Türkçe'nin ses bayrağı Dağlarca'yı kaybettik

Türk şiirinin en yaşlı çocuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca 94 yaşında ömrünü tamamladı. Büyük şair, tedavi gördüğü Başkent Hastanesi İstanbul Sağlık...

Türk şiirinin en yaşlı çocuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca 94 yaşında ömrünü tamamladı. Büyük şair, tedavi gördüğü Başkent Hastanesi İstanbul Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi'nde dün akşam saatlerinde hayata veda etti.



Şair, dün sabah kronik böbrek yetmezliği ve enfeksiyon nedeniyle yoğun bakıma alındı. Ancak uzun uğraşlara rağmen saat 16.30 sularında "bir yorgunluk çökünce yürün(ür)müş yeryüzünden" diyerek aramızdan ayrıldı. Süvari Yarbayı Hasan Hüsnü Bey'in oğlu Mehmet Fazıl, 1914 yılının 26 Ağustos'unda İstanbul'da başladı 94 yıllık 'çocuk' yolculuğuna. Babasının askerliği sebebiyle ilk ve ortaöğretimini Anadolu'nun çeşitli yerlerinde tamamladı. 1933'te Kuleli Askeri Lisesi'nden, 1935'te de Harp Okulu'ndan mezun oldu. 15 yıl görev yaptığı ordudan ön yüzbaşı rütbesiyle ayrıldı. 1952-60 yılları arasında Çalışma Bakanlığı'nda iş müfettişi olarak çalıştıktan sonra, 1960'ta Aksaray'da Kitap Kitabevi'ni açtı ve yayıncılığa başladı. 1960-64 yılları arasında 43 sayılık Türkçe dergisini çıkardı. İlk yazısı 1927'de Yeni Adana gazetesinde yayınlanan bir hikâyedir, İstanbul dergisinde 1933'te çıkan "Yavaşlayan Ömür" adlı şiiriyle adını duyurmaya başladı. Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılapçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili gibi birçok dergide şiirleri yayınlandı. Bugüne kadar pek çok ödül alan Dağlarca, 1967'de ABD'deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından "En İyi Türk Şairi" seçilmişti. Aynı yıl çıkan "Açıl Susam Açıl" şiir kitabıyla başlayan "Çocuklarda" serisinden 20 kitap yayınladı. 1960'ta, Sözcü dergisinde ve 1961-1962 yıllarında Vatan dergisindeki özdeyiş niteliğinde kısa düzyazıları bir yana bırakılırsa, ömrü boyunca yalnız şiirle uğraşan Dağlarca'nın toplu eserlerinin yayınlanması için, Yapı Kredi Yayınları (YKY) geçtiğimiz yıl bir çalışma başlatmıştı. 2007-08'de daha önceden kitaplaşmamış şiirlerini içeren Orada Karanlık Olurum, Arkası Siz, Genç ve İçeri Sait Faik yayımlandı, Dağlarca'nın seçme şiirlerini içeren "Dört Kanatlı Kuş"un yeni basımı yapıldı, ayrıca "Dağlarca Çocuklarda" dizisinde şairin çocuklar için yazdığı kitapların 16'sı yayımlandı. YKY, Dağlarca'nın 3 ciltlik toplu eserlerinin ilk cildini bu sıralar yayınlamayı planlıyordu. "Türkçem benim ses bayrağım" demişti Dağlarca, o bayrağı şiirleri dalgalandıracak. Kendisinin de dediği gibi, gönüllere sığmaz olunca kavuşmak duygusu, arkasında "yerce gökçe değil, insan dolusu" bir çocuk sevgisiyle ördüğü şiirlerini bırakan çocuk, Allah'ına kavuştu. Dağlarca, pazartesi günü saat 11.00'de Süreyya Operası'nda düzenlenecek törenin ardından Sögütlüçeşme Camii'nde kılınacak cenaze namazından sonra toprağa verilecek.


--------------------------------------------------------------------------------


Dağlarca öldü, dünya ıssız kaldı
Can Bahadır Yüce
O yüz yaşına basınca yüz şairle beraber evinin bulunduğu Fazıl Hüsnü Dağlarca Sokak'a gitmeyi planlıyorduk. Yüz yaşında bir Türk şairi gazetelerin manşetinde, kitap eklerinin kapağında yer alacaktı. Ne yazık ki, hiçbiri olmayacak. Edebiyatımızın gerçek anlamda (hem yaş hem eser olarak) 'çınar'ı Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı dün kaybettik.

Onun Türk şiiri içindeki yerini düşününce akla ilk gelen elbette Doğan Hızlan'ın ünlü ve geçerli tanımlaması oluyor: "Tek başına bir okul". Dağlarca gerçekten öyleydi, çağdaş Türk şiirindeki bütün dönüşümlere tanıklık etmesine rağmen hep kendi çizgisinde durdu. Askerî okul öğrencisiyken yazdığı şiirleri 1933 yılında Peyami Safa'nın masasına bırakan genç Dağlarca'yla bugünün Dağlarca'sı arasında o bakımdan pek fark yoktu. İlk kitabı Havaya Çizilen Dünya, Necip Fazıl'dan ve Fransız şiirinden etkilenmiş dönemin öteki şairlerinden açık etkiler taşır. Büyük patlama ise ikinci kitabı Çocuk ve Allah ile gerçekleşir. Dağlarca'nın henüz 26 yaşında (çoğunu kışlada) yazdığı bu şiirler, 70 yıldır Türkçenin anıtlarından. Cahit Sıtkı'nın kelimeleriyle söylersek, "bütün hayatın tecelli ettiği" bu şiirlerde edebiyatımız için yepyeni bir söyleyiş ve duyarlık görülür. Aslında Dağlarca'nın yaptığı şey, bir anlamda, aynı yıllarda Avrupa'da fütüristlerin yaptığı şeyleri anımsatıyordu. Oysa Dağlarca yabancı dil bilmiyordu; "içimdeki şiir hayvanı" dediği o olağanüstü sezgisiyle geleceğin şiirine dair imgeleri "Toros'ların üstündeki bulutlar gibi" uzaktan uzağa görüp hissediyordu, her büyük şair gibi.

Dağlarca şiiri, 50'li yıllardan itibaren radikal bir kopuşla yön değiştirdi. Bu sürecin yaklaşık kırk yıl, Uzaklarla Giyinmek (1990) kitabına kadar sürdüğü söylenebilir. Sonrası, geçen yıl yayımlanan taptaze bir Türkçenin yer aldığı kitaplarına kadar olan süreç... 94 yılın dökümü: Dağlarca'nın tek bir bütün saydığı göz alıcı "yapıt".

"Büyük şair" olduğu konusunda, uzlaşmaz edebiyat dünyamızın uzlaştığı belki de tek ismi kaybettik. "Tek başına bir okul"du ama ondan hepimiz çok şey öğrendik. Artık Kadıköy'den iskeleye yürürken gözümüz evinin penceresinde onu aramayacak. Dağlarca'sız hayata alışmaya çalışacağız.


--------------------------------------------------------------------------------


Şair ölür, şiiri kalır dağ gibi...
Musa Güner
Adı Dağlarca'ydı ya, şiirlerinde de dağlar, ovalar, güneşler, aylar, çocuklar ve kuşlar vardı. 100'ü aşan kitabı ve binlerce şiiriyle bir şiir kainatıydı. Bundan on yıl öncesi... 94 kitabı vardı o zaman. Üzerine tez yapılacak yaşayan bir şair için ne çok kitaptı bu. Bu şiirlerin hepsini, özüne nüfuz ederek okumak ilginç bir iş olacaktı. 94 kitaptan epeycesini elde etmiştim, birkaçı eksik kalmıştı. Kitapları bulamayınca şairi aramaya başladım. Buldum da, Kadıköy'de bir kahvehanenin yeşil çuhalı masasında otururken... Önce yayıncısına uğramıştım, onun el yazısıyla yazdığı şiir defterlerini göstermişti, 'çok kıymetli bunlar çoook' demişti. 'Huysuz ihtiyarın tekidir, seninle de görüşmez zaten' diye de eklemişti. Ancak ben ne huysuz bir ihtiyar gördüm ne de kırıcı bir yüz. Uzun uzun anlattım, o dinledi. Şiirlerindeki edebi sanatları araştırdığımı söyledim. 'Keşke şiirlerimdeki Anadolu motiflerini inceleseydin.' dedi. Ona göre kelimelerdeki sanat onların içindeki ruh kadar önemli değildi. Sanatları bulmak yerine şiirine sinmiş Anadolu'nun fark edilmesini istiyordu. O Anadolu toprağından kelimeler süzen, şiir damıtan bir şairdi. Kitabının sayısı yaşından fazla olan şair görüşmemek bir yana, kendisiyle ilgili çalışmalara katkıda bulunuyordu. O gün bulamadığım bir iki kitabını verdi, kendisiyle ilgili yapılan çalışmalardan, yazılan kitaplardan söz etmişti. Bugün 138 kitabın şairi, yaşından fazla kitaba sahip şair öldü. Başka bir şairin dediği gibi 'Her ölüm erken ölümdür.' Yaşasaydı, 100 yaşını görseydi bu toprağın şairi, bu toprağın çocukları sevinçle el çırpacaklardı karşısında. Öldü, bugün bize hatırası ve dağ gibi şiiri kaldı.


--------------------------------------------------------------------------------


[EDEBİYAT DÜNYASININ ACISI BÜYÜK]
Ahmet Soysal: Son güne kadar neredeyse her gün onun yanındaydım. Son günlerde durumu iyice kötüleşmişti. Türk şiiri tarihinin en büyük şairlerinden birini kaybetti. Bütün sevenlerinin ve okurlarının başı sağ olsun.

Enis Batur: O benim gözümde yalnız 20. yüzyıl Türk şiirinin değil 20. yüzyıl dünya şiirinin önde gelen bir iki isminden birisiydi. Umarım yapıtları kaybolmaz. 33 yıllık dostumdu çok üzgünüm.

Haydar Ergülen: Frankfurt'ta Dağlarca ile ilgili bir panel yapılacaktı. Oradaki üç konuşmacıdan biri de bendim. Son büyük şairimizi kaybettik. O benim için 'bir ve çok' şairdir. Dışarıdan büyük bir gövdesi var; fakat içine girince birçok farklı şeye rastlıyoruz. hiçbir şair ve yazarın onun kadar Türkçeyi zenginleştirdiğini düşünmüyorum. Yepyeni sözcüklerin dışında yepyeni anlamlar kazandırdı şiire. Yaşaması da şiir olan şairlerdendi.

Bejan Matur: Türkçe'nin en büyük şairiydi. Şiirinde yansıttığı kozmik şiirsel algı, Türkçe şiire yapılmış en büyük katkıydı. Geçen yıl ziyaretine gittiğimde daha yazacağım 12 kitap var demişti. Şiirinin sayısının bile farkındaydı. O kadar zihni berraktı. Dördünü yazabildi, sekiz kitabı eksik kaldı. Ama sadece sekiz kitabın değil Türkçe şiirin çok eksik kalacağını düşünüyorum Dağlarca'nın kaybıyla.

Doğan Hızlan: Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türk şiirinin büyük bir adı. Benim birçok şiirini ezberimde tuttuğum bir şair. Dağlarca gibi şairler ne yazarlarsa yazsınlar şiir olur. Seyrek yazdığı düzyazılar vardır, ama bence o bile şiirdir. Her iyi şair gibi artık şiirlerde ve benim için yakından tanıyanların anılarında yaşayacaktır.

İhsan Deniz: Fazıl Hüsnü Dağlarca Türk şiirinin yetiştirdiği son büyük ustalardan biriydi. Şiirine hakim olan mistik unsurlar dikkatimi çekmişti en çok. Bunlardan 'Çocuk ve Allah' ve 'Asu'yu sayabilirim. Son dönemde bazı kitaplarının yeni baskılarının yapılması da yeni kuşaklar için bir şanstı. Bir insan ne kadar yaşarsa yaşasın, ömrüne Dağlarca kadar şiir sığdırabilmesi oldukça zor.

Beşir Ayvazoğlu: Türk edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 1935'te Havaya Çizilen Dünya ile başlayan ve o nefis Çocuk ve Allah'la devam eden büyük başlangıcın hakkını vermiş, gelip geçici modalara pek iltifat etmeyen, sonuna kadar kendi şiirine sadık, ama bu şiiri sürekli bir biçimde kendi içinde yenileyip çeşitlendirerek bugüne kadar 'canlı' kalabilmiş velut bir şairdi. Şiiriyle hayatımızı zenginleştirdi ve zenginleştirmeye devam edecek.

Enver Ercan: Şiirimizin topluma mal olmuş büyük ustasıydı. Uzun yıllar boyunca her kuşağın ilgisini çekti, usta olduğunu hissettirdi. Gözleri görmediği son yıllarda okuyarak yazdırıyordu. Bu halini gördüğümde onu Homeros'a benzetmiştim. Cumhuriyet şiirinin kurucularındandı.

Metin Celal: Türkiye'nin yaşayan en büyük şairiydi. Onun verimliliğinde bir şair Türk edebiyatına bir daha gelmez.


--------------------------------------------------------------------------------


Eserlerinden bazıları
Dağlarca'nın 138 eserinden bazıları şöyle: Havaya Çizilen Dünya (1935), Çocuk ve Allah (1940), Daha (1943), Çakırın Destanı (1945), Taş Devri (1945), Üç Şehitler Destanı (1949), Toprak Ana (1950), İstanbul Fetih Destanı (1953), Asu (1955), Delice Böcek (1957), Özgürlük Alanı (1960) Cezayir Türküsü (1961), Çanakkale Destanı (1965) Haydi (1968) 19 Mayıs Destanı (1969) Hiroşima (1970) Malazgirt Ululaması: 26 Ağustos 1071-1971 (1971), Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1973) Horoz (1977), Çukurova Koçaklaması (1979) Yunus Emre'de Olmak (1981) Dildeki Bilgisayar (1992), İçimdeki Şiir Hayvanı, (2007) Orada Karanlık Olurum (2007) İçeri Sait Faik (2008)


--------------------------------------------------------------------------------


TENHA

Ben öleceğim, kimse seyretmesin,
Güneş ve düşünceler içinde.
Soyunacağım elbiselerden ve hatıralardan,
Bir semalar sessizliğinde.

Asude ve mahzun ellerimle,
Nasibimi bir kenara bırakıp.
Eski şarkılar söylerken,
Dağlarda ateşler yakıp.


Kimse seyretmesin, aşk ve sonsuzluk,
Garip mezarlıklar -arasından gideceğim.-
Kokulu sularla yıkanarak
Karanlıklarda zevk edeceğim.


--------------------------------------------------------------------------------


[SÖYLEŞİ] (*)
'Yarısı şiir olan bir yaratığım ben'

MURAT TOKAY
İlkokuldayken bir 29 Ekim programında kalabalıklar önünde okuduğum ilk şiir, Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya aitti. Mustafa Kemal'in Kağnısı'nı yıllar sonra şairinin karşısında yeniden okurken heyecanlı ve şaşkındım. Şimdilerde 94 yaşını süren Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yeni şiir kitabı 'İçimdeki Şiir Hayvanı'nı konuşmak üzere Kadıköy'de, adını taşıyan sokaktaki evine gittik. 74 yıllık yazı hayatına 138 kitap, on binden fazla da şiir sığdıran Dağlarca 'şiire adanmış bir ömür' olarak karşımda duruyordu.

Yaklaşık 3 saat süren söyleşi boyunca bütün sorulara usul usul, tane tane cevap verdi. İlerlemiş yaşına rağmen geçmişe ait detayları atlam adan, yeni projelerinden, şiirlerinden söz etti. Türkiye'nin gündeminden uzak değildi. Yeri geldi güncel konuları yorumladı, espriler yaptı. Annesini anlatırken masum koca bir çocuk oldu. Hâlâ eser veriyor olmasını "Allah'a inanan bir adam" olmasıyla açıklarken, "Ben şimdiye kadar Allah'tan ne istemişsem Allah bana vermiştir. Sağlık istedim onu da verdi." diyordu. Evet, Dağlarca, her gün sabah 09.00'da kalkıp gece 23.00'te yatıyor. Ciddi bir sağlık sorunu yaşamıyor. Her gün Türkçe'ye yeni bir kelime kazandırmak için çaba sarf ediyor. Hırkasının bir yakasında nazar boncuğu diğerinde Ayetel Kürsi taşıyor. Biz de Türk şiirinin yaşayan en büyük şairine maşallah deyip uzun ömürler diliyoruz.


Hocam, Allah uzun ömür versin. Artık kitaplarınızın sayısını unuttuk. 'İçimdeki Şiir Hayvanı' kaçıncı kitap?

İçimdeki Hayvan, yüz otuz sekizinci kitap. Kitaptakiler son bir yıl içinde yazdığım şiirlerin bir bölümü.

İlk şiiriniz 1933 yılında İstanbul dergisinde yayınlandı. Yaklaşık 74 yıldır şiir yazıyorsunuz. Sizi bu uzun yolculuğa çıkaran şey neydi?


Bu soruya nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum. Gerçeği söylemeden önce bulmak gerekir. Ben bu yaratığın karşılığını ne şimdi ne daha önce bulabilmiş değilim. Arada bir öyle duyuyorum ki, şiir bir insandır. O beni dinlemektedir. Ben şiir olarak ona kendimi yazdırmaktayım. Olay böyle mi oluyor ya da herkesin gördüğü gibi ben mi şiir yazıyorum? Sanıyorum ilki daha doğrudur. Şiir yazan bir adam olarak ben ona kendimi yazdırıyorum. Şiir, küçüklüğümden beri en az benim yarımdır. Yarısı şiir olan bir yaratığım. Diyebilirim ki, kimi günler şiir yanım daha ağır basar, elli kilo gelir. İnsan yanım daha yenik kalır, diyelim kırk kilo. O kırk kiloluk adam, hem elli kiloluk öbür yarısına meram anlatıyor hem de sizin aracılığınızla sayısız okuyucuya kendisini söylemekte. Duyabildiğim yalnızlığı anlayabiliyor musunuz?

Nasıl bir ortamda şiire başladınız?

Benim yetiştiğim günlerde, beş-altı yaşlarındayken, evin büyük çocukları lise düzeyinde idiler. Onların konuşmalarını dinlerdim. Konuşmalarını anlamadan sezerdim. Ama içimdeki başka biri, bunları anlıyor gibiydi. Kullandığım sözcüklerin başka türlü de kullanıldığını duyardım, irkilirdim. O zamanlar işittiğim bir masalın tekerlemesiyle bu sözcükleri birleştirirdim. O masallardaki kapılar, açılırken 'hoş geldin' diye ses çıkarırmış, kapanırken 'güle güle' diye seslenirmiş. Bu masal kapılarına öyle inanmıştım ki, evimizin kapıya giden yoluna ve kapıya çakmaktaşları döşeyerek bu sesleri çıkartmaya çalıştığım olmuştur. O zamandan kalma çocuk, hâlâ bunun olacağı kanısındadır.

Annenizin Yunus ilahileri okuduğunu bir söyleşinizde ifade etmiştiniz. Çocukluk günleriniz şiirinizi nasıl etkiledi?

Annemin ilahileriyle büyüdüm. Gene annemin ev içindeki namazları, üzerimde etkili olmuştur. Annem namaza durunca biz kendiliğimizden oyunlarımızı durdururduk. Kitap okurken, kitap okumayı durdururduk. Bir ezan sesi dinler gibi içimizde bir namaz sesi dinlerdik. Gövde kımıldamaları ile oluşan bir namaz sesi... Annemin yüzü namaz süresince değişirdi sanki. Bizden uzak olurdu. Bu uzaklık bana bütün kardeşlerimden daha çok dokunurdu. Belki de şiirimin oluşum sesleriydi bu. Evimizde şiire en yakın kişi hep annem olmuştur. Hasta kardeşimi kucağında küçük sallantılarla uyutmaya çalışan annem, bana kitaplar dolusu duyarlıkları bir iki saniye içinde duyurabilirdi. Gençlere şunu öğütlerim: Şiir yazmak istemiyorsanız, annenizi izlemeyiniz! Yemek yaparken, size dokunurken, babanızla konuşurken... O, bin bir anne olur.

Dağlarca'da şiirin karşılığı nedir?

Bende şiir, Tanrı fikrinin, Tanrı inancının hemen önüdür. Şiire inanılmasa Tanrı'ya ulaşmak olanaksızdır. Bu düşüncenin ayakları, şiirin ayaklarıdır. İman, şiir yapısının Tanrı fikrine ulaştığı yerdir.

İlk şiirlerinizi kaç yaşında yazmıştınız?


Yedi yaşlarımdaydım. İlk şiirlerimi gösterdiğim öğretmen, beni paylamış; yazdığım şeyleri anneme-babama sunmamamı söylemişti. Benim inandıklarıma inanmamıştı. Ben de ona inanmamıştım. İtham edilmem, manasını bilmediğim bu sözcüğün yüzüme vurulması, beni çok kızdırmıştı. Öğretmene, 'İstediğiniz konuyu veriniz, bunun cevabını hemen burada yazayım.' diye kafa tuttum. Verdi, yazdım. Özür diledi. Hiç unutmam, bir gün bir yaramazlıktan ötürü hoca bana bir dize yazdırdı. Bu dizeyi defterine yüz kere yazacaksın, öyle evine gideceksin dedi. Yüz kere yazdığım, Tevfik Fikret'in, 'Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer.' dizesiydi. Tevfik Fikret'in kitabı bizim evimizde el kitabı gibiydi; yabancım değildi. Rahmetli öğretmenimi burada saygıyla anıyorum. Şuracıkta söylemek isterim, öğrenciler öğretmenlerin başarılarıdır; ya da başarısızlıkları.

Yüzden fazla şiir kitabınız var; ama 'Çocuk ve Allah' çok okundu, sevildi. Şiirimizin baş yapıtlarından biri oldu. Bunun nedeni neydi sizce?


İki büyük boyutu yan yana getirmem, kitaba bir gerçeklik katmıştır. Çocuk gerçeği ile Tanrı gerçeği orada birbirini kucaklamıştır. Eski bir söz var ya, hep söyleriz. 'Neylerse güzel eyler' deriz. Öylesine bir anlatım olmuştur Çocuk ve Allah. Bir program, bir tasarım olmuştur.

Ses ve söyleyiş olanaklarını sürekli zenginleştirdiniz. On binden fazla şiire imza atan Dağlarca bunu nasıl başardı?

Bunu başarmak gayet kolay. O şiirde yazdığın konuyu, zamanı giyineceksin. O zamanı, o konuyu üst-baş yapacaksın kendine. Ondan sonrası gayet kolay. O da uzun tecrübelerle oluyor. İnsan kendini değiştirebilmeli. İçerde beyin bir hazırlık yapıyor. Mazi bölümünü, anılar bölümünü getiriyor. Allah'a şükür benim bir gücüm var. Şimdilik söylüyorum, hangi yaşa gelirsem geleyim, hayatımın her anını hemen hatırlıyorum. Çocukluğumu anlatırken hatırlamakla kalmadım. O anın içine girdim. Benim bugün 138 kitabım varsa, bu evvela doğanın bana verdiği büyük bir bağıştan ötürüdür. Yaşama bağışından ötürüdür. Her çaba zamandan koparılmış bir şanstır. Evvela bir yaşama şansıdır. İnsanın daima eseri kendisidir. Her şiiri yazarken ilk yazdığım, ilk düzelttiğim şey kendimdir. İnsan kendini düzeltemezse, yaptığı eseri daha olgun, daha okunası bir duruma getiremez. Okunası kelimesini şimdi kullanıyorum da çok da güzel bir kelime. İşte herkes günde bir tane kullanılmamış Türkçe kelimeyi kendi müfekkiresinden bulup çıkarsa, Türkçe gerçek kalıbını bulur. Biz kendi dilimizi unutan bir acayip kitleyiz. Bununla mücadele, bir Dağlarca'nın değil, on Dağlarca'nın yapacağı bir iş değil. El birliğiyle, birlikte yapacaz. Bakkalı, öğretmeni, şoförü... Beraber çalışacağız. Bu güzel dilimizi işleyeceğiz. Açıkça söyleyim, bu dil olmasa Fazıl Hüsnü Dağlarca olmazdı. Bu adamı o yaptı, inanın!

Dağlarca'daki tema zenginliğini ve çeşitliliği hiçbir şairde göremiyoruz. Çocuk, evren, Kurtuluş Savaşı, Vietnam, destanlar... Bu çeşitliliğe nasıl ulaştınız?

Çok çalıştım. Hatta benim bir kitabım daha var yayınlanmadı. İşi hücreden başlatıyorum. Fransız Devrimi'ne kadar gidiyor. Şiir, çok büyük bir kaptır. Kaderle oynayan bir saha, şiir. Gerçekte şiir, inanan insanın doktorudur da. Ben Allah'a inanan bir adamım. Nasıl inanırım ama? Şu masa gibi... Hayalî değil. Ben şimdiye kadar Allah'tan ne istemişsem, Allah bana vermiştir. Şunu iftiharla söyleyebilirim. Türk edebiyatında 94 yaşına gelmiş hâlâ eser veren tek insan benim. Eskide yok, inşallah gelecekte olur. Bu neden var; çünkü ben Allah'a inanmış bir insanım. Ben namaz kılmam, oruç tutmam, o başka... Neden yapmadım? Bir defa askerlikte imkan yoktu bir... İki, askerlikte su bulamazdık. Askerin zamanı yoktu.

Dağlarca'nın şiiri; Garip şiiri, İkinci Yeni, Toplumcu Gerçekci akım gibi aşamalara eklenmeden kendi bağımsız çizgisinde gelişimini sürdürdü. Niçin hiçbir kuşağın içinde yer almadınız?

Ben o davranışları yapay gördüm. Kendi şiirimin kökenini biliyorum. Sonra anlatımını, sentaksını kendim koymuşum. Onun için kendi yolumda gittim. Sonra onları derinliksiz buldum. Orhan Veli'yi severdim de derinliği yok. Şiirde derinlik, birinci vasıf. Bir takvim yaprağı gibi okunup atılmayacak. (Takvime güzel bir karşılık buldum. Bunu da yazın. Maliye Bakanı var ya, Kemal Unakıtan... Onun soyadından çıkardım. Takvime 'günakıtan' diyorum artık. Çok kullandığımız takvim sözünü atmamız gerek.)

'İçimdeki Şiir Hayvanı' bana, Cemal Süreya'nın "Fazıl Hüsnü'nün şiiri benzersiz bir yaratığın soluk alıp vermesi gibi bir şeydir." cümlesini hatırlattı...


Cemal Süreya, sevgili arkadaşım benim, şiirimi en çok anlayanlardan biridir. Zaten benim için, şiirim için en çok yazı yazan o olmuştur. O, daha öğrenci iken yanıma gelmişti. Benim şiirimle yakınlığını yüzüme söylemişti. Ölünceye kadar benim şiirimi savunmuştu. Bana hayatta en çok saygı gösteren insan da o olmuştur. Beni ne zaman görse elimi öpmeye kalkmıştır. Dargın olduğum zamanlarda bile böyle davranmıştır. Bu, benim için çok güzel bir yazı yazdı gençliğinde. Ben dedim ki, senin düz yazın çok iyi. Mantıki ve süslerden uzak bir yazı biçimin var... O, şiirinin adını anmadığım için biraz üzülmüş, sonradan bana söyledi. Ben senin şiirini yadsımadım, senin ikinci vaziyetini söyledim. Aramızda böyle bir soğukluk geçti. Ama hemen kapattı. En son yüzüne de söyledim. Onu bazı insanlar aldılar, tuttular, siyasi bir yazar yaptılar. İşte orada şiiri kötüledi. Ne yazık ki ölümü de yaklaşmış. Feci bir şekilde öldü. Ona çok üzüldüm. Oğlu tarafından öldürülmüş. (M.T: Doktorlara göre Cemal Süreya şeker komasından öldü. Ama oğlunun şiddet uyguladığı, dövdüğü de yıllardır bir iddia olarak konuşuluyor.)

Şiirlerinizde toplumsal bir duyarlılık her dönemde var. Sizin için idealist bir şair diyebiliriz. Şiirle neyi gerçekleştirmeyi düşündünüz?

Şiirde bir defa ulusumun Türkçesine bağlılığını ve ona olan sevgisini, ona olan emeğini hep sürdürmesini, yaşayarak göstermesini istedim. Bu amacım, bugün bile yazdığım her dizeme sebeptir. Bir çaba kaynağıdır. Dilimizi daha büyütmek, anlatım gücünü bütün yeryüzüne göstermek isterim. Zaten şiirlerimin bir amacı da odur. Şiirlerimin yeryüzüne yayılması Türkçenin başarısının yeryüzüne yayılmasıdır. Beni sevindiren de ancak budur. Yoksa Dağlarca'nın ulusal bir şair olması tek başına beni sevindirmez.

Yirmiden fazla çocuk kitabınız var. Çocukları hiç ihmal etmiyorsunuz.

Çocuklar zaten bende her bakımdan yarının göstergeleridir. Onu ihmal edersek neye güveneceğiz?

Çok sayıda şiir yazmanızın düzyazıdan uzak kalmanızla ilgisi var mı?

Vardır... Ben, düzyazıyı severim. Öyle kitaplarım da vardır; ama şiir, evrene daha yakındır. Şiirde bir mısra ile söylediğiniz şeyi düzyazıyla söyleyemezsiniz. Şiirde, hayatımızın en büyük zenginliği olan duyarlılık vardır. Zaten şiirin iki ayağı vardır. Bir imge ayağı yani hayal gücü ayağı, ikincisi de içtenlik... Bu ikisi düzyazıda da olur; ama şiirde daha kolay ve çabuk olur ve birbirine daha çok yakışır. Onun için kendimi anlatmakta şiiri seçtim. Ama şiir deyince öyle basmakalıp şiir değil. Zenginliğini yaşatan bir şiir. Benim bazı şiir çevirmenlerim, şiirlerimin Batı'daki dillere sığmadığını haber veriyorlar. Bundan da büyük, ayrı bir mutluluk duyuyorum.

Kaç kitabınız çevrildi?

50'den fazla kitabım yabancı dillere çevrilmiştir. Yaygınlığı çok daha fazla; ama kitap olarak 50'dir.

Dağlarca anlaşıldı mı? Şiirinize değeri ölçüsünde kıymet verildi mi?

Hakkımda on-on beş kitap çıkmıştır. Verilmese bile o yolda yürüyüş başlamıştır. Bana olan ilginin artması, yazdıklarımın değerini bulduğunu, birilerince okunduğunu gösteriyor. Bu, beni sevindiriyor.

Birçok şairin takipçileri, taklitçileri olmuştur. Dağlarca, Türk edebiyatında tek başınadır. Niçin takipçileriniz yok?

Evet, bazıları çabalıyorlar. Ama çabalamayanlar bile, okuduğum şiirlerinden anlıyorum ki, beni derinden okumuşlar. Zaten şiir, bu kadarıyla birbirine geçer. Öteki türlü geçme, daha belli olan geçmeler yaşamaz. Benim şiirlerimi iyice okuyanlar, bilerek bilmeyerek faydalandığımı elbette görmektedirler. Ben göremesem de, bunu sezebilirler. Çünkü şiir, okunduğunun yadsınmaz olduğunu bilir.

'İçimdeki Şiir Hayvanı' ilham perisine mi karşılık gelir?

İlham perisi demek, bunu çok basite indirgemektir. Evet o, taa küçüklüğümden beri şiir yazmak istediğimin öyküsüdür. Doğanın bana sığmadığının yansımasıdır. Şiirde açıkça söylüyorum; beni zorlayan bir şey, ona karşı savunma halinde olduğunu itiraf ediyor. Ondan kurtulamadığını, onu yaşattığını açıkça söylüyor. İçine oturmuş, işgal etmiş. Hem ona tabii bir oluşum vermiş. Hayat lokması vermiş.

'İçimdeki şiir havyanı gece gündür açtır' diyorsunuz. Siz yazdıkça doyan bir şey...

Bütün kitaplarımın özetini söylemişimdir. Onun tadını hissettiğimi yazamıyorum. 75 senedir bir itirafı söylüyor.

Niçin 'hayvan' dediniz?

Hayvan gibi çünkü canlı, ölümsüz. Hayatın kendisi ölümsüz. Mikroplar sende ölüyor, ötekine geçiyor. Şiiri bir hayvan olarak düşün. Bazılarından bazılarına geçiyor. Sürüp gidiyor. Kimse diyemez ki şiir benden başladı, kimse diyemez ki benden sonra ölecek. Ben, bu hayvan benden geçerken fotoğrafını çektim.

Belli bir şiir yazma vaktiniz var mı?


Vaktim yok. Ben bir nevi şiirin bakıcısı gibiyim. Şiir hayvanı acıktıkça iki üç günde bir şiir yazıyorum.

Birçok şair ileri yaşlarda ya şiiri bırakıyor ya da şiirinin kalitesi düşüyor. Siz hâlâ yeni ses ve söyleyiş arayışındasınız...


Benim şiir sevgim başka. Şunu diyebilirim. Beni toz yapsalar. Herkese verseler, sayısız kişiye yeterim şiir yazmak için. O tozu parmaklarına sürseler yazarlar.

Günümüzün edebiyat ortamını takip edebiliyor musunuz?


Edebildiğim kadar ediyorum. İktisadi kültürel sebeplerle bir genel düşüş var. Bir defa ne yazık ki kimse birbirini okumuyor. Okuyanlar eski şiiri okumuyor. Şiir, eski yaygınlığını yitirmiştir. Bir kültür düşüşü oldu. Sağcı, az sağcı; solcu, az solcu gibi... bölümler çıktı ortaya. Herkes, öbür taraf 'tukaka' kanaatinde. Ben şanslı adamım, çok eski olduğum için beni sağcılar da severdi. Şimdi şiirde kötüye gidiş var. Bütün tevazuumla söylüyorum. Türk şiirinde bir Dağlarca daha bulamazsınız. Bu kadar bir budala bulamazsınız!

Genç şairlere muhakkak Dağlarca'yı okuması salık verilir. Neden?


Çünkü Dağlarca vezinden gelmiş bir adam oraya. Lisede inan, onuncu sınıfta yirmi bir şiir yazdım. Yirmi biri de başka bir vezinde. Bütün derslerimde şiir yazdım. Hepsi başka bir vezinde. Böyle bir çocuk var mı şimdi? Hocası yazamaz... Bizde aşk, şevk, hırs vardı.

Gençlere bir cümleyle ne söylemek istersiniz?

Genç arkadaşlar, Türkçeye inansınlar. Türkçeye inanmak, bütün hayattaki başarılarının basamağıdır.


DAĞLARCA'DAN

-Takvime yeni bir karşılık buldum; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın soyadından çıkardım. Takvime 'günakıtan' diyorum artık.

-Şiire inanılmasa Tanrı'ya ulaşmak olanaksızdır.

-Hangi yaşa gelirsem geleyim, hayatımın her anını hemen hatırlıyorum.

-Ben Allah'a inanan bir adamım. Ben şimdiye kadar Allah'tan ne istemişsem, Allah bana vermiştir.

-Türk edebiyatında 94 yaşına gelmiş, hâlâ eser veren tek insan benim.

-Şiirlerimin yeryüzüne yayılması, Türkçenin başarısının yeryüzüne yayılmasıdır.

-Ben bir nevi şiirin bakıcısı gibiyim. Şiir hayvanı acıktıkça iki üç günde bir şiir yazıyorum.

-Beni toz yapsalar, herkese verseler, sayısız kişiye yeterim şiir yazmak için. O tozu parmaklarına sürseler yazarlar.

-Türk şiirinde bir Dağlarca daha bulamazsınız. Bu kadar bir budala bulamazsınız!

Zaman 16.10.2008

Haberler Haberleri

"YAZARLARIMIZ OKULLARDA" PROJESİ TAMAMLANDI
TYB KONYA’DA UZLUK AİLESİ VE MEVLÂNA İLE İLGİLİ ÇALIŞMALARI KONUŞULDU
Bakan Tunç: Hukuk dili dil bilinciyle şekillenmelidir
TYB KONYA’DA MESNEVÎHANLIK GELENEĞİ VE MESNEVÎ OKUMALARI PANELİ YAPILDI
Hazreti Mevlana'nın 751. Vuslat Yıl Dönümü Uluslararası Anma Törenleri başladı