Değerli başkanlarım, değerli yazar arkadaşlarım, şube başkanlarımız, Türkiye Yazarlar Birliği’nin dostları, hepinizi hürmetle, muhabbetle selâmlıyorum.
Tabiî yaş ilerleyince hatıralar ağır basıyor. Bu salonda ilk defa Necip Fazıl’ın vefatından sonra birinci yıldönümünde anma toplantısı düzenlemiştik. Rahmetli Âkif İnan ağabey önayak oldu. 1984 yılı hâlâ siyasi olayların yatışmadığı ve Necip Fazıl ile ilgili olumsuz kanaatlerin yüksek olduğu bir zamandı. Öyle bir zamanda, bu salonda Necip Fazıl’ı anmıştık.
Şimdi bu salonda 22. genel kurulumuzu icra ediyoruz.
Yeni bir genel kurul, yeni bir dönemin başlangıcı olmalı…
Bir gönüllü kuruluşun yarım asra yakın bir geçmişi geride bırakması, 44. Yılında 22. genel kurulunu yapması, sade ülkemizde değil bütün dünyada az rastlanır bir haldir. Hele bu kuruluş edebiyat cephesinde, fikir cephesinde faaliyet gösteriyorsa, bir yazar kuruluşu ise… Böyle kuruluşların dünyadaki benzerleri ya devlet kurumu olarak ya da milli yapıyı ayakta tutmak için ciddi kaynaklar tahsis eden sermaye sahiplerinin desteği ile varlığını sürdürür.
Elbette devletimizin varlığı esastır, fakat devlet kurumu olan bir yazarlar birliği, diğer devlet bünyesindeki kültür kurumları gibi sıradanlığın ötesine geçemeyen bir kuruluş olurdu. Türkiye’de Türkiye Yazarlar Birliği’nin zihin dünyasıyla yakınlığı olan sermaye kesimi, işin kültür yönünü, medeniyet cihetini düşünmekten uzaktır.
Kısacası, Türkiye Yazarlar Birliği, her iki bakımdan da benzersizdir. Kendi iradesiyle var olmuş, ayakta kalmış ve kültürel alanda öncü ve kalıcı faaliyetler yaparak, kendine mahsus bir yol açarak bugünlere gelmiştir.
Rabbime bizi bugünlere ulaştırdığı için hamdimi, şükrümü ifade etmekten âcizim.
Bu uzun yürüyüşte birlikte olduğumuz arkadaşlarımızın ebediyete intikal edenleri rahmetle anıyorum, hayatta olanlara sıhhat ve afiyet diliyorum.
Uzun yürüyüşlerde gücü tükenenlerin, varılacak hedef konusunda ümitsizliğe düşenlerin olması tabiidir. Başlangıçta işin içinde olan bazı arkadaşlarımız çeşitli sebeplerle yollarına devam edemediler. Keşke onlar da bu uzun vadeli yürüyüşü sürdürebilselerdi, kültür hayatıyla ilgileri devam ederdi. Şunu da söyleyebiliriz, Yazarlar Birliği bu 44 yılı bu anlamda en az hasarla geçirmiştir. Birçok arkadaşımız fiilen işin içinde olmasalar bile, gerektiğinde TYB’nin yakınında-yanında olmuşlar, birçok faaliyetine katılmaya devam etmişlerdir.
1978’da yola çıktığımızda öncesi olmayan, örneği, benzeri görülmeyen bir kuruluşa vücut verme macerası içinde olduğumuzun çok da farkında değildik. Kurma iradesini yaşatma iradesiyle tahkim etmek işin en mühim tarafı idi. Yoksa Yazarlar Birliği de kısa zamanda bir tabela kuruluşuna döner ve çok sayıda dernek gibi iz bırakmadan kapanırdı.
Yazarlar Birliği’nin kuruluşu, kendini isbat sadedinde yaptıkları ve çeşitli siyasi ve sosyal çalkantılar içinden geçerek resmiyet nezdinde de kabulü, Türkiye adını alması, kamu yararına çalıştığının tescili adeta olmazların olması şeklinde cereyan etmiştir.
Türkiye Yazarlar Birliği milletimizin varlık zemininde, yüzyıllar içinde ortaya koyduğu edebiyat, fikir, sanat mirasını sahiplenerek ve elbette yenileyerek sürdürmek kararlılığı içinde oldu. Bu yolda istikametimiz kaybetmeden yürüyüşümüz bizi ayakta tuttu. Sabır, sebat, kararlılık ve bütün bunlara şekil veren ihlas olmadan bugünlere gelemezdik. Bir kuruluşu ayakta tutan şey yaşatma iradesinin yanına kurma iradesini koymasıdır. TYB bu iradeye sahip bir kuruluş olmuştur. Yazarlar Birliğinin ilk kuruluşunda biz adeta çölde bir serap görmüştük, ama şimdi Yazarlar Birliği’nin bir serap olmadığını herkes görüyor. Gerçek anlamda Türkiye’de sivil toplum kuruluşu parmakla sayılacak kadar azdır ve TYB elhamdülillah bu gerçek sivil toplum kuruluşlarından biridir, hatta en önde gidenidir.
Nöbetim uzun sürdü!
Evet, yarım asra yaklaşan bir gönüllü kuruluşumuz var. Ben sivil kelimesini sevmem. Sivilin Türkçesi “medenî”dir aslında. Sivil bizde askerî olmayan, resmî olmayan anlamında kullanılmaktadır. Bu sebeple “gönüllü kuruluş” demeyi tercih ediyorum. Gönüllü insanların bir araya gelip kurdukları bir teşekkül burası. Biz de o insanların arasındaydık. O sıralar şartlarımız uygundu. İki kitabımız yayınlanmıştı 1978’e kadar. Bunlardan birisi 1975’te yayınlanan Batılılaşma İhaneti’dir, o günlerin aktüel kitaplarındandı, sürekli basılıyordu, diğeri ise Tarih ve Toplum isimli kitabımdı. Arkadaşlar nöbeti bana tevdi ettiler. Ben bunu bir nöbet olarak gördüm ve şöyle düşündüm “iki yıl beklerim, sonra bir arkadaşa devrederim, daha yazacak kitaplarım var, onlarla meşgul olurum.” Fakat gördük ki bu mümkün olmayacak.
Nöbetimiz bu yüzden hayli uzun sürdü. Yanış hatırlamıyorsam her yıl Türkiye’de beş bin dernek kadar kuruluyormuş. Ertesi yıl sadece bir kısmı varlığını sürdürebiliyor. Birçoğu tabelada kalıyor ve bir müddet sonra da ortadan çekiliyor. İşte asıl önemli olan sürdürme, yaşatma iradesidir. TYB sürdürme iradesine sahip bir kurum olmuştur. Bunun sebebi Musa Kâzım Arıcan Hoca’nın da belirttiği gibi istikamettir. “İstikametiniz sizi yaşatacaktır” sözündeki gibi istikametini bilen ve ihlasla bu yolda devam edenler sürdürme iradesine sahip kişilerdir.
Yarınki Türkiye’nin kurulması için TYB gibi gönüllü kuruluşlara ihtiyaç var
Böyle bir devam kararlılığı içinde bugüne kadar geldiğimizi düşünüyorum. Eğer başka hesaplarımız olsaydı, burayı bir sıçrama tahtası olarak görseydik, birtakım maddi imkânlara erişmek isteseydik elbette ki bugüne ulaşamazdık. Bütün dünyada yazar kuruluşlarının iki kaynağı vardır. Birisi devlettir. Bu tarz kurumlar bir devlet kurumu neyse odur. Yani bugün Kültür Bakanlığının her hangi bir daire başkanlığından farksızdır. Kendi iradeleriyle fazla bir mesafe alamazlar. Bu yol, bana göre doğru yol değildir. Diğeri sivil ya da gönüllü dediğimiz kuruluşlardır. Bu kuruluşlar genelde Batı dünyasındadır. Batı dünyasında yazar kuruluşları gönüllü kurumlar olarak ayakta durmaktadırlar. Bu dünyada “milli burjuvazi” kültürel hayatı ayakta tutar. Bizde böyle bir şey söz konusu değildir, milli burjuvazi diye bir şey yoktur. Batıcı burjuvazinin kurumları vardır. Onlar hâlâ kültüre yatırım yaparlar. En büyük yayınevini kurarlar, müze açarlar, büyük organizasyonları desteklerler vs. ama bize zihniyet olarak yakın duran sermayedarların böyle bir derdi yoktur, aynı siyasiler gibi hareket ederler. Türkiye’de durum böyle olduğu için bizim gibi kuruluşların ayakta durması fedakârlık gerektirir, feragat gerektirir. Merhum hocamız Nurettin Topçu’nun “cemaat için emek harcamak”, ifadesindeki gibi emek sarf edeceksiniz. İdealdeki Türkiye’nin kurulması için böyle organizasyonlara, teşekküllere ihtiyaç vardır.
44 Yıldır TYB’den ilgi ve ilişiğimi kesmedim
Biz hasbelkader böyle bir kuruluşun kurucuları arasında yer aldık, başkanı olduk. 1996’ya kadar ben bu sorumluluğu üstlendim. O yıl 9. Genel Kurul’da artık aday olmama ve bir arkadaşa devretmeye niyetlendim. Fakat arkadaşlar dağıtılan listelere adımı ekleyerek devamımı istediler. Neyse ki birkaç ay sonra TBMM, beni RTÜK üyesi olarak seçti, böylece TYB başkanlığını mecburen bir arkadaşa devretmiş oldum. Bu devir aslında hayırlı bir devir. Yani bir kurumda sürekli aynı kişinin yönetici olması bir bakıma iyidir, istikrarı sağlar. Ama gençlerin önünü de açmak lâzım. Onların ortaya koyacağı yeni ve etkileyici işler olabilir. Onlara bu fırsatı tanımak gerektir. Benim farklı tavrım şu oldu ki, bir kurumdan ayrıldığınız zaman ilişiğiniz tamamen kesilir ama ben irtibatımı, elhamdülillah, TYB ile hiç kesmedim. Benden sonra başkan olan arkadaşlarımıza sürekli destek oldum. O yüzden en zor zamanlarda dahi TYB faaliyetlerini aksatmadı. 12 Eylül’den sonra ya da 28 Şubat’tan sonra faaliyetlerimiz aksamadı. 28 Şubat’ta da biz bütün faaliyetlerimizi yaptık. Hatta inadına faaliyetler yaptık. Sakıncalı şiirler okuma matineleri yaptık, Yazar Okulu’nu canlandırdık. Süreklilik, devamlılık gerçekten bir kuruluşta hayati bir meseledir.
Biz zihniyle oynanmış bir toplumuz
Değerli arkadaşlar, dil meselesiyle ilgili biraz önce Türkçe Şûrası Raporu’nun açıklanması münasebetiyle ifade ettiklerimi biraz daha genişleterek söylemek istiyorum. Biz zihniyle oynanmış bir toplumuz. Bizim zihin kodlarımıza şiddetli hücumlar oldu. Bu hücumlar dışarıdan gelseydi emin olun kolaylıkla def ederdik, ettik de. Ama içeriden geldi. 1920’li, 30’lu yıllarda zihin kodlarımızı allak bullak ettiler. Bunu bin yıllık varlığımızın dışında yeni, sentetik bir millet “ulus” meydana getirmek için yaptılar. Bu sentetik ulus milletimize düşman olarak tasarlandı. Biz hâlâ bu müdahalenin meydana getirdiği ağır hasarların tamiriyle meşgulüz.
Bugünlerde 1932 yılı gazetelerini tarıyorum; çünkü 1932 yılı bu açıdan mühim bir yıl. Dil inkılabının yapıldığı bu yılda, ocak ayında Ramazan ayının ortasında zamanında “din inkılabı” denilen Türkçe Kur’an tantanası başlıyor, sonra Türkçe ezan. Arkasından Türkçe ibadet gelecekti fakat oraya kadar götüremediler. Aynı yıl Tarih Kongresi yapılıyor. İslami dönemin yok sayıldığı bir Türk tarihi anlayışı oluşturuluyor. Yine aynı yıl Dil Kurultayı gerçekleştiriliyor. Dilimizin dini muhtevasına savaş açılıyor.
Bu kültürel mühendislik faaliyeti zihin kodlarımızı allak bullak etti. İnsanımızın zihni yapısı, belli esaslar dairesinde biçimlendirilmek istendi. Resmi zihin inşa faaliyeti hâlâ tesirli olmaya devam ediyor. Buna karşı da halkın, milletin kendi zihin yapısını muhafaza etme, sürdürme çabası vardır, bu bir benlik, kimlik mücadelesi. Bu çaba son yıllarda yavaş yavaş halkın gündeminden çıkmaya başladı. Millet artık günden güne bu zihin inşa sürecine karşı koyacak gücü kaybediyor. Nesiller değişti. Kültürel devamlılık Türkiye’de gerçek anlamda sağlanamadı. O yüzden zihin inşa sürecinden bizim gibi kurumların etkili olması gerekiyor. Yani biz kendi zihni yapımızın sürdürülebilirliği için ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmalıyız. Milletimizi var eden değerleri yaşatmak çabası içinde olmalıyız, işte İstiklâl Marşının 100. yılı böyle bir çabadır. Buna benzer çalışmaları, faaliyetleri sivil toplum kuruluşları yapmak zorundadır. Devlet bugün millet varlığının sürdürülmesi doğrultusunda kararlılık gösterecek bir konumda değil. Ama devletin ideolojik zihin dönüştürücü yapısı kültürel alanda belirleyici olmaya devam ediyor.
Türkiye Yazarlar Birliği, edebiyat, sanat ve fikir mirasımızın sürdürülmesi için bugüne kadar ısrarlı ve kararlı tavrını devam ettirmiştir. Mehmed Âkif’deki ısrarımız yanında Yahya Kemal, Necip Fazıl, Nureddin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Tarık Buğra, Erol Güngör gibi zihin dünyamızı ayakta tutan büyük şair ve yazarları hatırlamak ve hatırlatmak konusunda devamlılık sağladık.
Türkiye’de resmi ideolojinin yavaş yavaş bütün zıtlarını dahi teslim almaya başladığını görüyoruz. Mesela dil konusundaki yıkım sürmektedir, maalesef 1932 yılında başlatılan dil devrimi süreci 3.aşamasına gelmiştir. Dil devriminin birinci amacı Osmanlı’dan devralınan edebiyat mirasını anlamsız hale getirmek, anlaşılmaz kılmaktı. Bu harf inkılabı ile geniş ölçüde yapıldı. İkinci safha cumhuriyetten önce doğmuş ve eser vermeye başlamış ilk cumhuriyet dönemi edebiyatçılarını o zaman yaşamakta olan şairlerimizi, yazarlarımızı Mehmet Âkif’ten Yahya Kemal’e, Tanpınar’a, Necip Fazıl’a kadar, bunların bize miras olan edebi eserlerini okunamaz hale getirmişlerdir. Dil devrimi öncelikle bunları devre dışı bırakmıştır. Sonra sürekli bir devrim olduğu için devamlı yeni kelimelerle zihinler karıştırılıyor. Dil değiş(tiril)meye devam ediyor, dili sürekli değişen-değiştirilen bir ülkede büyük edebiyat eserleri, fikir eserleri ve hatta ilim eserleri beklememek lazımdır.
Başta akademi olmak üzere dil konusunda gerekli hassasiyetin gösterilmesi gerekiyor. Şu anda her önüne gelen kelime uyduruyor. Bilhassa akademi. Dil ile ilgili tezlerde bir defalık kullanılan kelimeler var. Ve dilciler; Türkiye dünyada en çok dilci besleyen ülkedir. Bütün edebiyat fakültelerinde Türk dili ve edebiyat bölümü var. İkincisi üniversitede yükseköğretim de Türk dili öğretimi hâlâ devam ediyor. Binlerce hoca var ama dilimiz maalesef bu durumda. Bunun sebebi de dilcilerin konuya ciddi şekilde eğilmemeleri ve konuyu hafife almalarıdır. Bu dil köklerimize ve zevkimize aykırı kelimelerin birçoğunu da bu dilciler uydurmaktadır ve dediğim gibi tek kullanımlıktır. Bu saha ile ilgili tezleri okurken insan hakikaten saçını başını yolar. O tezi okuyan birkaç hoca var ve onların da okuduklarından da şüpheliyim. Ve o tez o normal bir dille yazılsa emin olun hiçbir değeri yoktur.
Soy edebiyatın, düşüncenin alıcısı her zaman kıttır, fakat devrimizde azdan da az hale gelmiştir. Sıradanlık, amiyanelik piyasaya hâkim olmuş, yeni ve öncü düşünce ve fikir eserleri, edebiyat eserleri mecra bulamaz, asıl hedef kitlelerine ulaşamaz hale gelmiştir.
Bir ülkenin yaşayan edebiyatı yoksa, o ülke için tehlike çanları çalıyor demektir. Elbette devam eden bir edebiyatımız var, fikir hayatımız varlığını koruyor fakat bunların topluma mal oluşunda ciddi sıkıntılarla karşı karşıyayız.
Değerli arkadaşlar bizim zihin kodlarımızın oluşmasında dinimiz ve tarihimiz esas konumdadır. Bu din, bizim kültürümüzün de esasını teşkil ediyor. İster dindar olun, ister olmayın, fark etmez. Adamlar, hücumu doğrudan dine, dinin görünürleştiği sahalara yapıyorlar. Biliyorsunuz bütün Dünya’da dinî reformları din içinden çıkan, dini bilen, yaşayanlar yapar. Türkiye hariç! Yani dinle ilgili birtakım şeyler olacaksa buna karar vermek dindarların işidir. Türkiye’de kendilerini dinin dışında tutanlar dinin uygulamalarını değiştirmeye kalkıştılar.
Dile yapılan, tarihe yapılan müdahaleler de böyledir. Bütün bunları bizim şiddetle reddetmemiz gerekiyor. Fakat biz bu reddi yeterince güçlü şekilde yapamadık. Ezan konusundaki tavrımızı diğer sahalarda gösteremedik. Hatta şimdi resmi müdahale ideolojisi devlette varlığını sürdürüyor ve yavaş yavaş karşıtlarını dahi teslim alıyor. Bugün böyle bir manzarayla karşı karşıyayız. Çok dikkatli olmamız ve ayağımızı sağlam yere basmamız gerekiyor. İnancımızın, tarihimizin, toprağımızın bize kazandırdığı değerleri yaşatmak mecburiyetindeyiz. TYB bu gayeyi baştan itibaren gözetmiş ve bunun için elinden geleni yapmıştır.
Bizim Mehmet Âkif’i yılda iki kez anmamızın, büyük yazarlarımızın, fikir adamlarımızın üzerinde ısrarla durmamızın sebebi budur. Yazarlarımız, bizim kültürümüzü yoğuran insanlar. Onları yaşatırsak biz de yaşayacağız. Millet varlığımıza değer katan Yahya Kemal gibi, Tanpınar gibi, Necip Fazıl gibi, Tarık Buğra gibi edebiyatçıları, Nureddin Topçu ve Erol Güngör gibi fikir adamlarımızı anma konusundaki ısrarımız buradan kaynaklanıyor. Eğer onları yaşatamazsak, Âkif unutulursa, Mesnevi okunmaz olursa bizim millet varlığımız da zarara uğrar. Şimdi tam da böyle bir kritik andayız. Nitekim dil öyle değişti ki yeni nesiller cumhuriyet dönemini idrak etmiş yazarlarımızı çocuklarımız anlamaz durumda. O dönemin yazarlarına baktığımızda Dil Devrimi döneminde yaşadıkları hâlde dillerine o kelimeleri sokmamışlardır. Günlük hayattaki dile müdahale en kötüsüdür. Milletin bildiği kelimeleri değiştirmek millete yapılmış en büyük saygısızlıktır. Terim konusu farklıdır, yani siz bir terimin karşılığını bulursunuz ve onu akademide tahsil edersiniz. Fakat maalesef böyle olmadı.
Arkadaşlara naçizane tavsiyem şu ki; TYB’nin geleneklerini sürdürelim
Aziz arkadaşlarım yarım asra yaklaşan bir kurumumuz var. TYB kültür-sanat hayatımıza geniş bir irfan sofrası açmıştır. Bu sofradan isteyen herkes istifade etmiştir. Biz kimseyi ayırmadık. Üye olanı da olmayanı da TYB’nin sofrasında yararlanmak isteyen herkese fırsat verdik. Bizim ödül verdiğimiz binin üzerinde şair, yazar, fikir adamı, sanatçı… var. Bunların içinde Necip Fazıl, Cemil Meriç, Sezai Karakoç gibi büyük şahsiyetler de vardır. Onların bizim ödülümüze ihtiyacı yok fakat bizim onlara ödül vermeye ihtiyacımız var. Bugüne kadar da bu geleneği sürdürüyoruz. Biz bizimle iş birliği yapmak isteyenlere, istikamet problemi olmamak kaydıyla herkese kucak açtık.
Söz uzuyor, benim arkadaşlara naçizane tavsiyem şu ki TYB’nin geleneklerini sürdürelim. Biz herkese açığız, herkesle iş birliği yaparız. Değerli olanı öne çıkartır, değersizle uğraşmayız. Faaliyetlerimizde seviye, kalite gözetiriz. Sıradan, basit, amiyane işler bizim işimiz değildir.
Sözlerimi genel kurulumuzun hayırlara vesile olmasını dileyerek, hörmet ve muhabbetlerimi sunarak noktalıyorum.