Yıllardır ülkemizin birçok yerini gezdim. İki önemli bölge kalmıştı mutlaka gezip görmek istediğim. Güneydoğu ve Trakya ile Çanakkale. TYB Konya Şubesinin "Yazılacak Çok Şeyimiz Var" etkinliği kapsamında güneydoğuyu görme şansını yakaladım. Umarım bir fırsat çıkarda Trakya ve Çanakkale'yi de görme şansım olur.
Üç günlük Güneydoğu gezimizde bizi Ş.Urfa ve Mardin Valilikleri ağırladı. Gezimizin kusursuz ve güzel geçmesi için her şeyi yaptılar, gezimizin Urfa bölümünde TYB Ş.Urfa şubesinden arkadaşlar, Mardin de ise arkeolog bir arkadaş mihmandarlık yaptı. Hepsine buradan teşekkür ediyorum.
Cuma akşamı rektörlüğün yanındaki parktan düştük yola. Niyetimiz milli maçı Ereğli'de izleyip yolumuza devam etmekti. Karapınar'a yaklaşırken müthiş bir yağmur başladı. Şimşekler çakıyordu Karacadağ'ın üzerinde. Ovanın üzerindeki köyler birer yıldız kümesi gibi parlıyordu. İlçeye l0 km. kala arabanın tepe havalandırması bozuldu. Yol üzerindeki bir petrol istasyonunda zoraki mola verdik ve maçı burada izledik. Uzatmaları ise arabada radyodan dinledik ve mucize galibiyetin coşkusuyla yola devam ettik.
Yolculuklarda pek uyuyamam, bu yüzden ya gazete ya kitap alırım yanıma. Bu kez de değerli arkadaşım, yurtsever yazar Öner Yağcı'nın "Gökyüzüne Akan Irmak"ını almıştım yanıma.1968'li yılları anlatan kitap 1991 yılında basılmış, Öner kitabı bana İstanbul Kitap Fuarında 1994 yılında imzalayıp vermiş.
Ş.Urfa'ya vardığımızda saat dokuza geliyordu. Öğretmen evinin restoranında kahvaltıya oturduk. Yazarlar Birliği üyesi, şair Mehmet Kurdoğlu Urfa ile ilgili genel bilgiler verdi. Bu bilgiler arasında Urfa'da günlük 22 gazetenin yayınlandığı da vardı. Bu müthiş rakama şaşırmayan kalmadı sanırım.
Ş.Urfa gezimiz Atatürk Barajı gezisi ile başladı. Fırat Nehri üzerine yapılan ve dünyanın 6. büyük barajı olan bu barajda güneydoğu gezimin ilk düşkırıklığını yaşadım. Baraj idaresi teknik bilgiler verdi, barajın önünde fotoğraf çekindik topluca ama asıl barajın fotoğrafını çekmek yasakmış. Baraj çevresinde güvenlik önlemleri alan asker fotoğraf çekimine izin vermiyormuş. Eloğlu uydudan insanın ayak izini bile görüntülüyor ama biz fotoğraf çekimine bile izin alamıyorduk. Bu yazıyı yazarken google'yi taradım, barajla ilgili binlerce fotoğraf çıktı karşıma. Anlamsız bir yasaktı bu. Gezide ikinci düşkırıklığını Mardin'de yaşamıştım. Mardin Kalesi 1987 yılında asker tarafından askeri bölge ilan edilmiş ve halka kapatılmış. Çevrede askeri bölge olabilecek bir yığın tepe varken binlerce yıllık kalenin seçilmesi ve yasak bölge ilan edilmesi nasıl bir mantık anlamak mümkün değil.
500 bin nüfuslu bir şehir Urfa. Çevre köylerden çok göç alıyor, büyük illere beyin göçü çok. GAP projesi ekonomik olarak büyük değişiklikler getirmiş. Yoksul köylü birden zenginliğe kavuşmuş, eline çok para geçen köylü şehre taşınmış ama şehir kültürüne de alışamamış. Balkonunda keçi besleyen bile çıkmış. İkinci üçüncü karıları alanlar olmuş. Bölgeye yılda 200-250 trilyon doğrudan destek kredisi giriyormuş ama bunun karşılığında hiçbir üretim yokmuş.
Bölgede gezerken şunu gördüm. Fırat'ın suyu bu topraklara bereket saçıyor ama bu bereket çok geçmeden bir felakete dönüşmek üzere. Bazı tarlalarda yağmurlama sulama yapılıyordu ama sulama büyük oranda vahşi sulamaydı ve küçük kanallarda suyla birlikte toprak akıyordu. Çoğu yerde toprağın rengi değişmeye başlamıştı, çorak rengini almıştı. Sanırım GAP idaresi bu konuda çiftçiyi yeterince bilinçlendirmemişti.
Bölgede zengin ve yoksul arasında müthiş bir uçurum vardı.
Kadim şehir Konya'yı çok severim, sık sık güzellemeler yakarım ama Urfa'yı gördükten sonra bazı konuları çok abarttığımı düşündüm. Urfa binlerce yıllık zenginliklerini korumuş, daha da güzelleştirmiş, tarihi mekânlarını insanların hizmetine sunmuş, o tarihi mekânlarda dolaşırken binlerce yıl öncesiyle anı birlikte yaşıyorsunuz. Bu tarih zenginliği, bu yaşanmışlık çarpıyor, büyülüyor insanı. İster istemez kıyaslama gereği duyuyor insan. Hani nerde Selçuklunun başkenti Konya, hani Osmanlının kadim şehri Konya.
Yazın bunaltıcı sıcağında Gümrükcü hanının avlusunu insanlar doldurmuştu. Kimi koyu gölgede çayını yudumluyor kimi oyun oynuyordu.1563 yılında yaptırılan han o yıllar hangi işlevi görüyorsa bugünde aynı işlevi görüyordu. Hanın avlusunda çayımızı yudumlarken küçük bir çocuk yaklaştı yanımıza, Urfa türküleri söylemeye başladı. Sanki geleceğin İ.Tatlıses'iydi. Tatlıses "Urfa'da Oxsford vardı da okumadık mı" demişti. O Urfa'ya haksızlık etmiş, Urfa'da binlerce yıl önce Harran Üniversitesi varmış, bugün de var ama o okumayı becerememiş.
Gümrükcü Han'da yüzlerce yıllık bir ahi geleneği hala sürdürülüyor. Han her sabah esnaf tarafından dualarla açılıyor.
Urfa'da son yıllarda başka bir gelenek oluşmuş. Bazı büyük mekânlar cenaze sahipleri tarafından taziye evi olarak kiralanıyor, cenaze sahipleri taziyeleri burada kabul ediyor. Gümrükcü Handa çayımızı yudumlarken öğrendiğim bir şeyde burada gazelin çok tutulan bir şiir ve türkü dalı olduğu.Yaşlı bir Urfalı, dilencimiz bile dilenirken gazel okur, diyordu.
Pazar günü gezdiğimiz Harran, Fikret Otyam ustanın anlattığı kadar büyüleyici bir yer. Ama otantik Harran evleri betona kurban gitmiş. Beton evlerde oturanları bilmiyorum ama geleneksel evlerde oturanlar alabildiğine yoksuldu. Onların çocukları konukların çevresinden ayrılmıyorlardı ya doğrudan para istiyor ya da üzerlikten yaptıkları kötü işleri satmaya çalışıyorlardı. Mehmet F. Hatipoğlu'nun bir şiirinden aldığım birkaç dize Harran kadınının durumunu anlatmaya yeter.
"Harranın görünmeyen yüzüdür
Töre
Bütün yüreklere mührünü vurmuş
Berdel derler adına
İki gelin takas edilir işte
Sorulmaz kendilerine bile."
Aynı akşam Gülizar konağında bir Urfa sıra gecesinin konuğuyduk.180 yıllık bir Urfa konağının avlusundaydı sıra gecesi.
Güzel Urfa türküleri dinledik.
"Urfalıyam ezelden
Gönlüm geçmez güzelden
Gönlümün gözü çıksın
Sevmeseydin ezelden."
Pazartesi günü Eyyübnebi köyünü gezdikten sonra Mardin'e ulaştık
Sözün bittiği yer Mardin'i anlatmak. Bir hafta on gün, bir ay orada yaşamak gerek. Artuklular müthiş bir taş işçiliği yaratmışlar. Konakların, camilerin, kiliselerin çoğu o günlerden kalma. Geriden bakınca inci gibi dizilmiş evler, hiçbiri ötekinin manzarasını kapatmıyor. Kasımiye Medresesini gezerken güzel bir fotoğraf sergisini de gezdik. Yöre insanını çok güzel yansıtıyordu sergi. Abbaraların arasından geçerken küçücük esnaf dükkânlarında camaltı şahmaran resimleri dikkatimi çekti. Bakır üzerine de işliyorlardı şahmaranı.
Mardin'in 30 km. güneydoğusunda insanı çarpan bir ören yeri. Yeterli su olmayınca devasa sarnıçlar yaparak çözmüşler su işini. Zindan dedikleri bir yer var ki Yerebatan hiç kalır yanında.
Yukarı Mezopotamya'ya tepeden bakan Deyrülzafaran Manastırı ilkin bir güneş tapınağı imiş.5 yy.da aziz Şleymun bazı azizlerin kemiklerini buraya getirerek güneş tapınağı ve kaleyi manastıra çevirmiş. Süryani cemaatinin büyük manastırlarından biri burası.
Mardin'de görmeye değer müthiş güzellikler var ama zaman ister. Biz ise zaman fakiriydik. Manastırları, camileri şöyle bir gördük, bir gölgesine oturup soluklanamadık bile. O güzel mekanların havasını soluyamadık. En kötüsü eski Mardin'in çarşılarını gezemedik. Gittiğim bir şehirde benim en sevdiğim şey oranın bedestenlerini, arastalarını gezmek. Şehrin ruhu oralardadır.
Polisevi'nde güzel bir akşam yemeğinden sonra yola düştük. Gecenin karanlığında Yukarı Mezopotamya ovası cayır cayır yanıyordu. Perşembe günkü yazımda da belirttiğim gibi bizim köylüler sittin sene adam olmazlar. Ne kadar uyarırsan uyar kibriti çalıverirler anıza. Sözü ünlü bir Mardin türküsü olan Sabiha'dan dizelerle noktalayalım.
"Ayrıldım gülüm senden
Saçı sümbülüm senden
Araya rahmet girse
Kesilmez yolum senden."