Kutsaldan kopuk edebiyat olmaz

Mustafa İslamoğlu, 15 yıllık emeğinin ürünü olan meal ve tefsir çalışması "Hayat Kitabı Kur'an"da edebiyatı bırakmadığını, burada yaptığının...

Mustafa İslamoğlu, 15 yıllık emeğinin ürünü olan meal ve tefsir çalışması "Hayat Kitabı Kur'an"da edebiyatı bırakmadığını, burada yaptığının sesi çevirmek olduğunu söylüyor.

MUSTAFA İSLAMOĞLUSİBEL ERASLAN
Mustafa İslamoğlu, "Hayat Kitabı Kur'an" adını verdiği, 6000'in üzerinde gerekçeli notlarla kaleme aldığı meal ve tefsirini okuruyla buluşturdu. Bu yeni yayın vesilesiyle görüştüğümüz İslamoğlu bize, edebiyat ve ilahiyat kavşaklarını buluşturan çalışmasını anlattı.
Muhterem efendim, "Hayat Kitabı Kur'an, Gerekçeli Meal-Tefsir" ismini taşıyan son çalışmanızı okurken, aynı günlere denk gelen okumalarımda fark ettim ki, Dr.Seyyid Kutup'un üniversite bitirme tezlerinden birisinin başlığı da; "Şairin Topluma karşı Vazifeleri"ydi. Sanatçının böylesi bir görevi var mıdır? Sizin diğer eserlerinizde de çok sık atıf yaptığınız "tasavvur inşa süreci" kavramsallaştırmasını da göz önünde tutarak soruyorum müsadenizle...

Efendim, Vahiy; sadece iyi insan inşa etmeyi hedeflemez. Vahiy "aktif iyi"yi inşa eder. "Aktif iyi" ile "pasif iyi" arasındaki fark şudur: Pasif iyi, iyiliği taşımayan, iyiliği yaymayan, iyi etmeyendir. İyiliğin öznesi değil, nesnesidir. Allah Resulüne vahiy gelmezden evvel de iyi bir kimseydi o, Kur'an'ın şahitliğiyle muhteşem bir ahlak üzereydi. Peki, vahiy gelmeden önce onu baş üstünde taşıyanlar, vahiy geldikten sonra neden onu ayakaltına almak istedi? Neden onu "el-emin" diye çağıranlar, vahiyden sonra varlığına düşman oldular? Ne değişmişti? Onların iyiye itirazı yoktu, itirazları "aktif iyi"yeydi. Daha ilk inen üçüncü suresinde, "ey yatan iyi, kalk ve uyar" dedi Kuran. Yani hem sen kalk, hem de iyiliği kaldır... Zımnen: Ey pasif iyi, aktif iyi ol dedi Kur'an...

Sanatçının böylesi bir sorumluluğu var mı?

Alimin veya sanatçının, üçüncü şahsa değer üreten herkesin, temelde, bilincinin gerisinde, bir iyiyi başkalarına aktarma niyeti söz konusudur. Kimse görmeyecekse, kimse dinlemeyecekse, kimse okumayacaksa, o sanatı üretmeye ne gerek var? Bütün bu sanat ve ilim uğraşları üçüncü kişiye ulaşınca anlam kazanır. Bu, iyiliği ulaştırmak demektir. Sanatkar ve alimin iyiliği inşa etmek gibi bir görevi vardır...

Bu inşa görevi ile lirik edebi dilinizi nasıl birleştiriyorsunuz? Edebiyat ve Din dili, bugün bize söylendiği gibi iki karşıt dil midir? Edebiyat tanrıya rağmen inşa edilmiş bir yeryüzü miti olarak konumlandırılıyor modern zamanlarda. Şairler Suresi'ni de göz önünde tutarak, sizin bir yandan şair diliniz diğer yandan Kuran'a dair ilim gayretiniz zaman zaman çatışıyor mu?

Modern sanat tasavvuru ile cahili sanat tasavvurunun burada kesiştiğini görüyoruz. Şuara Suresinde yerilen şairler, o dönemin Şamanları mesabesinde olan 'arrâfların ve kahinlerin koltuğuna göz dikmiş şairlerdi. Bugün seküler bir zihniyetle şiir yazanlarla cahili dönemde yazanların durumu aynıydı. İslamın inşa ettiği zihnin şiiri değildi o... Çok garip bir şekilde modern sanat tasavvuru, cahili sanat tasavvuru ile eklemlenmiş gibidir. Tanrı ile yarışma , "mimesis", özünde tanrıyla boy ölçüşmek için tanrıyı taklit, bir tür "promete" misali tanrının ateşini çalarak, tanrıya rağmen varoluştu bu... Cahili sanat imge dünyası ve cahiliye şairi imajı ile modernizmin seküler sanat edebiyat anlayışı örtüşüyor. İstitraden söylemek isterim ki, bendeniz yazı hayatıma sanat ve edebiyatla başladım...

Aslında sanat ve edebiyatla da devam ediyorsunuz, son yazdığınız mealin edebi dokusu, lirik dili ve alliterasyonal rikkati bu soruyu sordurtuyor bana...

Teşekkür ederim. Aslında bana edebiyatı niçin bıraktınız diye sorulduğunda zoruma gidiyor. Şiiri hiç bırakmadım ki ben. Bakınız sözü tercüme etmek zordur. Çevirdiğiniz metin kutsal metinse hele, daha da zordur. Sesi çevirmek ise neredeyse imkansıza yakındır. Hayat Kitabı Kur'an'da sesi çevirmeye çalıştım. Bunu sesi tanıyanlar, edebiyatın dokusunu anlayanlar, sesin tınısına aşina olanlar, bir dip akıntısı gibi o muhteşem şiirselliği bilenler anlayabilir ancak...

Alliterasyon özellikle, dikkat çekici...

O kasıtlı bir gayretti efendim. Sesleri çevirebilmek için nasıl ömür tükettiğimi siz bilemezsiniz ama anlarsınız. Edebiyatla uğraşmayanlar, mealde sesi çevirme uğraşısının ne demek olduğunu anlayamaz.

Efendim, Türkçemizdeki meal çalışmalarını affınıza sığınarak, çok özenli bulamadığımı söylerim. Bir edebiyatçı olarak baktığımda, meallerimizde ilahi lirizmi kendi dilimize taşıyamadığımızı acı çekerek fark ediyorum...

Tercüme ve çeviri kelimeleri ilk bakışta eşanlamlı zannedilir. Bence değil, eşanlamlı değil. Tercüme çeviriden daha büyük bir şey olsa gerektir. Çeviride manayı "çevirirsiniz". Bu, kaynak metne kazan, manaya çorba işlevi yüklemektir. Eh, çevirmene de "kepçe" olmak düşmektedir. Fakat tercümede kaynak metnin üretildiği ortama mümkün olduğunca sokularak orada ve o anda üretilen manayı elde edip, yolda bir yol kazasına kurban götürmeden, mümkün olan en az zayiatla hedef dile, yani kendi "şimdi ve burada"nıza taşırsınız. İbn Abbas'a "Kur'an'ın Tercümanı" denilmesi, tercüme ettiği için değil manayı taşıdığı için verilmiştir. Meal çalışmalarında dil ve din bilgisinin yanında üçüncü şart bence edebiyattır. Ben sanat ve edebiyatla başladım yazım hayatıma. Ama şiirden ve salt edebi metinlerden uzaklaşmamın temelinde, edebiyatla uğraşmanın benden bir hayat istemediğini fark etmem ve benden bir değişiklik talep etmediğine olan tepkimdi. Genelde edebiyat dünyasının idollerinde de bu zaafı gördüm. Edebiyat, "edebiyat yapmak" için değil, muhatabını "edib" ve "edebli" kılmak için olmalı diye düşünüyorum. Edebiyata gömüldükçe söylediklerinizle eyleminiz, kelimelerinizle hayatınız arasında açılan bir mesafe var. Bu mesele, beni hayli yordu. Edebiyat camiasında gördüğüm söz ve eylem ayrılığı da beni edebi ürünlerden soğuttu. Edebiyattan değil, edebi üründen soğudum. Söylemimle eylemim arasına mesafe koymayacak, yazdıklarımı yaşadıklarım kılacak bir edebi forma kavuşmak istedim. Bu edebiyatı en yüksek düzeyde Kuran'da buldum. Kuran benim hem edebi ihtiyacımı karşılıyordu hem de yazdıklarımla yaşadıklarım arasında mesafe bırakmıyordu. Hayatıma müdahildi. Sadece zihinde tasarlanmış ve hep zihinde kalmış şeylerden değildi. Bundan dolayı şiirimi de nesrimi de vahye taşımaya karar verdim...

Sözü ve sanatı, pasif iyiden aktif iyiye taşımak yani...

Evet, şiirimi nesrime taşıdım. Edebiyatı bu manada hiç bırakmadım. Edebiyat bırakılacak bir şey değil, edebiyat dışarıdan gelen bir şey değil ki gömlek gibi bir giyilsin bir çıkarılsın. Eğer "edîb" iseniz, bu kelimenin türetildiği kalıbın özelliği gereği hem edebiyat size inşa eder, hem siz edebiyatı.

Ama modern edebiyat bir yeryüzü miti gibi tanımlanıyor, kutsaldan dışta ve kopuk, Varlığa rağmen varoluş gibi... Seküler bir ayrışma...

Müslüman için edebiyat bir ameldir, hayattır. Şiir şairin amelidir, yazı muharririn amelidir. Her amel Salih de, fasık da, fasit de olabilir. Sanat sanatkarın, şiir şairin amelidir. Sanatkâra düşen şey, sanatını salih amel kılmaktır. Edebi bir duyarlılıkla, bir şair hassasiyetiyle Kur'an'ı çevirmeye çalışırken, edebiyat da mealin bir parçası oldu bu çalışma özelinde. Bendeniz edebiyatı ve şiiri bırakmadım. Sadece Kur'anı görünce dilim tutuldu. Ondaki şiiri aşan şiiriyet, edebiyatı aşan edebiyat beni çarptı. Bu metnin hayatımı yönlendirmesine evet demeliyim, teslim olmalıyım, bu metnin bana açtığı çığırda eserlerimi vermeliyim dedim. Edebiyatta seküler mantık maalesef Müslüman edebiyatçılara da hakim olmaya başladı. Allah'tan kopuk bir edebiyat mümkünmüş gibi düşünüyoruz, feci bir hata. Sanatta ve edebiyatta sekülarizm, sanat ve edebiyatı Allah'tan koparır. Allah'tan kopmuş bir sanatı içgüdüler ve günah sektörü yönlendirir. Kutsaldan kopuk edebiyat ve edeb olmaz. Rabdan kopuk edep olmaz.

Niçin Hayat Kitabı diyorsunuz mealinizin ismine?

Hayatımız bizden çalınıyor. Farkında olarak veya olmayarak. Hayatımız, kaçırılmış, çalınmış, çığırından çıkarılmış, hayat haramilerinin elinde... Bu aşamada, "Hayatı kim inşa etmelidir?" sorusu önem kazanıyor. Hayatı Allah, yani vahiy inşa etmelidir. Kur'anda; "Sizi hayat veren bir mesaja çağırdıkları zaman, Allah'ın ve Resulünün davetine icabet edin!" deniyor. Demek ki vahiy aslında hayat veren bir mesajmış. Günümüzde hayatın gâsipların elinden kurtarılarak, Sahib-i Hakikisine tevdi edilmesi problemi vardır. Hayatın sahibi Allah'tır. Vahim olan şu ki, hayat Allah'tan kıskanılıyor. Modernizm, hayatı Allah'tan esirgiyor. Allah'tan kopan hayat anlamdan kopuyor. Anlamsız kalan hayatsa, elimizden kayıp gidiyor.

Ülkemizdeki meal çalışmalarının sosyolojik serüvenine baktığımızda cumhuriyetin ilk dönemlerinde meal çalışmalarının mesafeyle karşılandığını görüyoruz, Ezan'ın Türkçeleştirilmesine olan tepki ve moral bozukluğu bağlamında biraz bu sosyoloji üzerinde konuşsak...

Meallere yönelik kaygı, o dönemlerde yersiz değildi. Ülkemizde tepeden inme bir mühendislik projesi vardı o dönemlerde. Yani yepyeni bir halk inşa edilecekti. Ruh kökeninden koparılarak başka bir yöne taşınacak kitle olarak görülüyordu halk. Devlet eliyle kotarılan bu modernleşme projesine bir tepkiydi o dönemdeki meal karşıtlığı. Mehmet Akif'in ömrünün en değerli yıllarını verdikten sonra mealini yakmak isteyip, sonra da elleri varmayarak kendisinden sonrakilere yakılmasını vasiyet etmesinin altında da bu sebep yatar. Biz Akif'i Kuran şairini ve o dönemdeki haleti ruhiyesini elbette anlıyoruz. Biz o gün Kur'an'ı tercüme işine karşı çıkanları da anlıyoruz. Fakat o dönemde karşı çıkmak ne kadar yerindeyse, bugünden bakınca meal çalışmalarına karşı çıkmak o kadar ters... Yani ilk dönemlerdeki meal tepkisini insani bulmakla birlikte şunu da hatırlatmakta fayda var; Vahyi koruyan biz değiliz, vahyin koruyucusu Allah'tır. Bir de unutmamak lazım ki, o mahut ve meş'um dönemde Protestanlaştırma projesi gündemdeydi.

Dünyevileştirme projesi mi?

İslam'ı Hristiyanlığa, İmamı Papaza, Kur'anı İncil'e, Camiyi Kiliseye benzetme operasyonuydu... 16.yyda Lutherle başlayan reformist hareketin kiliseye karşı açtığı savaş, sonuçta kiliseye kan kaybettirdi ve nihai tahlilde sekülarizme hizmet etti. Bizde de bu sürecin insanları dinden soğutacağı sonucuna inanılıyordu. Bu kıyas yanlıştı aslında. Zira İslam Hıristiyanlık, Kur'an İncil değildi. İslam'daki "risalet" müessesesinin Hıristiyanlıktaki karşılığı tam olarak "kilise"dir. Fakat risalet Müslümanları korurken, kilise Hıristiyanları koruyamadı. Fark bu ve bu fark çok temel bir fark.

Ama halen dahi meal çalışmalarını reformist bulan guruplar var...

Efendim, Kur'anı anlamak farzdır. Buna itiraz edecek Müslüman olamaz. Zira Kur'an anlaşılamazsa yaşanamaz. Yeryüzünde canlıların en şerlisinin aklını kullanmadığı için hakikate karşı sağır ve dilsiz davrananlar olduğunu söyleyen başka bir dini metin var mıdır? Fudayl b. Iyaz öyle der: "Allah Kur'an'ı insanlar onu anlayıp da amel etsinler diye gönderdi, insanlarsa onu anlamadan okumayı amel edindiler." Kur'an anlaşılmazsa, indiriliş amacı gerçekleşmez.

Bu bağlamda edebiyata büyük görev düşüyor...

Kur'anı kaynak dilden hedef dile tercüme edecek kişinin salt dil ve din bilgisi olması yetmez. Edebiyat bilmesi ve edebiyatçı olması da şarttır diyorum. Yani edip olmalıdır. Kuran edebi bir şaheserdir. Kur'an'ın ebedi oluşu, edebi oluşundan kaynaklanmaz elbette, ama onun ebediliği, edebiliğini de içerir. Kuran kendisi için, "Kuran şiir değildir, ona (Nebi'ye) şiir gerekmez" derken, zımnen, kendisinin kıyaslanmaya kalkılsa, ancak şiirle kıyaslanabileceğini söylemiş olur. Şiir edebiyatın zirvesidir, sözün ufkunu temsil eder. Kuran aynı zamanda bu kıyaslanmazlık vurgusunda şiire bir mevki de vermiş olmuyor mu? Kur'an'ın meal çalışmalarında her iki dili de çok iyi bilmenin ve islami bilimleri bilmenin yanı sıra, edebiyatı ve şiirin rafine dilini de bilme şartı vardır benim nazarımda.

Tercümelerde yaşanacak yabancılaşma sorunu kutsal metin mütercimlerinin en büyük meselesidir sanırım... Sizin tercüme bahsinden lafız, mana, maksat şeklinde çizdiğiniz bir yol haritanız var, bundan bahsetsek...

Efendim, öncelikle belirtmek gerekir ki, hiç bir çeviri aslının yerini tutamaz. Hele bu çeviri kaynağı kutsal kitap olan bir hitapsa... Hele bu çevirinin kaynak metni, Arapça gibi dünyanın en kapsamlı zengin dillerinden birine aitse, daha da zordur. Çevirmene düşen, kaynak dilden hedef dile manaları taşırken, okuru yol kazasına kurban götürmemektir. Aslında bahsettiğim şey, tam olarak çeviri de değil. İtalyanların "traduttore, traditore" diye ünlü bir sözleri varmış. Yaklaşık "döndüren dönektir, çevirmen haindir" manasına gelirmiş. Ben "çeviri"den çok "tercüme" kelimesini tercih ederim. Esas olan kaynak dildeki anlamı yolda zayiat vermeden hedef dile taşımaktır.

Tercümelerdeki anlam kayıplarını nasıl geri kazanacağız?

Niçin "gerekçeli meal" sorusunun da cevabı budur zaten. Çünkü Kur'an çoğu kez bize bir tek mana sunmuyor. Lafızdan, manadan, maksattan, iştikaktan, zamir ve cümle yapısından, ilk kayıt sırasında Arap yazısının noktalama ve harekeleme sistemine sahip olmamasından ve buna binaen ortaya çıkan okuma farklılıklarından kaynaklanan bir sürü alternatif mana var... Eğer bu manalardan birini tercih eder, diğerini atarsanız, siz aslında mana zayi etmiş oluyorsunuz. Siz meal okurundan mana saklamış oluyorsunuz. Sizin buna hakkınız yok. Bunu yapmak manayı zayi etmektir. Mütercimin böyle bir yetkisi yok. Ne yaparsınız? Alternatifli manalardan birini meale taşırsınız, gerisini nota alırsınız ve tercih ettiklerinizin ve etmediklerinizin de gerekçesini izah edersiniz. İşte mealimizin bu kadar not içermesinin nedeni de budur. Bu bağlamda notsuz meal olamaz.

Fakat notlu meal alışkanlığımız da yok. Zannederim Muhammed Esed'e kadar notlu meal yoktu elimizde...

Bir de Hasan Basri Çantay'ı ve kısmen de Ö. Rıza Doğrul'u saymak lazım. Evet yanlış yöntemdi notsuz meal ve pek çok kişi bu sebeple meal okumaktan soğudu. Hatta meallerin zaafını, metnin zaafı zannetmeye başladı. Mütercimlik sorumluluk ister...

Cemil Meriç'in son zamanlarında kendisiyle yaptığımız bir mülakatta; "tercüme haysiyet gerektirir" demişti. Maalesef edebiyatımızda tercüme konusunda böylesi bir haysiyet hassasiyetimiz olmadığından yakınmıştı kendileri...

Ayniyle katılıyorum. Efendim Tercüme aynı zamanda sadakat gerektirir. Saygı gerektirir. Siz metni yeniden yazmayacaksınız. Kendinizi kaynak metinle okur arasıdan mümkün olduğunca çekip okuru manayla karşı karşıya bırakacaksınız. Mutlak objektivite bu konuda imkansızdır, neticede birden fazla anlam arasından mütercimin tercih ettiği mana gerekçelendirilmelidir.
Yeni Şafak Kitap

Haberler Haberleri

"YAZARLARIMIZ OKULLARDA" PROJESİ TAMAMLANDI
TYB KONYA’DA UZLUK AİLESİ VE MEVLÂNA İLE İLGİLİ ÇALIŞMALARI KONUŞULDU
Bakan Tunç: Hukuk dili dil bilinciyle şekillenmelidir
TYB KONYA’DA MESNEVÎHANLIK GELENEĞİ VE MESNEVÎ OKUMALARI PANELİ YAPILDI
Hazreti Mevlana'nın 751. Vuslat Yıl Dönümü Uluslararası Anma Törenleri başladı