İbrahim Kalın Bey’in türkü merakı ve hassasiyeti, birçok bakımdan ders alınacak sonuçlara yol açtı.
Zamanımızın düşünce hayatını zenginleştiren kitaplar yayınlayan bir mütefekkirin eski zamanlarda olduğu gibi güzel sanatlarla, bilhassa da mûsıkiyle ilgilenmesi bugün için alışılmadık bir heves. Bestelemek, çalmak, söylemek…
İş icraya, kayıt safhasına gelince profesyonel bir destek gerekiyor.
İşte kültürel iktidar burada devreye giriyor. Bu sahada şöhret yapmış bir isimle çalışılıyor. Bu ikilinin müşterek çalışması kadar tabiî bir şey yok esasında.
Ülke Türkiye ise var!
“Hey sen, öteki: Gözünü aç! Bizim seninle işimiz pazara kadar!”
“Parayla dostluğumuz, seninle münüsebetimizin sınırını çizer.”
“Senin görüşlerini tasvib etmem, iş esasa gelince seninle işim olmaz! Samimiyet değil, profesyonellik esastır!”
Değersizlere hak etmediği değeri atfetmek değeri kıymetsizleştirir!
*
Bu arada söze bir yanaşma da karıştı….
“Yanaşma” eskide kalmış bir kavram değil, bugün de yanaşmalar var. Bunlar ne yapar yapar siyaseten güçlü tarafa yanaşırlar. İşleri icabı yanaştıklarının türküsünü çığırır görünseler de zaman zaman tıynetlerini açık ederler.
Mantığa bakın: “Artık kabul edelim ki 50-55 sene hatta 15-20 sene öncesinden bile başka bir halk yaşıyor Türkiye’de.”
Öyle mi? Biz de bin yıl önceki halkın hâlâ yaşadığını sanıyorduk!
Fakat bu halkın tamamı hâlâ ekmek yiyor! Kebaba bayılıyor! Baklavasız edemiyor. Ne diyor Yahya Kemal: “Biz pilav yer mesnevî okurduk.” Pilavdan vazgeçmedik, adı mesnevi olmasa da kitaplarımızı okumaya devam ediyoruz.
Halkın bir kesimi pizza, hamburger filan da yiyor ama lahmacundan, pideden de vaz geçmiyor.
Sevda sözlerimiz bin yıl önceki gibi!
Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden
Anlamazlar fakat ahkâm keserler! Bugünün “müzik” diye sunulan “yeni ürün”lerini halkın ne kadarı dinliyor, benimsiyor, diline doluyor? Bu sosyal medya ölçüsü ile ölçülemeyecek bir değerlendirme ufku gerektirir. Yüzyılları aşıp gelen türkülerimizin yanında bugünün ne idüğü belirsiz “yeni”lerinin esamisi okunacak mı?
Bunlar süpürülecek, hakiki müzik eserleri -ki çoğu şarkı ve türküdür-, yaşamaya devam edecek. Bu halk hâlâ gerçek bir hissiyat dalgasına kapıldığında, şarkıya türküye meylediyor, kendini onlarda buluyor. Şarkının türkünün modası geçmez, yenileri de yapılabilir. Nitekim yapılmaktadır. Hatta bazıları klasik türkülerimizden ayırd edilemeyecek kalitededir.
Önce şunu bilelim: Türkü üretilmez! Çünkü şarkı, türkü domates, biber, patlıcan gibi üreyen şeyler değildir. Yapılan, bestelenen, “ibda edilen” eserlerdir. Eğer sözkonusu olan türkü ise, yakılır, havalandırılır, hatta bestelenir.
Bir İngiliz çıkıp “song”un modası geçti, Fransız çıkıp “şanson”un devri kapandı der mi? Her ne kadar geride kalsa da ballad okuyan dinleyen de tamamen bitmez. Blues’un sonu gelmez.
İşte bizim songumuz, şansonumuz şarkıdır, türküdür. Bu halk müziği-saray müziği ayırımı da 1930’larda dayatılmıştır. Halk Partisi ne kadar halkın partisi ise, halk müziği de o kadar halk müziğidir! Güya halkın müziği yüceltilmek için böyle bir yola gidilmiştir. Efendim bu halk türküsü, bu da saray şarkısı! Müziğimizin tamamı milletindir.
Kır türküleri var, şehir türküleri var. İşte şehir türkülerini dikkatli bir kulak “şarkı” olarak da dinleyebilir! Dede’nin hicaz bestesi: “Baharın zamanı geldi a cânım!/Yavru ceylan gel gidelim!” bal gibi türkü değil mi?
Ayrıca türkü denilince neden sadece “Mor koyun” hatıra gelsin?
Aşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım” türküsü ki yakın döneme ait bir bestelenmiş türküdür, o günün sesi ve sözü olduğu gibi, geleceğin de sesi ve sözüdür. İnsan hep uzun ince bir yoldadır. Caddede yürüse, otoyolda araba sürse, tirenle yol kat etse, havada uçsa da. Hatta hiç yerinden kıpırdamasa, uzun ince bir yoldadır!
Birkaç yıl önce göçünü toplayan, derin bir geleneğin terennümcüsü, hiçbir müzik öğretim kurumunun, konservatuvarın kapısının önünden dahi geçmemiş Neşet Ertaş’la aşık atacak müzikçiniz kim?
Bir hayır sahibi “Gönül dağı”nı okusun da küllü “muyizik”çiler darmaduman olsun!
“Mor koyun meler gelir” türküsü bugünün teknoloji dişlileri arasına sıkışmış insanına başka bir dünyanın varlığını hatırlatır. Bu öyle bir mor koyundur ki, dağları delip gelmektedir. Buradaki mecazı kavrayamayanlar, gazetelerde köşe tutmuş racon kesiyor: “Oysa bugün hayatında bir tane koyunu bile canlı görmemiş, ‘mee’ sesini ancak filmlerde duymuş milyonlarca insan yaşayan Türkiye’de ‘mor koyun’ türküsü biz Türklere uzaylılardan bile daha yabancı.”
Ne kadar parlak ve ikna edici bir cümle!
Çocuklarımızı gerçek insan yapmanın yolu onları tabiatı tanıtmaktan geçer. Onları tabiatla doğrudan tanıştırmak, balkabağının ağaçta yetişmediğini, armudun topraktan çıkmadığını göstermek; koyunu keçiyi, ineği tanıtmak, hatta onlara yaklaştırmaktan geçer, yoksa robotlardan farkları kalmaz. İşte o zaman onlar birileri gibi teneke gıcırtısını müzik sanırlar!
Bu sığlığı değil santim milimle, yok mikronla ölçülebilecek kafaya “Hüma kuşu yükseklerden seslenir” türküsünü nasıl anlatacağız? Ne yapar yapar çocuklarımıza koyunu, hatta morunu bulup gösterebiliriz. Canlı canlı melemelerini de dinletebiliriz.
“Kuzum kuzum der de meler bir koyun!”
Bunu hüma kuşunu için yapabilir miyiz? Bugüne kadar bu kuşu gören olmadı, bundan sonra da olmayacak. Fakat hüma kuşu üzerinden ifade edilen hissiyatı, insanca hüznü, derin melâli bu türkü hücrelerimize işletmeye devam edecek.
Bizim tabiatımızın müziği türküdür, şarkıdır!
Ne zaman ki biz yok oluruz, türküler, şarkılar biter!