Anadolu’nun bin yıllık tarihini hakkıyla okumamız gerekiyor. 13. yüzyılın sonunda Selçuklu veda eder, 14. asır Osmanlı’nın asrıdır…
Selçuklu’nun vedası acı olmuştur, ancak Osmanlının yükselişi bu hüzünlü batışı unutturacak parlaklıktadır.
Malazgirt zaferi sonrası bu topraklarda teşekkül eden Selçuklu Devleti, neredeyse eş zamanlı olarak Haçlı saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştır. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Malazgirt zaferinden beş sene sonra İstanbul’un burnunun dibindeki İznik’i başkent olarak seçer. Bir adım sonrası İstanbul olacaktır. Süleyman Şah’ın oğlu 1. Kılıçaslan zamanında Haçlı seferleri başlar. Kılıçarslan İznik’i savaşarak terk eder, Haçlılar Anadolu’da büyük bir mukavemetle karşı karşıya kalırlar. Anadolu Selçuklu Devleti, iç Anadolu ve güney doğu Anadolu’ya ağırlık verir, Konya’yı merkez edinir. Neredeyse bir asır süren Haçlı seferlerinden sonra, Miryokefalon’da Bizans tehdidinin de bertaraf edilmesiyle Anadolu’nun iktisadî ve medenî gelişmesinin yolu açılır.
13. Yüzyılın ilk yarısı Anadolu’nun yükseliş devridir ve bu yükselişin timsali de Alaeddin Keykubat’tır. Sultan Alaeddin’den sonra Moğollar Anadolu’yu baskı altında tutmaya ve işgale başlarlar. Alaeddin’in oğlu 2. Gıyaseddin Keyhüsrev babasına lâyık bir oğul değildir; Kösedağ’da savaşmadan Moğollara teslim olur. Anadolu’nun yükseliş yılları, geride kalmıştır…
İşte bu asırda Anadolu’da öyle ulu şahsiyetler zuhur eder ki, geleceğin Türkiyesi onların kurucu mirası üzerinde yükselir. Tarih sırasıyla Ahî Evran, Mevlâna Celâleddin, Hacı Bektaş, Yûnus Emre… her biri başlı başına büyük onarıcı ve yapıcılardır. Ahî Evran ahilik teşkilatı ile kardeşlik, uzlaşma ve bölüşme esaslı Anadolu iktisadiyatının kurucusu olur. Mevlâna insan meçhulünü eserleriyle yoğurur, ayakta tutar. Hacı Bektaş Türkistan’dan Horasan’a, oradan Rum’a (Anadolu’ya) gönül köprüsü kurar. Yûnus Emre ilahileriyle dilimizin bu topraklardaki büyük edebî başlangıcını yapar. Bu mektep-medrese ile birlikte tekkeyi de temsil eden şahsiyetler o zor zamanlarda Osmanlı binasının temel harcını kararlar…
Yûnus Emre Mevlâna ile tanışmış, görüşmüştür. Sonraki devirlere ait menkıbeler onu Hacı Bektaş’a bağlamaya çalışırlar...
Bu büyük şahsiyetler işte 13. asırda, Anadolu’nun merkezinde, Konya-Kırşehir-Ankara coğrafyasında ortaya çıkarlar. Bu bölge Anadolu’nun coğrafî olarak merkezi olduğu gibi ilmin de merkezidir. Bu ilim merkezleri aynı zamanda sözün, edebiyatın, düşüncenin de merkezi olurlar.
Adı bu devirle birlikte anılan bir şahsiyet daha vardır: Molla Nasreddin, yani Nasreddin Hoca…
Her ciddiyette biraz mizah, her mizahta ise hayli ciddiyet vardır. İlk anıldığında ismi bizi tebessüm ettirse bile, bir süre sonra onun lâtifelerinin düşünme merkezlerimizi harekete geçirdiğini biliriz. İnsan zaaflarıyla da insandır, bazen gücü dahi zaafı olur. O zayıflıkları bilmekten öte, o zayıflıkların üstüne yükselmek için mizah elverişli bir zemin meydana getirir.
Bu isimlere belki başkaları da eklenebilir. Fakat bu şahsiyetlerin bugünkü sınırlarımızı aşan tesirlerini de gözden kaçırmamalıdır. Ahilik, bektaşilik, mevlevilik nasıl sınırlarımızı aşan tesirler uyandırmışsa, Yûnus Emre’nin ilahileri de bütün Osmanlı coğrafyasında heyecan ve huşu ile okunmuştur; hâlâ da okunmaya da devam ediyor.
Mevlevilik, padişahlar dahil üst tabakalara hitab eden bir mahiyet kazanır ve Osmanlının edebiyatı, sanatı ve mûsikisinin yapıcı kurumu olur. Bektaşilik engin müsamahasıyla Osmanlı devletinin askerî teşkilâtını besler. Tekkeler Yûnus’un ilahilerini ve türkçeyi Osmanlının ulaştığı her yere götürür. Osmanlı coğrafyasının geniş tekkeler ağının merkezinde Türkiye vardır.
Nasreddin Hoca’ya gelince…Onun köyü ile Yûnus Emre’nin köyü eski ölçüyle bir günlük yoldur, bugün ise yarım saatte ulaşılabilecek mesafededir (30 km.). Asırları aşan iki büyük şahsiyetin neredeyse aynı arzda zuhuru dikkat çekicidir. Erik dalına çıkıp üzüm yiyen Yûnus’la, bindiği dalı kesen Nasreddin’in esasında bize hatırda kalacak bir şeyler söylemek için bunu yaparlar.
Nasreddin Hoca’nın tesir sahası belki de bu büyük şahsiyetlerin hepsinden daha geniştir. Onun fıkralarının anlatılmadığı Türk topluluğu yoktur. O Nasreddin Hoca, Molla Nasreddin, Nasreddin Efendi, hatta bazen sadece “Efendi” olarak en ücra coğrafyalara dahi nüfuz etmiştir. Hoca’nın tesirini sadece Türk toplulukları ile sınırlamak da doğru değildir. Anadolu’nun merkez topraklarında doğmuş ve yaşamış Nasreddin Hoca geçmiş asırlarda mücavir coğrafyalara yayılmış, günümüzde ise bütün dünyanın tanıdığı bir şahsiyet olmuştur.
Mevlâna, Hacı Bektaş ve Âhi Evran kurumlaşmış yapıların öncüleri olarak bilinirlikleri yüksek derecededir. Yûnus Emre ile Nasreddin Hoca ise, böyle bir kurumlaşmanın merkezinde yer almazlar. Bu yüzden, halkın benimsemesi, dillerinden düşürmemesi ile yüzyılları aşırarak günümüze ulaşmışlardır. Mevlâna Anadolu Selçuklularının merkez şehrinde Konya’da yönetimin de ilgi sahasında bulunan bir şahsiyet olarak ilgi odağıdır. Bunun yanında gerek Hacı Bektaş, gerekse Ahi Evran, isimlerini devam ettirecek türbeleriyle tesirlerinin derecesini ortaya koyarlar.
Yûnus Emre resmî görünürlük alanının dışında bir şöhretin sahibi olarak coğrafyaları aşan türbe ve makamlarıyla 20. Yüzyıla ulaşır. Onun modern zamanların aydınları tarafından keşfi ideolojik zorlamalarla gerçek şahsiyetinin inkârından öteye gitmez.
Nasreddin Hoca’nın gerçek bir şahsiyet olup olmadığı tartışılırken onun Akşehir’deki açık fakat kilitli türbesi diğer kabirlerde görülmeyen ifade tarzıyla varlığını isbat eder.
Nasreddin Hoca’nın isim olarak varlığı, cisim olarak varlığını -hatta- gereksizleştirmiştir. Nasreddin Hoca gerçek bir şahsiyet değilse bile lâtifelerinin yüzyıllardır anlatıldığı, yeni biçimlerle tazelendiği hakikattir. Nasreddin Hoca’nın gerçekliği, Anadolu coğrafyasını aşar, Türkistan coğrafyasında baş verir. Orada Hoca Buharalı sayılır ve “Efendi” olarak bilinir. Efendi ise, ancak Anadolu coğrafyasında kullanılan aslı yunanca bir kelimedir. Authentês/aféndis, türkçede “efendi” olmuştur. Hatta kısaca “efe” de denilmiştir. Biz bu benimseme karşısında “Nasreddin Hoca bizimdir” efelenmesine ihtiyaç dahi duymayız!
Biz bu şairlerden, mutasavvıflardan, mütefekkirlerden bahsederken aynı zamanda bu memleketin evliyalarından konuşmuş oluruz. Bu memleketin büyükleri Hak’tan aldıklarını halka saçan ulvî şahsiyetlerdir. Nasreddin Hoca da bu velî zatlar zümresindendir.
Onun lâtifelerinde çok farklı kılıklarda görürüz: Akıllı-deli, zekî-saf, dürüst- hilekâr, ciddi-komik…İnsanlığın hallerini bir insanda toplıyarak anlatmak kolay iş değildir. Nasreddin Hoca feylesofların ciltlerle kitap yazarak mütereddit şekilde anlatabileceklerini birkaç satırlık lâtife ile ifade edebilen halk filozofudur. O yüzden lâtifeleri darbımısel olmuş, ata sözü hükmüne girmiştir.
Gerçek Nasreddin Hoca latifelerinde hoca komiklik olsun diye bir şeyi söylemez veya yapmaz; sululuğa, cıvıklığa meyletmez, müstehcenlikten güldürücülük çıkarmaz; insan halleri üzerinden tebessüm ettirir ve tefekküre sevkeder.
Şimdilerde Nasreddin Hoca fıkraları denilen hisseli-kıssalı sözlere, eskiden lâtife denilirdi: Letâif-i Nasreddin Hoca. İnsanı tebessüm ettiren, güldüren ve hatta kahkaha atmaya sevk eden sözler lâtifeden hezele kadar gider. Nükte, espri, fıkra, humor, alay, istihza, ironi, şaka, dalga, eğlence…
Kamus-ı Türkî’de lâtife ile hezel arasında farka dikkat çekilir. “Lâtife güzel ve zarif olmakla beraber terbiye dahilindedir. Hezel ise az çok açık ve bîedebane (edepsizce) olur.” Hezelin açık saçık, kaba mizah olduğu bu ifadeden çıkarılabilir.
Muallim Naci lugatinde lâtifenin ölçüsünü öz olarak ifade eder: “Lâtif olmak gerektir her lâtife.” Kamus-ı Osmani “lâtife lâtif olmalı”nın kelâm-ı meşhur (meşhur söz) olduğunu kayda geçirir.
Eski sözlüklerimizden Lugat-ı Remzi’nin lâtife tarifi efradını cami, ağyarını mânidir: “Nazik ve hoş ve hünerli olan kelam ve samimi olmayarak yalnız eğlence içün tebliğ olunan haber-i kâzib (yalan haber).”
Nasreddin Hoca adıyla anılan latifelerin anlatıcısı değildir, ondan duyulmuş olanları vardır; o meçhul anlatıcı herkesdir. “Hoca bir gün” veya “Nasreddin Hoca bir gün” diye anlatmaya başlıyan kişi, o esnada âdeta şahid olduğu bir olayı anlatır gibidir. Olayın geçmişte cereyan ettiğini ancak mekân ve devirle ilgili ifadelerinden çıkarabiliriz. Nasreddin Hocanın hallerini anlatmak, sözlerini nakletmek onun sağlığında başlamış olmalıdır. Onu tanıyanların, bilenlerin anlattıkları dalga dalga yayılmış, dillere persenk olmuştur. İlk anlatanlardan, şahidlerden dinleyenler de onların tarzında aktarmayı sürdürürler. Bugün de anlatıcılar söze “hoca bir gün” diye başlar, bu anlattıklarının bir kısmı tarihin bir dönemine tekabül etse de anlatma tarzı değişmez.
Şuna da dikkat etmek lâzımdır: Nasreddin Hoca latifeleri sırf muhatabı güldürmek için anlatılmaz. O fıkralar bizi bir hayat tecrübesine, özlü bir söze götürür: Bilenler bilmeyenlere anlatsın, dostlar alışverişte görsün, ay alıp sattığım yok, al abdestini ver pabucumu, bu kadar tavuğa bir horoz lâzım, geç yiğidim geç, işte şimdi bir kuşa benzedin, ben senin civanlığını da bilirim, ipe un sermek, fincancı katırlarını ürkütmemek, ben sağ iken şuradan geçerdim, ye kürküm ye, eşeğe inanır ak sakalımla bana inanmazsın, yorgan gitti kavga bitti, tavşanın suyunun suyu, acemi bülbül bu kadar öter, ya tutarsa?
Her neslin anladığı, anlattığı Nasreddin Hoca biraz farklıdır, her coğrafya müşterek Nasreddin Hoca’ya kendi rengini katar. Ve Hoca nesilleri aşarak, coğrafyaları geçerek yaşamaya devam eder.
Biz kimiz? Sorusuna tereddütsüz, “Mevlânayız, Ahi Evranız, Hacı Bektaşız, Yûnus Emreyiz ve Nasreddin Hocayız” diyebiliriz! Bu topraklarda asırlardır bu şahsiyetlerin anılmadığı gün geçmez! Birçok şey değişir, bu ulu şahsiyetler sâbiteler misali göğümüzde asılı durmaya devam ederler ve onların ışığı asla kesilmez.
Nasreddin Hoca bizim tebessümle tefekkür arasındaki hâlimizdir!