantez, Arifiye’ye kadar bir yoldaşım da Yılmaz (Akçay) oldu; arabasıyla götürdü, bizi vagona bindirdi –sağ olsun! Diyeceğim, ne düştüm ne yolda kaldım. Neclâ da ben de tek parça gittik, tek parça döndük. Kısa da olsa güzel ve dopdolu, hem ziyaret hem ticaret sayılır iki günlük bir gezi gerçekleştirdik
On altı yıl önce, 2004’te yine TYB’nin davetlisi olarak Konya Öykü Günleri’ne katılmıştım. Başkan o zaman da Ahmet Köseoğlu’ydu: ikramı, övgüsü eksiksizdi. O günden bugüne çok değiştiğini gördüm: Gayet şen şakraktı. Gayet nüktedandı, Şaka yapıyor, şakayı alıyordu. Fıkralar bile anlattı. Hele bir “kıyısından” fıkrası vardı ki hiç anlatmaya çalışmayacağım, kendisinden dinlemek lazım.
Konya mutfağı çok zengin. Başkan, “Sizin mutfağın daha zengin olması lazım, dört kıtadan göç aldınız” dedi. Öyle ama bizim yerel mutfaklar, dışarıya yeterince açılmadı, kendi yerellerinde kaldılar. Doğru mudur bilmem, ama böyle düşünüyorum.
Kaldığımız akşam, Hüzeyme Yeşim – Faruk Koçak çifti Konya’yı bütün panoramasıyla ışıl ışıl gören bir tepede büyük mü büyük bir restorana götürdüler. Bamya çorbasını biliyorum Konya’nın, ama bir de “arabaşı” varmış, merak ettim, yedim: koyu kırmızı, az acılı, içinde galiba önceden pişirilmiş ufak ufak tavuk eti... Sevdim. Çorbadan sonraki önerileri Konya fırın kebabı oldu. Yağsız dedik, vallahi hiç mi hiç yağsız geldi –bizim tandıra benziyor. Konya lokantalarının, tatlı menülerinde başköşeye oturttukları bir de şeyh tatlıları varmış: Höşmerim. Bunun Balıkesirli, Çanakkaleli, Tekirdağlı çeşitlerini biliyordum. Konyalısının ayartıcı bir çekiciliği mi vardı ne!
Ertesi akşam, etkinlikten sonra, yola çıkmadan önce, Başkan, Mevlana Meydanı’nda adı Konya Mutfağı olan bir lokantaya götürdü. İbrahim Demirci, yazarlık atölyesindeki dersi için Ankara’dan gelmiş –karşılaşacağımızı düşünmüyordum, benim için sürpriz oldu- o da bizimleydi, Hüzeyme Hanım ile Faruk Bey elbette. Aman Allah’ım. O ne ikram ne çeşitti öyle! Neclâ, yarın bir hafta olacak, hâlâ anlatıyor.
Uzattım! İnsan iki parça olurum korkusuyla yola çıkıp tek parça dönünce böyle gevezelik ediyor demek. Ne etkinlikten söz ettim, ne nasıl dinlenildiğimden, sevincim öne geçti. Ama izninizle, küçük bir ek daha: 2004’te gittiğimde Konya’daki bisiklet bolluğuyla her Konyalının dil pelesengi “Eyvalah!” dikkatimi çekmişti; biz daha çok “allahaısmarladık” anlamında kullanıyorduk, Konyalılar ise her ahval ve şeraitte kullanıyorlardı. Başkan’ın çok hoşuna gitti bu gözlemim, Konya’yı bununla anlatmam. O da beni sevindirdi: “Necati Hoca’m!” dedi, “Sizde Parkinson falan yok. Var demeseydiniz görmeyecektim. Korkmayın, istediğiniz mesafeye, istediğiniz yere gidiniz. Konya size şifa versin inşallah!”
Eyvallah Başkan! Eyvallah!
Kaynak: http://necatimert.com.tr/1674_KONYA-DA--12-Mart-2020.html