Son zamanlarda çeşitli vesilelerle sık sık gündeme gelen Mehmed Âkif'in aslında iyi bir şair olmadığına, hatta şair bile sayılmayacağına dair orada burada yazılıp söylenenlerden rahatsız olan bazı okuyucularım, zaman zaman bu konuda ne düşündüğümü soruyorlar. Onun için, 12 Mart Mehmet Âkif'i Anma Günü törenlerle kutlanırken, Âkif'in şairliği hakkındaki düşüncelerimi bir defa daha anlatmakta fayda görüyorum.
Ahmet Hâşim, sanatı "ulvî yalan" diye tarif ederdi. Bir yazısında, tabiat sürekli kendini tekrarladığı için manzaraların hep birbirine benzediğini, bu yüzden, bıktırıcı, bezdirici olduğunu söylüyor ve diyordu ki: "Yalanın ilâhî nefesi üzerlerinden geçmedikçe ne ses, ne renk, ne taş, ne tunç sanat eserine istihâle edemez". Açıkçası, Hâşim'e göre, "güzel, yalanın çocuğu"ydu ve yalanı estetik bir kategori olarak en iyi kullananlar doğululardı. Hatta, daha doğuya doğru gidildikçe "yalan"ın hayattaki yeri artıyordu; mesela ince ve artist bir millet olan Japonların âdâbında muhataba asla "hayır" denilmezdi.
Bu sanat anlayışı asla Âkif'in kabul edebileceği bir anlayış değildi. Falih Rıfkı Atay, Darülfünun Edebiyat Fakültesi'nde hocası olan Âkif'in sınıfta "Mânâsız şeyler bunlar.. Boş lâflar bunlar!" diye yeni şiirlere "söv"düğünü iddia ederek ona Hâşim'in dört mısraını anlatmak için çok uğraştığını söyler. Hakikaten Âkif gibi cemiyetçi ve "Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim" diyen bir şairin, ölüm-kalım mücadelesinin verildiği bir devirde Hâşim'i anlayıp hoş karşılaması mümkün değildi. Millî Mücadele'nin başladığı sıralarda gittiği Balıkesir'de Muallim Mektebi'ni gezerken, öğrencilerden birinin "Sanat sanat içindir" görüşü hakkında ne düşündüğü yolundaki sorusundan çok rahatsız olmuş, ısrar edilince, kendi sanat anlayışını Emile Zola'nın Meyhane, Alphonse Daudet'nin de Sapho adlı romanlarını hatırlatarak bu romanlarda sosyal problemlerin bir fotoğraf makinesi sadakatiyle nasıl tasvir edildiğinden söz etmişti.
Ahmet Hâşim'e göre bir gerçek dünya vardı, bir de sanatın "yalan dünya"sı. Âkif ise, sanatın görevinin yeni bir dünya yaratmak değil, gerçek dünyayı hiç değiştirmeden anlatmak olduğunu düşünüyordu; sanatın ona göre üç esası vardı: "Hayat, hakikat, müşahede". Birbirine taban tabana zıt, hatta birbirine düşman iki sanat anlayışı...
Doğrusunu söylemek gerekirse, Âkif, nazmın vezin ve kafiyeden kaynaklanan âhengini fikirlerini daha etkili kılmak için bir çeşit araç olarak kullanıyordu. Aynı şey, çağdaşı Tevfik Fikret için de söylenebilir. Fikret'te ve Nâzım Hikmet'te hoş görülen bir anlayışı Âkif'te kusur olarak görmek haksızlıktır. Âkif'in bir kavgası, kendine has fikirleri, hem topluma, hem de çözüm olarak öne sürülen bazı fikirlere ve ideolojilere yönelik eleştirileri vardı; bunları mümkün olduğu kadar geniş kitlelere ulaştırmak istiyor ve elbette kitleler tarafından sevilen bir ifade tarzını tercih ediyordu. Safahat'ta, çöküş devrinin bütünün meseleleri dile getirilmiş ve tartışılmıştır.
Peki Âkif'in yazdıkları şiir değil mi? Dünyanın en katı gerçeklerini, en çirkin görüntülerini bile tasvir ederken sanatçı duyarlığıyla yaklaşıyor, onu farklı bir bakış açısıyla görüyor, gösteriyor, onu anlatırken en etkili kareyi seçebiliyor, çerçeveleyebiliyorsanız, sanat yapmış olursunuz. Âkif sanatta hayalin yerini inkâr ettiği için değil, mevcut şartların müsait olmadığını ifade etmek maksadıyla hayal ile alışverişinin olmadığını söylüyor, bunca acı yaşanırken "O Belde"ye kaçmayı sorumsuzluk olarak görüyordu. Zaman zaman "Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım" diye çırpınması, kepenklerini kapadığı iç dünyasında kaynayıp coşan saf şiirin bulabildiği boşluklardan kendini dışa vurmasıdır.
Şunu unutmamak gerekir ki, Âkif, şair olduğu kadar ahlâkçıydı da. Safahat'ı Safahat yapan onun bu ahlâkçı tarafıdır. Altıncı kitapta, yani Âsım'da, Köse İmam'ın ağzından söylediği, "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem" mısraıyla başlayan ünlü "tirad", onun şahsiyetini ve Safahat'ı anlamak için bir anahtar olarak kullanılabilir.
Ben Âkif'in büyük şair olduğundan hiç kuşku duymadım ve hep şunu merak ettim: Tarihimizin en acılı zamanlarında değil de, ihtişamlı devirlerinde yaşasaydı acaba nasıl şiirler yazardı?
Zaman