Her yazarın bir şehri, her şehrin bir kitabı var. Şehirlerin macerası, aslında biraz da insanın hikâyesi... Şehir kitaplarının dünden bugün edebiyatımızda işgal ettikleri yeri inceledik. Osmanlı dönemindeki şehrengizlerden günümüze, edebiyatımızın unutulmaz şehir kitaplarını bir araya getirdik. Ahmet Turan Alkan'ın kaleminden...
70'li yıllarda solcu arkadaşlar, üç aşağı beş yukarı her lâfın, her bildirinin sonunu, "kahrolsun burjuva demokrasisi" diye bağlamakla yetinmez, burjuva kültürüne, burjuva alışkanlıklarına, burjuva değerlerine lânetler yağdırırlardı; zannederim "Burjuva" kelimesinin Türkçede ufûnetli, hatta uğursuz bir mânâya bürünmesi böyle başlamıştır. Marksist teoriye göre Burjuvazi, an karib'üz zaman tepelenmesi gereken bir sosyal sınıftı, çünkü bu sınıf hâk ile yeksân edilmedikçe işçi sınıfının hükümran olması, bilcümle üretim araçlarının mülkiyetsizleştirilmesi mümkün olmayacaktı. Burjuvazi'nin tepelenmesi lâzımdı çünkü bu sınıf, mülkiyet hakkının şahsiliği ve sonsuzluğuna dayanan bir temel espri yüzünden varlık bulmuştu; onun vâriyet ve hayatiyeti ortadan kalkınca, neticede ucu şahsi mülkiyete dayanan Burjuva dünya görüşü ve burjuva değerleri de "karşıdevrimci" bir sûrete büründüğü için imhâ edilmeliydi; böylece "Burjuva" denildiğinde hepimizin aklına İngiltere, Almanya veya Fransa'daki orta ve yüksek sınıfın hayat tarzı ve keçeyi çoktan sudan kurtarmış vâriyetli ve hayatından memnun insanlar geliyordu.
Gariptir ki kendi toplumumuzda ve tarihimizde Burjuvalığın izini sürdüğümüzde, batıdakine benzer sosyal yapılara tesadüf etmiyorduk; hâlbuki onların şehirleri ve şehirlileri varsa, bizim de şehirlerimiz ve şehirlilerimiz vardı, yani düpedüz şu bildiğimiz burjuvazi. Bizim şehirlilerimizin Burjuva unvanını kazanması, şurada birkaç günlük hadise sayılmalıdır ve Burjuvalık, nedense sadece zengin zümrenin inhisarı altında gibidir.
Buraya bir mim koyarak meselenin bir başka yönüne eğilelim şimdi.
Medeniyetlerin er meydanı: Şehir
Marksist arkadaşlarımız, bilerek veya bilmeyerek Burjuva değerlerine ve burjuvaziye ağız dolusu sövüp sayarken biz o günlerde, -elbette Burjuva değerlerini değil fakat- "milli değerler"i savunuyorduk; milliyetçiliğimiz milletten yana olmayı ve millî esaslara tutunmayı gerektiriyordu. Neydi o değerler? "Gurur ve şuur, ahlâk ve fazilet" faslından sonra kestirmeden tarihte kazanılan zaferlere geçiyor, Yavuzlar, Fatihler, Kanuniler edebiyatından sonra Selimiyeler, Itrîler, Mimar Sinanlar, Yunus ve Mevlânalardan bahsetmeye başlıyorduk. Müziğimiz de güzeldi, edebiyat ve mimarlığımız da. Hat sanatında asırlarca dünya şampiyonu olmuş, hatta Avrupalılar daha doğru dürüst yıkanmayı ve tahareti beceremeyip lâzımlıklarını pencereden aşağı sokağa boca ederken biz çoktan imaretler, hamamlar, sosyal yardımlaşma sistemleri kurup, şehirlerimizi "çil çil kubbeler", şadırvan ve çeşmeler, köprü ve hanlarla mâmur etmiştik.
Peki bunca başarı nerede, nasıl; hangi saikle, hangi tezgâhta elde edilebilmişti?
Cevabı şehirlerdi; şehir. Şehir bir nevi er meydanıydı; orada tabiatın ve insanın getirip önümüze koyduğu meselelere, başka bir tabirle "meydan okumalara" cevap vermek lüzumu vardı: Hukuk, sanat, şehircilik, iktisadi faaliyet, eğitim, endüstri, nezaket, komşuluk, hâsılı insanın tabiatını zora koyan her şeye kabul edilebilir, doğru ve sahici çözümler üretmek gerekiyordu. Medeniyet diye nitelediğimiz bütün birikim şehirlerin mahsulüydü, çünkü şehir demek işbölümü demekti, meslekler burada ayrışıyor ve örtüşüyordu. Nefisler burada sınanıyor ve sigâya çekiliyordu. Eğer bir yerde kültürden veya medeniyetten konuşuyorsak, aslında şehirden bahis açmamız ve şehirli birikime istinad etmemiz gerekiyordu.
Dünya tarihine bu gözle yeniden baktığımızda bu gibi illiyet ve ilişkileri açıkça görebiliyorduk işte. Tâbir hoş görülürse şehir, yiğidin harman olduğu, daha doğrusu niteliğini gösterdiği -veya mağlup olduğu- yerdi: İnsanların gelip yerleştiği, tutunduğu, barındığı, kalıcı bir düzen kurmaya çalıştığı ve tarım hayatına göre gitgide daha nitelikli, daha karmaşık şeyler üretebildiği yer.
Öyleyse medeniyetimize bir de şehir ölçeğinden bakmak lüzumu vardı.
Hâşâ huzurdan biz şimdi burjuva mıyız yani?
Burada dürüst bir tespitte bulunalım: elbette bizim de şehirlerimiz vardı fakat -diyelim ki, XVII. yüzyılda- nüfusumuzun kabaca % 90'dan fazlası şehirlerde değil tarım alanlarında yerleşikti. Bu kaba orantı, Batı tarihinden farklı olarak XX. yüzyıl ortalarına kadar sabit kaldı. Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda on kişiden dokuzu hâlâ köylerde yaşayıp rençberlikle geçiniyordu. Bugün on kişiden yedisi şehirlerdedir ve köyler giderek nüfus kaybetmektedir.
Mânâsı şu: Geçmişte kalan şehir ve şehircilik tecrübemiz, yeni zamanlar için tekrar edilebilirlik vasfını kaybetmiştir; şimdi şehirlerde yeni bir şehir ve şehircilik tecrübesi biriktirmemiz lâzım ve biz çoğu zaman yanlışta ısrar ederek, ara sıra doğruları yerine getirerek bu birikimi inşâya uğraşmaktayız.
Şehir kitapları, işte bu ihtiyacın mahsulü. Kısm-ı âzâmımız yeni, çiçeği burnunda şehirlileriz; yaşadığımız yerin "eben an ced" hemşehrisi değiliz, bir mânâda çoğumuz muhaciriz. Yeni yeni şehirliyiz ama artık barındığımız şehirlerin geçmişini öğrenmek, nitelikleri hakkında bilgi sahibi olmak ve yaşadığımız yerleri güzelleştirmek, mânidar bir iz bırakmak istiyoruz. Adı ne türlü mânâ gömleğiyle lekelenirse lekelensin artık bizler de kısaca birer "Burjuva" oluyoruz; dünyanın her yerinde burjuvazi kayıt tutan, okuyup-yazan, sanata ilgi duyup destekleyen, üretken ve öncü bir sınıf olmuştur. İşte bu sebepten dolayı yaşadığımız mekânla ilişkilerimizi yeniden târif etmek ihtiyacındayız ve yapmakta olduğumuz şey budur.
Gelecek vaat eden edebiyat türüŞehir kitapları, yeni bir edebiyat dalı olarak bu yüzden küçük hamleler halinde milli edebiyatımızın bir parçası haline geliyor ki, bu aynı zamanda taşranın da "vatan" cümlesi içindeki yerini pekiştiriyor. Neredeyse tek şehirden (İstanbul) ibaret medenî merkezimizin ışıltılarını, taşra şehirlerinde de yankılanırken görmek istiyoruz ve bunu başarıyoruz. Kaleme alınan her modern şehrengizde taşramız biraz daha vatana iltihak ediyor; kültür unsurlarımız mahallilikten "milli"lik katına terfi ediyor, ortak ve farklı yanlarımızı keşfediyor, tanıyor ve yavaş yavaş millet oluyoruz; veya başka bir ifade ile yeni bir burjuva kültürünün ilmeklerini birbirine bağlıyoruz.
Evet belki yavaş, belki henüz yetersiz ama olmakta olan şey doğrudur ve olması gereken olmaktadır.
Mekân algımız kırlardan büyük şehirlere doğru serpiliyor; bazen "ah canım köyüm, benim tatlı kasabam, küçük ve huzurlu şehrim; orada her şeyin tadı, görüntüsü bir başkaydı" diye hayıflanmıyor değiliz ama dikkat, hiçbirimiz artık özlediğimiz eski mekânlara dönmek fikrinde değiliz. Önümüzde henüz çözülmemiş bir muamma gibi zorlu bir şehir düğümü var; onun meydan okumasına adam gibi cevap bulmak zorundayız fakat eski mekân ve zamanları kaldırıp atmaktan yana değiliz. Onları şehir kitaplarıyla kayıt altına alıyor, bir mânâda taşranın hâfızasını yazıya geçiriyoruz; yeni çözümler için bu hâfıza birikimi işimize yarayacak; belki her muammayı çözmeye gücü yetmeyecek ama o olmadan da olmaz, farkındayız.
Şehir kitapları, Türk edebiyatının bütünü içinde hâlâ mütevazı bir raf tutacak kadar zayıf ve cılız ama yirmi yıl öncesine göre gelecek vaat eden bir edebiyat cinsi bu
Zaman Kitap