"Kendi varoluşunun sebebini bulamayan şey var değildir..." Spinoza
Medeniyet kelimesi, şehir anlamına gelen medineden türetilmiştir. Medeni kelimesi ise şehirli manasına gelmektedir. Avrupa’da medeniyet kelimesinin altında yatan ideal, tüm imparatorluğunu sadece cıvıtasının, yani şehir devletinin bir genişlemesi olarak anlayan Romalılara kadar gider ...
Mekke, Medine, Kudüs gibi İslam şehirleri temsil ettikleri inancın ve medeniyetin mücessem hâlleridirler. Camiler, imaretler, hanlar, hamamlar şehre yansıyan ruhun kristalleşmiş hâlinin ilanıdırlar.
Şehir hakikatte bir kristaldir, sadece mânâ itibari ile değil şekil olarak, zaten ölüme işaret eden tamamlanmışlık ve durağanlık ikili bakış ile de öyledir. Şehrin ölmemesi ve içten içe bozulmaması için şehre sürekli kırsal (Bedevi) unsurlar akın etmeli, aynı şekilde kırsaldan gelenler de (Bedeviler de) şehirliliğin getirdiği manevi etkiden nasiplerini almalıdırlar; eğer bu denge bozulursa şehir kültürü kendi içinde kapalı sürdürdüğü zihin dünyasında boğulur veya göçebeler tarafından istila edilir.
Titus Burckhardt (İbrahim İzzettin) ‘Fes İslam Şehri’ kitabında şehrin yerlileri (Hadari) ile kırsaldan (Bedevi) gelenler arasındaki ilişkiye böylesi bir yaklaşımla dikkat çekiyor. Kaldı ki bu yaklaşım İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinde görülmektedir.
Hacı Bayram-ı Veli’nin o bilinen şiirinde de şehir-insan, insan-şehir etkileşimi gayet sade ifade edilmiyor mu?
Nagehan ol şara vardım,
Ol şarı yapılır gördüm,
Ben dahi bile yapıldım,
Taş u toprak arasında.
Bu harikulade dörtlük şehir-insan ilişkisini en güzel şekilde dile getirerek, Şehri insan imar eder ama o şehir de aynı zamanda insanı inşa eden canlı bir mekandır, mekanizmadır der bize…
Şehir şehirliyi şehirde bünyesinde bulunanı mamur eder, şekillendirir, geçmişini, bugününü ve hatta yarınını da belirler.
Felsefeci Alain de Botton şehrin, “binalarının konuştuğunu söyler”; “sevdiğimiz yapıları ya da mekânları güzel kılan özellikleri düzen, denge, zarafet, tutarlılık, kendini tanıma olarak sıralarken, bir “güzelleştirme” eylemine mutlak surette dikkat çekiyor :
“Güzel bulduğumuz binalar önemsediğimiz değerleri farklı yollarla yücelten, yani gerek malzemeleriyle, gerekse biçim ve renkleriyle, herkesin olumlu nitelikler olarak düşündüğü dostluk, nezaket, derinlik, güç ve zekâ gibi kavramlara gönderme yapan binalardır. Güzellik anlayışımız ile iyi bir yaşamın nasıl olması gerektiğine ilişkin düşüncemiz birbirinden ayrılamaz.”
(Alain de Botton, Mutluluğun Mimarisi, Çev.B. Tellioğlu sf. 111)
NEYİ ARARIZ ŞEHİRDE
‘Kendini Arayan Şehir’ adlı yeni yayınlanan kitabımızda şehirlerde neyi aradığımı, nelerin peşine düştüğümü, beklentilerimin neler olduğunu şöyle ifade etmiştim:
Büyük kâşiflerin yüreklerinde hissettikleri heyecanı hissettim her yolculukta. Dilini, sesini, rengini, mazisini, efsanesini, tarihe tanıklığını, binlerce yıllık ruhaniyetini merak ettim o güzel şehirlerin. Taşlara sinmiş seslere kulak verdim, çeşmelerin sulara öğrettiği şarkıları dinledim. Yaz sıcağında bir mabedin serin gölgesinde aradım ruhumdaki şehrin kapılarını.
Şehrin hafıza mekânlarını aradım seyahatlerimde. Şehrin hafızası ne kadar diriyse şehirlinin de hafızası o kadar canlıdır.
Bilinmelidir ki şehirle şehirlinin ilişkisi mekânlardan vareste değildir. Şehrin dünüyle bugününü bir köprü gibi birleştiren mekânları korumanın toplumsal hafızayı korumakla eş değer olduğunu herkesin anlamasını istedim. Modern kentlerin ruhu olabileceğini düşünmedim hiç. ‘Üstünden bin kış ve bin sonbahar geçmiş’ şehirlereydi yolculuğum.
Kendi uygarlığımız
Yenilememiz gereken
Ve diriltmemiz
Kopyadan taklitten dönmek
Ölümden dönmekten daha zor ama
Var olmanın tek şartı…
Bana ne Paris’ten New York’tan Londra’dan Moskova’dan Pekin’den,
Senin yanında bütün türedi uygarlıklar umurumda mı?
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu geceme ve gündüzüme.
Üstat Sezai Karakoç; İstanbul şiiri üzerinden gecemizi, gündüzümüzü aydınlattıklarını söylediği İslam’ın kandil şehirlerini bize işaret etmez mi? Kudüs, İstanbul, Şam, Konya, Bursa, Urfa gibi kandil şehirlerin kendi şanlı geçmişlerini arayışlarına şahit olmamızın gerekliliğini bize söylemez mi?
“Bilmiyor muyuz ki bir medeniyet, her şeyden evvel derin maziden gelen bir kültür yığılması, bir kültür toplanmasıdır. Bu yığılmanın başında şehir ve mimarî eserleri gelir. Çünkü nesilleri asıl terbiye eden onlardır. Her mimarlık eseri bulunduğu şehrin hayatını bir ev tanrısı gibi farkına vardırmadan idare eder. Onların kalabalığı ruhumuzda öyle bir konser yapar ki, ömrümüzde bir kere olsun onu dinlemek fırsatını bulursak, bir daha kaybetmemek şartıyla kendimizi bulmuş oluruz.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şehirlere yüklediği bu derin anlamı kavrayabilmek için o şehirlerin terbiyesinden geçmek gerekiyor. Ancak o zaman kendimizi bulabiliriz, ancak o zaman kendini arayan şehirlere sesimizi duyurabiliriz diye düşünüyorum.
İnsanın fıtratına uygun inşa edilen /oluşan oluşturulan şehirlerde bir ruhtan bahsetmek ve şehrin ruhundan bahsetmek olasıdır ve insandan şehre, şehirden insana bir ruh geçişgenliğinden söz etmek mümkündür.
Şehir planı, makro plan, yani eski ifadeyle nazım imar planı alt ölçekli planlar semtler mahalleler sokaklar ve nihayet binalar…
Ve sabit parselden /arsadan maksimum fayda mantığıyla yapılan mimari projeler, içinde hayatını geçireceklerin talebine göre değil de müteahhit in isteğine göre yapılınca fıtri ihtiyaçlara cevap veremeyen sıkıştırılmış kompakt yaşamaya icbar edilen psikolojik rahatsızlıkları da içinde barındıran bir kent halkı oluşuyor…
Şehirlerin sentetik ve kupkuru beton kalıplarla yüksek bloklar oluşturularak yapılmasıyla şehir olmadığını da anlamıyorsak o zaman madde ve modernite tam anlamıyla eşref-ü mahlukat olan insanı esir almış demektir.
Oysa ideal şehre ulaşmanın bir ölçüsü de; şehri oluşturan bütün ögelerin, yapıların ahenginin artarak devam etmesidir. Yani huzur şehrine doğru tekamül etmesi yapılaşması değil midir?
Huzur şehri denince dünün Konya’sını hatırlatan bir tespiti buraya almakta fayda var.
13. yüzyılı iyi okuyan ve bilenler Konya’nın kandil şehirlerimizin başında geldiğini bize her yerde her zaman hatırlatmıyorlar mı?
İhsan Fazlıoğlu’nun şu ifadesi Konya’nın özelliklerini ve kurucu şehir olmasını Bursa’ya İstanbul’a nasıl maya çaldığını nasıl tohumlar saçtığını göstermesi açısından önemlidir.
“ Konya… Oğuzların ilk hakîkî sükûnete kavuştuğu şehir. Bursa’ya varan menzil, İstanbul’a akan ırmak. Davud Kayserî’nin su içtiği pınar, Molla Fenarî’nin feyz aldığı kaynak, Şeyh Galib’in mirî malı, Dede Efendi’nin nağmelerini devşirdiği hayali. Uluğ Keykubad’ın karargâhı; akıl ve adâletin nizâm-ı âleme dönüştüğü, bilgi ve eylemin buluştuğu ilk yer (idi).”
Italo Calvino ‘Görünmez Kentler’e giderken Marco Polo’nun rotasını izledi ve Marco Polo Kubilay Han’ın atlasında yolculuk yaptı muhayyel şehirlere, rüya şehirlere.
Şehirlere yolculuk yapacak olanlar başka güzergâhlar ya da usullerden gidebilir ama görecekler ki bütün yollar hep aynı bütünlükle bitecek ve erdemli şehirler parça parça kurulacak:
Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.
“Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.
“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi," der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:
"Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer."
Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”
(Görünmez Kentler – I Calvino 127. Sayfa Çev. Işıl Saatçioğlu -YKY)