TYB KONYA MERAM GEZİSİ

YEŞİL VE GÜZEL MERAM Prof. Dr. Haşim KarpuzGüzel bir ilkbahar gününde Meram'ı geziyorsanız Evliya Çelebi'nin Konya'nın bu güzel köşesi için yazdığı...

YEŞİL VE GÜZEL MERAM
Prof. Dr. Haşim Karpuz

Güzel bir ilkbahar gününde Meram'ı geziyorsanız Evliya Çelebi'nin Konya'nın bu güzel köşesi için yazdığı methiyede hatırlamalısınız. "Öncelikle İrem Bağlarına benzeyen Meram'ı ve cennete benzeyen bağlarını nice (bin) şairler sultanı orayı süslü bir şehir olarak tarif ve tasvir etmişlerdir. Allah'da biliyorki, denizde bir katresini güneşte bir zerresini dahi methedememişlerdir.İnsaflı olan şehirciler ve şehir seyyahları onun benzerini dünyada görmedik diyorlar. Gerçekten bu hâkirde Konya'yı dolaşırken 20 senelik seyahatim boyunca böyle bir gaytân ve cadde görmedim. Budin sınır boyunda İrem bağına benzeyen Pecoyi Sirem şehrinin kale arkasında baruthane mesire yeri, Kırım yarımadasında Sudak bağı, İstanbul'da Osmanlılar'ın 170 gülistan bahçeleri, Malatya Aspozusu, Tebriz'deki Şah Cihan bağı, bu Konya Meramı'nın mesire yeri yanında bu metholunan bahçeler bir çimenlikten ibaret kalır.
Son yıllarda sosyal ve kültürel değişmeler, medyanın etkisi geçmişe merak yüzünden doğal ve kültürel çevreyi öğrenmeyi amaçlayan geziler arttı. Konya Yazarlar Birliğinin bu yıl düzenlediği gezileri bu kapsamda değerlendiriyorum. Meram gezisine Sahip Ata Külliyesinden başlıyoruz.

Sahip Ata Camii
Ünlü Selçuklu veziri Sahip Ata Fahreddin Ali'nin yaptırdığı bir çok vakıf eser arasında en ehemmiyetlisi Konya'daki külliyesidir. Külliye; cami, türbe, hankah, hamam, çeşme ve dükkânlardan oluşmaktadır. Camii, Külliyenin en eski yapısıdır, kitabesine göre 1258 yılında Mimar Kelük bin Abdullah tarafından yapılmıştır. Esas yapı 19. y.y.'ın sonlarına doğru yanmıştır. Bugünkü düz çatılı beş sahınlı yapı yanan caminin yerine inşa edilmiştir. Eski caminin kıble duvarı, mihrabı ve anıtsal portali günümüze gelebilmiştir. Haluk Karamağaralı'nın yaptığı kazı ve sondajlar sonucu caminin asli durumu meydana çıkarılmıştır. Buna göre cami bugünkü portale kadar uzanan dikdörtgen bir alanı kapsıyordu. Plan, mihrap duvarına dik yedi sahından meydana geliyordu. Her dizide altı ahşap direk mevcuttu. Ortadaki sahın biraz geniş tutulmuştu ve mihrap önü kubbesiyle ortada aydınlık feneri ve bir şadırvan vardı. Cephedeki çifte minareli portalden başka yanlarda karşılıklı birer giriş bulunuyordu. Yanan camiden kalan ayaklar ve başlıklar caminin ahşap direkli, kirişleme çatı üzerine toprak örtülü olarak inşa edildiğini göstermektedir.
Portal; taş, tuğla ve çini mozayik bakımından eşsizdir. Minarelerden soldaki yıkılmıştır. Portalin en büyük özelliklerinden birisi iki sebile sahip olmasıdır. Çini mihrap döneminin en iyi örneklerinden birisidir. Ayrıca eski camiden ahşap kapı kanatları da günümüze gelebilmiştir.
Mihrap; Selçuklu devrinin nadir çini mihraplarından birisidir. Mihrap nişi çini sütunçelerle sınırlandırılmış, mukarnaslı bir kavsaraya sahiptir. İki bitkisel bezemeli bordür mihrapla sınırlandırılır. Sütun başlıklarından başlayan kalın geometrik motifli bir bordür daha vardır. Niş içerisinde altıgen çini levhalar kullanılmıştır. Mihrap kavsarası içinde bitkisel, geometrik mukarnaslar vardır. Alınlıkta ise geometrik çarkıfelek motifli plakalar yer alır. Çiniler üzerinde yaygın firuze, lacivert ve patlıcan moru renkler kullanılmıştır.
Ahşap kapı kanadı; orijinal yapıdan kalmış ve kündekâri tekniğinde yapılmıştır. Yan kuşağı geometrik tasarımlı parçalar üzerinde rûmi ve palmet motiflere yer verilmiştir.
Sahip Ata Camii, onarımlarla günümüze gelmiş, anıtsal taç kapısı ile dikkati çeken bir Selçuklu eseridir.

Sahip Ata Hanikahı
Sahip Ata manzumesi içerisinde caminin güney tarafında yer alır. Kitabesine göre 1279 yılında Allah'ın Salih kullarına menzil ve takva sahibi sufilere mesken olarak inşa edilmiştir. 1283 yılında hankâhın kuzey eyvanına türbe yerleştirilmiştir.
Hankâha doğu taraftan dükkanların arasına yerleştirilmiş portalden girilir. Bir koridorla kubbeli iç avluya ulaşılır. İç avlu türbe eyvanı ile birlikte üç eyvanlıdır. Köşelerdeki kapılarla batıda kubbeli, doğuda tonozlu hacimlere geçilmektedir.
Hankâh bir çok onarıma tabi tutulmuştur. Geç devirlerde güney eyvanına bir mihrap yerleştirilmiştir. Bu sırada ortadaki sekizgen şadırvanı bozulmuştur. Avlunun aydınlık feneri de 19. y.y.'da sekizgen planlı ve piramidal külahlı olarak yapılmıştı.
Süsleme bakımından avlu kapıları üzerinde ve türbeye açılan pencerenin çini pencere kafesleri önemliydi. Ayrıca kubbeye geçişlerdeki üçgenler ve kubbe kasnağı üzerinde çini mozayik süslemeler bulunmaktadır. Hankâhın dört eyvanlı planı Asya Türk evlerini açıkça hatırlatmaktadır.
Sahip Ata Türbesi
Sahip Ata Camiinin güney bitişiğinde hankah ile cami arasındadır. M. 1283 Sahip Ata Fahraddin Ali tarafından, Mimar Kelük bin Abdullah'a yaptırılmıştır.
Düzgün yonu taş ve tuğladan inşa edilmiştir. Küçük cenazelik ve kare planlı gövde üzerine kubbe ile örtülüdür. Türbeden hankaha dar bir koridorla geçilir. Hankahın kuzey eyvanında bir cenazelik kısmına inilir. Türbede Selçuklu çini sanatının en güzel örnekleri mevcuttur. Türbenin koridora açılan kapısının kemeri söveleri çini ile kaplıdır. Süslemelerde geometrik, rumi, palmet ve yazı kompozisyonu kullanılmıştır. Kubbeye geçişteki Türk üçgenlerinde sırlı tuğlalar kullanılmıştır. Kasnakta çini mozayik Kufi yazı kuşağı ile çevrilidir.
Türbenin içerisinde altı çini mozayik sanduka bulunmaktadır. Sandukaların üzerinde yeşil ve patlıcan moru geometrik motifli çini plakalar vardır. Sandukaların en büyüğü Sahip Ata'ya aittir. Diğerlerinin Sahip Ata'nın oğulları Taceddin Hüseyin, Nusreddin Hasan, kızları Seyide ve Manume'ye ile yakınlarından Şemseddin Muhammed'e ait olduğu kabul edilmektedir.
Türbe 13. yy Selçuklu döneminin çini mozayik süslemelerinin en iyi örneğidir. Restoresi yarım kalmıştır. Koruma problemlerinin halledilmesi gerekmektedir.

Sahip Ata Hamamı
Taş Camii Sokağı üzerindeki külliyenin doğusunda yer alan 1258-1283 yılları arasında Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından Mimar Kelük bin Abdullah'a yaptırılan bir çifte hamamdır. Halk arasında Sultan Hamamı olarak bilinir.
Doğu batı doğrultusunda kurulan hamamın erkekler bölümü kuzeyde, kadınlar bölümü güneydedir. Yapıda muntazam yonu taş, örtüde tuğla kullanılmıştır.
Erkekler bölümüne batı cephesindeki kapıdan girilir. Mekanın ortasında bir havuz bulunur. Bu bölüm onarılıp çatıyla örtülmüştür. Burada bir kapı ile küçük kubbeli bir hacimden Aralık kısmına oradan da yine kubbeli olan soğukluğa ulaşılır. Soğukluğun güneyindeki kubbeli küçük hacim keçeliktir.
Soğukluktan haçvari dört eyvanlı köşe hücreli tipte planlanmış sıcaklığa girilir. Ortada sekizgen göbek taşı bulunur. Eyvanların üzeri tonoz, köşe hücreleri ve ortadaki büyük açıklık kubbeyle örtülmüştür. Doğu eyvanın ortasındaki pencere su deposuna açılmaktadır.
Kadınlar bölümüne güneybatı köşeden girilir. Bu bölümün plânı erkekler bölümü plânının simetriğidir. Her iki bölümün su deposu ve külhanı ortaktır. Onarımlar sırasında soyunmalıklar kiremit kaplı ahşap kırma çatı ile kapatılmıştır. Diğer bölümlerin üzerleri ise demirli beton mozayik yapılmıştır.

Sırçalı Medrese
Portalde bulunan kitabesine göre II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, Selçuklu emirlerinden Bedreddin Muslih tarafından 640/1242 yılında Mimar Osman oğlu Mehmed oğlu Mehmed'e fıkıh okutulması için yaptırılmıştır. Medresenin esas ismi yaptırana izafeten "Muslihiyye" olmasına rağmen çinilerinin zenginliğinden ve halk arasında çiniye "Sırça" denmesinden dolayı "Sırçalı Medrese" diye anılmıştır.
Yapı doğu-batı doğrultusunda kurulmuş, açık avlulu iki eyvanlı, iki katlı medreseler grubuna girmektedir. Muntazam bir taş işçiliğine sahiptir. Avlu revakları ve ana eyvan cephesinde çini mozayik süslemeler görülmektedir. Yapının 20. yy başlarında, sadece cephesi ve ana eyvanı ayaktaydı. Diğer kısımları yıkılmıştır. 1961 yılında Mahmut Akok'un yaptığı projeler doğrultusunda yapının restorasyonu gerçekleştirilmiştir.
Medresenin, doğudaki portali sivri kemerli bir kuşatma kemerine sahiptir. Portal, geometrik süslenin ağır bastığı, bitkisel süslemenin de yer aldığı bordürlerle çerçevelenmiştir. Basık kemerli kapının üzerinde üç dilimli kemerli kitabe, sağında ve solunda kapatılmış mukarnaslı iki pencere yer alır.
Portalden üzeri beşik tonozlu methal bölümüne geçilir. Sağında üst örtüsü sırlı tuğlalarla süslü medresenin banisi Bedreddin Muslih'e ait türbe, solunda ise beşik tonozlu medrese hücresi yer alır. Türbe cenazelik ve üst kattan oluşmaktadır. Burada üç sanduka bulunmaktadır. Medresenin batısında, portalin tam karşısında sivri kemerli ana eyvan bulunmaktadır. Ana eyvanın iki yanında kubbeli mekanlar yer alır. Medresenin kuzeyinde ve güneyinde ise öğrenci hücreleri yer alır.
Medrese bugün Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Rölöve Müdürlüğü olarak kullanılmaktadır. Avlusunda ise Konya mezarlıklarından toplanan Osmanlı dönemine ait mezar taşları sergilenmektedir.

Hasbey Dar'ül Huffazı
Sırçalı Medrese'den Larende caddesine giderken solda, Hasbey sokağının karşısında yer alır. Yapının üzerindeki kitabeye göre Karamanoğlu Alaaddin Bey oğlu II. Mehmed Bey zamanında Hatıplı Hacı Hasbey oğlu Mehmed tarafından (H. 834) 1421 yılında yaptırılmıştır.
Eskiden evlerle sarılmış olan yapının, bugün çevresi açılarak temizlenmiş ve bir park olarak düzenlenmiştir. Kübik bir alt yapı üzerinde yüksek kasnaklı kubbeyle örtülmüştür. Güney, doğu ve kuzey cepheler ince yonu taş kaplamalı yapılmış, üstte ve altta (S) profilli birer silme ile çerçevelenmiştir. Kuzey ve doğu cephelerde sivri kemerli birer tepe penceresi bulunmaktadır. Güney cephe tümüyle sağır tutulurken, kuzey cephede, üzeri demir kapakla kapatılmış mumyalık girişi bulunmaktadır.

Sadreddin Konevi Camii ve Kütüphanesi
Aynı adlı mahallede yer alır. Ünlü Selçuklu bilim adamı ve düşünürü Sadreddin Konevi'nin kütüphane ve camisinin 1274 yılında kurulduğu kabul edilir. Bu yapılara ilaveten türbe ve haziresi ile bir külliye halindedir. Sadreddin Konevi'nin çeşme kapısının dışında mescidi ve zaviyesi ile birlikte kurulmuştur. Mescidin günümüze gelebilen mihrabına bakılırsa benzerleri gibi tek harimli, kubbeyle örtülü küçük bir mabet olduğu anlaşılmaktadır. Mescidin batısında, bugünkü abdestliğin yerinde zaviyesi bulunuyordu.
Günümüze gelebilen yapılar 1899 yılında Konya Valisi Mehmet Ferit Paşa'nın yaptırdığı onarım ile genişletilen mescid (camii) ve batısındaki kütüphane binasıdır. Cami ve kütüphanenin ortak kapısı güneydendir. Buradan ortasında havuz bulunan bir avluya girilmektedir. Bu bölüm son cemaat yeri ve yazlık kısım gibi kullanılmaktadır. Buradan bir merdivenle üstündeki kütüphaneye çıkılmaktadır. Konevi Kütüphanesi'nin çok değerli kitapları 1926 yılına kadar korunmuştur. Daha sonra bu kütüphaneye ait 126 adet el yazma ile 75 cilt kapağı çalınmıştır.
Caminin harimine batı taraftaki iki kanatlı bir kapı ile girilir. Harim dikdörtgen şeklindedir. Kuzeydeki mahfil, çatıyı da taşıyan üç ahşap direğe oturmaktadır. Mahfile çıkan merdivenin doğusunda yer alan ahşap kafesli kısımda, Konevi'nin çocukları gömülüdür.
Caminin en süslemeli orijinal olarak günümüze gelebilmiş olan orijinal unsuru çini mozayik mihrabıdır.
Cami, zaviye- kütüphane ikilisine, 22 Temmuz 1274 yılında vefat eden Konevi'nin türbesi eklenmiştir.

Hoca Fakih Zaviyesi
Hoca Fakih mahallesinde, Konya Şeker Fabrikası'nın yol aşırı güneyinde yer alır. Bu zaviyenin 13. yy'ın başlarında kurulduğu ve yenilenerek günümüze kadar geldiği anlaşılmaktadır.
Zaviyenin avlu duvarına çeşme, emzikli sebil ve bir sarnıç sıralanmıştır. Zaviye yapısı hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Bugün sadece Osmanlı dönemine tarihleyebileceğimiz bir cami ile 618/1221 tarihli, kare planlı gövde sekizgen kasnak ve kubbeden oluşan türbe gelmiştir.
Zaviye (caminin) önüne bir giriş kısmı ilave edilip bunun üzerine bir mahfil kondurulmuştur. Aslında cami, zamanında zaviye idi. Türbe ile zaviye batıdan bir kapı ile bağlanmaktadır. Döneminin önemli din ve ilim adamı olan Fakih Ahmed 1221 yılında ölmüş ve bu türbeye gömülmüştür.


Karatay Mescidi
Hoca Fakih mahallesinde, Hoca Fakih Mescid ve Türbesi'nin batısında yer alır. Mescit, üzeri kubbeyle örtülü kübik bir harim ve tonoz örtülü girişten oluşmuştur. Yapı ile ilgili herhangi bir kitabe bulunmamaktadır. Ancak vakfiyesine göre 646/1248 yılında Celaleddin Karatay'ın kardeşi Kemaleddin Rumtaş tarafından yaptırıldığı bilinmektedir.
Kuzeyindeki tonoz örtülü olduğu anlaşılan bölümün ortasında dikdörtgen bir kapı ve kapının iki tarafında kemerli açıklıklar yer almaktadır. Kuzeydeki bir kapı ile mescidin harimine girilir. Harim moloz taştan yapılmış olup, kubbeye geçiş üçgenleri ve kubbe tuğladan yapılmıştır. Tuğla kubbede hem yapı malzemesi hem de dekorasyon amacı ile kullanılmıştır. Kubbe merkezindeki firuze ve siyah mozayik çiniden yapılmış madalyon tahrip olmuştur. Mescidin mihrabındaki çinilerde bugün mevcut değildir. Mihrabın sağında ve solunda altlı üstlü ikişer pencere, batı ve doğusunda ise fevkani pencereler harimi aydınlatmaktadır. Son yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce restore edilen mescit bugün kullanılmamaktadır.


Şeker Furuş Türbesi
Şeker Fabrikası'nın güneyinde, Hoca Fakih Mescidi ile Karatay Mescidi'nin kuzeyinde yer almaktadır. Eyvan biçimli üst yapı yıkılmış sadece cenazelik kısmı kalmıştır.
Bugün harap durumdaki türbenin kitabesi, sandukası veya tarih belirlemesine yarayacak belge bulunmaması nedeniyle kesin yapım yılı saptanamamaktadır. Mehmet Önder Şeker Furuş mahallesinde aynı adlı bir mescidi de bulunan Şekerfuruş şöhretli Hasan Oğlu Şaban'ın ölünce, Hoca Ahmet Türbesi civarında bir yere gömüldüğünü elindeki yazma derginin Menakıb-ı Hace Fakih bölümünde kayıtlı olduğunu belirtmektedir. Mescidin yazıtına göre 617/1220 yılında sağ olan Şekerfuruş'un bu yüzyılda öldüğünü kabul edersek türbeyi 13. yy'a tarihlendirebiliriz. Yapının yapanı ve yaptıranı belli değildir.
Türbenin cenazelik katı Yard. Doç. Dr. O. Nuri Dülgerler'in projesine göre onarılarak üzerine metal bir çatı yerleştirilmiştir.

Ateşbaz Veli Zaviyesi
Zaviye, Meram ilçesi Orgeneral Tural mahallesinde yer almakta bir türbe ile bir kerpiç evden meydana gelmektedir.
Mevlana'nın lalası ve aşçısı olduğu bilinen Ataşbaz Veli (İzzedoğlu Şemseddin Yusuf) 1285 yılında vefat edince buraya gömülmüş ve önemli bir ziyaretgâh olmuştur. Burada mescit ve zaviye (semahane) olup olmadığı bilinmiyor.
Ateşbaz Türbesi muntazam kesme taştan yapılmış, kübik cenazelik üzerinde içten kare dıştan sekizgen planlı bir gövde ve pramidal külahtan meydana gelmiştir. Türbenin içinde sadece Ateşbaz Veli'nin sandukası vardır. Kitabesi 1285 tarihlidir. Son onarımlarda türbenin süslemeleri ile kurşun külahı oldukça bozulmuştur.
Bugünkü türbedar evi (misafirhane), bir zemin kat üzerinde iki oda bir mabeynden oluşan kerpiç bir yapıdır. Kapı üzerindeki postnişin Vahit Çelebi'nin kitabesine göre 1897 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır.

Meram Mescidi
Yorgancı Mahallesi Tavus Baba sırtlarındadır. Mescidin üzerindeki yazıttan Karamanoğlu Alaeddin oğlu Mehmed Bey döneminde 1421-1424 yılları arasında Hacı Hasbey oğlu tarafından yaptırıldığı belirtilmekte, kesin tarih verilmemektedir.
Bir çok yayında Dar'ül huffaz olarak adlandırılan yapının batı duvarı ile birleştirilmiş olan mescidin kuzeyine açılan ve beş sütunun taşıdığı bir son cemaat revakı bulunmaktadır
Üzerinde yazıtın yer aldığı ahşap kapıdan muhdes rüzgarlığa, buradan doğu ve batıya açılan kapılarla mescidin harimine girilmektedir. Kare planlı harim, ahşap taşıyıcılı üç destek sırasıyla mihrap duvarına dik dört sahına bölünmüştür.


Meram Dar'ül Hüffazı
Bugün batıdan camiye bitişik konumdaki yapı dikdörtgen planlıdır. Kübik alt yapı düz bitirilmiş, üzerinde iki sıra kare biçimli tuğla çıkıntıları bulunan masif kubbeyle örtülmüştür. Kubbe ile kare mekan arasında kalan köşe boşluklar, iki yöne eğimli üçgen mahmuzlarla kapatılmıştır. Doğu yönde, kubbe eteğine sivri kemerli bir tepe penceresi açılmıştır. Yanındaki 1424 tarihli camiden daha önce yapılmış olmalıdır.


Tavus Baba Türbesi
Tavus Baba Türbesi Selçuklu döneminden kalan bir türbenin cenazelik katından oluşmaktadır. Planı dikdörtgen şeklindedir. Malzeme olarak iç kısımda tuğla ve dış duvarlarda taş kullanılmıştır. Giriş kısmı doğuda bulunan bu türbenin kuzey kısmına yalnız bir pencere açılmıştır. Türbenin içinde adi harçla sıvanmış bir lahit bulunmaktadır. Üzeri çapraz tonoz ile örtülmüş olan türbede hiçbir süsleme öğesine rastlanmamaktadır.
Son yıllarda Vakıflarca adeta yenilenircesine restore edilmiş ve üzerine kiremit kaplı çatı yerleştirilmiştir. Tavus Baba'nın aslen Hindistanlı olduğu şeklinde rivayetler vardır. Bazı kaynaklar ise türbeyi 15. yy'a tarihler.

Hasbey Hamamı
Hasbey Hamamı, Meram ilçesi Yorgancı mahallesinde, Meram Çayının güneyinde, köprünün güney ucunda yer alır. Kitabesine göre hamam Karamanoğlu II. İbrahim Bey'in tahta geçtiği günlerde Hasbey oğlu tarafından 1424 (H. 827) yılında yaptırılmıştır.
Eğimli bir arazide, Meram çayının kenarında, çifte hamam olarak yapılan Hasbey oğlu Hamamı, seller sonucu çevresinin dolmasıyla, çukurda kalmış, güneydeki kadınlar kısmına içteki merdivenlerle inilirken erkekler kısmının batıya açılan kapısı kapatılmış, kuzeye muhdes bir kapı açılmıştır. Eskiden çevresi dükkanlarla çevrili iken 1968 yılında Konya Belediyesi'nin Meram Çayı ve köprüsü çevresindeki düzenleme çalışmalarında dükkanların bir bölümüyle, batıdaki değirmen yıkılarak kaldırılmıştır.
Hamamın her iki bölümü haçvari dört eyvanlı köşe hücreli plan tipinde yapılmıştır. Burada sıcaklığın üç eyvanı bulunmaktadır.
Hamam günümüzde lokanta olarak kullanılmaktadır.


Meram Köprüsü
Meram Çayı üzerinde kurulmuştur. Güney- kuzey doğrultusunda uzanan yapı düz köprüler grubuna giren dört gözlü bir köprüdür.
Muntazam yonu taşlarla yapılmıştır. Kemer gözleri yuvarlak kemerlere sahiptir. Menba tarafında (batıda) ayakların selyaranları vardır. Gözlerin büyüklükleri 2.70 ilâ 5.50 m. arasında değişmektedir. Cephelerde tempan duvarı temele kadar iner. Korkuluklar ve ayaklar son zamanlarda onarılmıştır. Asfalt dökümü sonunda tabliye yükseltilmiştir.
Yapıda şpolyen malzeme kullanımı, kemer formu erken Bizans dönemini işaret etmektedir. Günümüze bir çok onarımlarla gelen yapıyı Selçuklu dönemine, 13-14. yüzyıllara tarihlendirilebilir.


Cemel Ali Dede Zaviyesi
Turud Caddesi ile Kayışdağı caddesinin kesiştiği noktada mescit ve türbeden oluşmaktadır. Her iki yapıda 13. yy'a tarihlenmektedir.
Cemel Ali Dede, Mevlana'nın yakınlarından ve lalası olup Mevlana'yı sırtında taşıdığı için "deve" lakabını almıştır. Meram'daki bu zaviye Mevlevi kaynaklarında bağlar arasında asude bir yer olarak zikredilir. Vakıf kayıtları ve kaynaklar araştırıldığında zaviyede, günümüze gelen mescid (semahane) ile türbeden başka bir konak bir mektebin bulunduğa anlaşılmaktadır. Zaviyenin kuruluşu 13.yy'a kadar inmektedir. Türbe, mescidin batısında yer alır. Cenazelik katı olan kuzeye yönelik tipik bir eyvan türbe olduğu anlaşılmaktadır.
Türbe içerisinde sekiz sanduka bulunmaktadır ve bunlardan dördüncüsü Cemel Ali Dede'ye atfedilmektedir. Konya ve çevresinde 13. yy'a tarihleyebileceğimiz bu türbe planında bir çok yapı bulunmaktadır. Bunların en önemlileri Gömeç Hatun, Şeker Furuş, Bedreddin Gevhertaş, Eflaki Dede ve Akşehir Reis Bucağındaki Emir Yavtaş türbesidir. Sandukalar ve eyvan kemer üzerindeki çiniler önemlidir. Mavi ve lacivert çiniler 13. yy'ın sonlarına tarihlenmektedir.
Mescit (Semahane): Sonradan yapıldığı anlaşılan bir giriş kısmı ve kübik bir harimden meydana gelmektedir. Tuğla kubbeye tromplarla geçilmektedir. Türbe gibi mescidin de üzeri kurşun kaplıdır.
İçerisinde orijinal süsleme yoktur. Tanrıkorur eskiden perde motifli mihrapta aynı uygulamaya yer verildiğini belirtir.
Konak ve mektep: Tekkeler kapatıldıktan sonra konak yıkılmış, mektep bir ara jandarmaya verilmişse de daha sonra ortadan kalkmıştır.
Bazı yapıların içine giremeden Meram bağlarına ve bağ evlerine uğrayamadan gezimiz Akyokuş'ta son buldu. Yeşil ve güzel Meram Akyokuş'tan da bir başka güzel görünüyor. Ümit ederim bu gezi ile gördüğümüz mimari eserlerin sanat yapısı olarak arka planlarını, sosyal tarihimize katkılarını katılımcılar bir nebzede olsa öğrenmişlerdir.
Meram'ın doğal güzellikleri, çiçekli bahçeleri, salkım saçak ağaçları, bağların anlatımını ise gezide bulunan şair ve yazarlarımızın anlatımlarına bırakıyoruz

HİDAYET REHBERİ
Hüzeyme Yeşim Koçak

İnsanların manevî vasıflarıyla beraber, şehirlerin şahsiyetini, topraklarımızın karakterini, izlerimizi yahut mevcudiyetimizin asaletini kaybediyoruz.
Dalâlet, "istikamet" diye gösteriliyor, "varlığımız" gölge bile kalmaktan çıkıp, sanallığa doğru gidiyor. Farkına varışlarımız, uyanıklığımız, dikilişlerimiz yitiyor.
Halbuki geçmiş(imiz) bizim değilse.. geleceğimiz de bizim olamaz...
"Kökler" bir büyüme sorumluluğunu, sürekliliği gerektirir. İnsan gibi, milletler de "ebedî varlık" kazanmayı şiar edinmelidir. Bu olguda bir şuuru, peşin(d)en getirir.
Geçenlerde, bir gurupla beraber Çatalhöyük Gökyurt tarafına yapılan bir geziye katılma imkânı buldum. Piknik gayesi de taşıyan bu gezide, çoğumuzun görmediği bazı tarihî mekânlar gezilecekti.
Gezi kadar, rehberi de ilginçti.
Olayın önemini kavramamızı, adetâ dini bir saygıyı hassasiyetle bekliyor ve istiyordu. "Çatalhöyük sakinlerine" gösterdiği alâka ve itina hemen dikkatimi çekti. Acaba biz diriler de, aynı ihtimama mazhar olabilecek miydik. İslâm eserleri içinde aynı titizlenmeler, dikkat ve yönlendirmeler, şairane değerlendirmeler geçerli miydi.
İşi icabı bazı bilgileri verirken, dayanılmaz öğle sıcağında ilâhi(!) bir şevkle dakikalarca konuşuyordu. Bir zaman geldi ki baktım, bize usulünce (!) evrim teorisini de vaaz ediyor.
Nitekim kendisine yöneltilen bir soruya karşılık, sözü alâkasız biçimde, "yaratılışa" getirerek; "Doğrusu Adem'le Havva kıssasını, bu bilgiler ışığında nereye yerleştireceğimi bilemiyorum" diyerek şüphelerini açıkça dile getirdi.
Sözlerinde, kutsallaştırılan bilime karşı, mukaddes kitapların dayanıksızlığını belirten bir vurgu vardı. Pekiyi, hepsi mi zamana karşı ayakta duramamış, erimişti. Hayır biri hariç.
Cümlelerinin ucunu sık sık, ne idüğü belirsiz ama "başucu, referans kitabı" saydığı anlaşılan bir İncil'e dayandırıyor; "İncilde de geçiyor" diyordu. Fakat malumunuz, Kur'anı Kerim'in buyurdukları, günümüzle ilimle çelişiyordu. Sözlerinin getirdiği, ihsas ettiği temel nokta buydu.
Hıristiyan azîzlerinden, İsa Mesih'ten iştiyakla söz ediyor; genel bir panaroma çizdiğinde; Selçuklu Osmanlı dönemleri ustalıkla atlanıyor, geçiştiriliyordu.
Öyle anlaşılıyordu ki, Konya ve çevresinde Hristiyanlar,Yahudilerden başka "ana unsur" yoktu; binlerce yıldan beri bu vatana imzasını atan, "yüceltilen" onlardı. Yer bulamayan, üzeri örtülen sadece Müslüman Türk'tü.
Pavlus'tan bahsederken, kerametlerini, yürüdüğü yolları ballandırarak, özenle anlatıyordu. Fakat onun Konya Yahudilerini, keskin nefesiyle(!) bir gecede Hıristiyan yapıvermesi, bilime "çağdaş akla" aykırı düşmüyordu; hurafe denilemezdi.
Yan yana getirdiğinizde, iki tarafı ele alış biçimi dikkat çekiciydi. Kendi değerlerimiz etrafındaki tereddütleri, inkıtaları ve anlamlı suskunlukları. Duruşu???
Hıristiyanlıktan, azizlerinden söz ederken o canlı sadakat nezaket kokan hürmet dolu üslupla; İslâm'ın en can alıcı noktalarını bile şüphe dolu bir karanlığa terk eden, izzet ve şeref, bir aidiyet duygusunu, gururunu taşımayan kekeme sakil üslup, birbiriyle çelişip/çekişip gidiyordu. Üstelik adamakıllı, insanın "içini" eziyordu.
Bir güzergâh çizip, bizi uzun, çilekeş, Hıristiyan "Hac yollarında gezdirdi; adeta sınava soktu. Nedense kestirmeden gitmeye razı değildi. Kendi tabirince "Kutsal Yolda", değerdi. Vecdle oradan oraya koşuyordu.
Hız ve ilham aldığı, feyizlendiği(!) "kaynağı" ister istemez merak ettim. Gökyurt'taki(nam ı diğer Kilistra) mağaraların önüne getirdiğinde bizi.. heyecanı doruğa erişmişti.
Sanki Hıristiyanlara hitap ediyordu. Önündeki kalabalığın "kimliği" önemli değildi. Biz mi "inancımızı" hissettiremiyorduk; yoksa o mu başka "misyonların/ heveslerin" adamıydı. Belki de her ikisi...
İlk çıkışından sonra, Konyalı -sessiz mahcup- aydınlardan, korktuğu umduğu tepkiyi alamamış ki; "Kutsal hac yolunda" -yalnızca birkaç kişinin katılmadığı- bir meditasyon denemesine girişti.
Herkesin aksine, kendime özgü "mürtecii bir yorumla" ele aldığım meditasyonda; hareketsiz kalmayıp gezinerek maymunların atası "kutsal Darwin'e", ve onun "aziz akrabalarına" epeyce rahmet okumaktan geri durmadım.
Kimle neyi paylaşıyor, hangi ruhlara ulaşmaya, birleşmeye çalışıyorduk. Sonuçta kendi topraklarımızı geziyorduk.
Dayanamadım, inancıyla ilgili birkaç soru sordum. "Dinlerin hepsine eşit uzaklıkta durmaktan", -maksadımı anlayınca- "alnını secdeye değdirmese de itikadının tam olduğuna" varıncaya kadar; gezinen sarkan, üstü örtülü, kuşkulu bir ifade biçimiyle karşıladı beni... Zaten istediğim cevabı almıştım. Sadece.. rahatsız olsun, gocunsun istemiştim.
Umarım iyi niyetlidir. Fakat tutkusu, heyecanı sadece "mesleki" diye nitelendirilebilir miydi bilemem.
İtikadını yitirmiş, belki fark etmeden, zihnen kalben başka bir kimliği üzerine geçirmiş; mesleklerini, ehliyetlerini(!) uzatarak, başka davaların gönüllü havarisi olarak, inançlarını dayatan sunan ne çok Mehmet Ahmet vardı.
Şeytan "ayrıntı"da gizliydi. Ufak gibi gözüken nice hadiseler, yönelişler sonunda, ne ehemmiyetli kayıplara uğruyorduk. Çünkü uğradığımız saldırı, çok çeşitli alanlardaydı; tek değildi. Ve zannettiğimizden daha büyük çapta evsafta ve derindi.
Diliyle tarihiyle, kültürü ve eserleriyle "öne çıkarılanlar", "gölgede, geri plânda bırakılanlar", üzerinde ısrar edilenler, yok sayılan, hedef gösterilen, çekiştirilip durulan ve hedef tahtası yapılanlar ne kadar önemliydi. Olanları tesadüfi, gelişigüzel, rastgele saymak kabil miydi.
Bir atmosfer meydana getirmek ve yaşatmak, Hıristiyanî ya da pagan bir dünyayı bütün canlılığıyla ortaya koymaya çalışmak; baskın belirleyici bir öğe, ana tema olarak sunmak; atalarımızı, tarihî adresleri değiştirmek ve bağları/irtibatı koparmak...
Bir zaman aralığını atlama, bu toprakların esas sahibi gösterilen gayri Türk, Müslüman(lık) dışı unsurlarla, şimdiki zamanın sahipleri, "efendileri" olarak yükseltilen Batıl(ı)ları, -teknolojinin de yardımıyla- karşı çıkılamaz dur(dur)ulamaz bir kuvvet olarak birleştirme, takdim etme. Bilinçaltına yerleştirme, şartlandırmak...
Neticede "İslâm" gibi bir müdafaa ve yücelme vasıtasını, mevcudiyet sebebini elimizden alarak, "sürüsel elemanlar" olarak "küresel şerirlere" teslim etmek...
Bizim "Rehberimiz" kimdi? Yoksa gafil davrandığımız için, herkes kılavuzlukta yarışıyor muydu? Bizi kimler kurtarıyordu(!)
Mukaddeslerimizi üstlenmediğimizden, "haçlı kıbleler" tayin edip, yolumuzu mu kesip çiziyorlardı, modern değişim/dönüşümlerde "hidayet rehberimiz" mi oluveriyorlardı.
Ya yola çıkışlarımız, hareket noktamız ve varışlarımız... İnsan kadar, mekânda mühim değil miydi. Mekânı kaybedersek, neyle doldururduk; nerede barınır, kök salar ve tutunurduk?
Tapuyu başkalarına çıkarmak, kendi coğrafyamızda el ve ayak izlerimizin, ruh sesimizin yok edilmesi, manevîyat yollarından, inanç ve değerlerinizden arındırılma, varlığınızın silinmesi, dış hesapların namına geçirilmesi işte böyle böyle oluyordu.
Türkiye başlı başına bir "ESER"... Tarihiyle coğrafyasıyla, geçmiş-hal-istikbali, ölüleri dirileri, "miras" olarak tanımlanıp yüklenecek ve taşınacak, intikal ettirilecek tüm değerleriyle...Varlığımızın bütün alâmetleri bilinmeli, görülmeli ve kıymetlendirilmeli.

Haberler Haberleri

Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni Taşkent'te yapılacak
TYB Konya'da Vefatının 100. Yılında Ziya Gökalp Anıldı - Felsefeyi Sosyolojiyle Yenilemek
Vefatının 30. yılında Tarık Buğra
Konyalı On’lar Perşembe Sohbetlerinde Nail Bülbül Konuştu
Konyalı On’lar Perşembe Sohbetlerinde Kâmil Uğurlu Konuştu