Yaşadığımız günlük hayatın içinde zamana sıkışıp kalıyoruz. Yarınlara dönük büyük hayaller taşırken “Gelecekte…” diye başlayarak tahminlerimizi sıralıyoruz; uçan arabalar, uzaya turistik seyahatler vs. Peki ya dün? Evet unuttuğumuz dün. Hatta ondan öncesi ondan öncesi… Daha da daha da derken binlerce yıl öncesi. Derken kulaktan dolma birkaç kelime bilgi yığını hafızamızda canlanıveriyor. Oysa İbn-i Haldun değil miydi “Geçmişler geleceğe suyun suya benzediğinden daha çok benzer.” diyen. Öyleyse dünü anlamak yarınları anlamlandırmak için çok önemli.
Dünü hatırlamanın, öğrenmenin ya da anlamanın önemli yollarından birisi de günümüze ulaşan düne ait olan tarihi mekanların bize anlattıkları. “Mekan da anlatır mı?” demeyin. Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin çeşitli sivil toplum örgütleri ile yaptığı Isparta Yalvaç gezisinin eski adıyla Pısıdıa Antıokheıa’sının bize anlattıkları öyle önemli şeyler oldu ki!
Hemen bahsedeyim; ilginçtir antik şehri 1826 yılında İzmir’de papaz olarak görev yapan İngiliz Arundell keşfetmiş. Amerikalılar bölgede 1908’den 1927 yılına kadar kazı yapmışlar. Ne hikmetse Anadolu’daki eşsiz tarihi ne yazık ki bizden çok batılılar merak etmiş. Yurt dışına kaçırılan kültürel mirasımızın sayısını hesap etmek her halde çok güçtür.
Yeniden geziye dönecek olursak, bize Yalvaç Belediyesi’nde Arkeolog olarak görev yapan Cem K. mihmandarlık yaptı. Onun anlatımını dinlerken bir yandan hayal gücümle Pısıdıa Antıokheıa’sında binlerce yıl öncesine gidiverdim. Karşımdaki yıkık duvarlar, surlar, su kemerleri, süs havuzları adeta yeniden yükselip Roma dönemindeki ihtişamına büründü. Kafilemiz kocaman dört kemerli iki büyük taş ya da mermer kapıdan şehre girdi. Hemen yukarıdan aşağıya akan süs havuzundan inip gelen berrak suyun şırıltısı bize adeta hoş geldin diyordu. Büyük caddenin sağında ve solundaki dükkanlar harıl harıl çalışan alış veriş yapan Romalı esnaf ve müşterileri ile doluydu. Demirciler, dokumacılar, toprak tencere ve testi yapan çömlekçiler uzun yoldan gelen biz misafirlerine şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Kafilemizdeki bazı meraklı gözler özellikle kuyumcuları arasa da cadde girişinde onlara rastlayamadı.
Caddede koşuşan çocuklar, su kemerleri ile şehre taşınan suyu ilerideki havuzdan doldurup götüren kadınlar insan yaşamının çok da değişmediğini gösteriyordu. Şehrin büyük blok taşlardan yapılmış yolları çok temizdi. Bazı yerlerde tekerlekli arabaların yolda yaptığı izler dikkat çekiyordu. Yedi tepe üzerine kurulan yedi mahalleden oluşan hipodamik(ızgara) planlı şehrin imar edilirken rüzgâr alışverişine de dikkat edildiğini öğrendiğimde çok şaşırdım. Bunu yapmalarının bir nedeni hastalıklardan korunmakmış. İnsan her şeye rağmen ölümden kaçamıyor. İlahi buyruğa boyun eğmek zorunda. O dönemde ortalama insan ömrünün çok da uzun olmadığını 35-40 yaş aralığında olduğunu öğrenince insanların bu denli hassas davranmasının nedenini daha iyi anladım.
Dükkanların reklam tabelalarında, bazı cadde girişlerinde ya da resmi kurumlarda Latince kullanılmasına şaşırmadım çünkü burada pek çok Romalı yaşıyordu. Oysa Romanın diğer şehirlerinde resmi dil olarak Grekçe kullanılıyordu. Romanın emekli askerleri bile bu şehre yönetici olarak ataması aslında şehre ne kadar önem verdiğini gösteriyordu. Rehberimiz bizi şehrin yukarısına doğru götürürken birden caddenin sol tarafında bir tiyatro binası gördük. Biraz adımlayınca şaşkınlıktan dudaklarım büzüştü. İzleyicilerin oturacağı bölüm, orkestra bölümü ve oyucuların bölümü… Her şey ustaca düşünülüp planlanmış ve ince bir işçilikle inşa edilmişti. Çok tanrılı din inancına sahip Romalıların tanrılarını memnun etmek adına düzenledikleri bir anlamda ayinlerin tarihsel süreçte nasıl da bir oyuna ve eğlenceye dönüştüğünü anlamak da zorlanmadım. Mimari ve sanat alanındaki profesyonellikleri dini ihtiyaçlarından kaynaklanmıştı.
Kafilemiz, rehberimiz Cem Bey’in susmaksızın eşsiz anlatımını dilerken ana caddeye açılan yolları izleyerek ilerlemeye devam ediyordu. Ünlü kumandan ya da spor müsabakasında başarı kazanmış bir sporcu için yapılan tarihi takları geçtikten sonra şehrin en tepesine ulaştık. Öğrendiğimize göre burası antik şehrin en önemli bölümüymüş. Ana kayanın oyulması ile oluşturulan u biçiminde yapılmış Augustus Tapınağı çok önemliymiş. Buradan aşağıya bakıldığında ovanın neredeyse tamamı ayaklarınızın altında görülüyordu. Bu alanın ilginç bir özelliği de müthiş bir akustik olmasıydı. Belli ki o dönemin rahipleri sesin etkileyici gücünden bu yolla faydalanıyorlardı. 60 yılı aşkın bir süre Roma’ya imparatorluk yapan Augustus güç zehirlenmesine uğramış kendisini tanrı ilan etmişti. Buradaki tapınak da onun adına inşa edilmişti. Tapınak merkezine yalnızca rahipler girebiliyordu ve tapınağa hediye edilen çeşitli ürünler, altın ve gümüşler vs. burada korunuyordu.
Din adamlarının ve kendince ibadet eden insanların arasından rehberimiz önderliğinde bir hilal çizerek aşağıya doğru yol aldık. Yol boyunca soğutucu amaçlarla kullanılan kuyuları, şehrin kanalizasyon sistemini ve su sistemini gözlemledik. Özellikle kanalizasyonu temizleyen Romalıların işlerinin bu günküne oldukça benzer olduğunu gördük.
Gezimizin ilerleyen bölümünde Hıristiyanlar için önemli bir hac merkezi olan Sent Paulus Kilisesi’ni gördük. Burada artık yeni bir döneme tanıklık ediyorduk. Romanın çok tanrılı pagan inancı yerini Hıristiyanlığa bırakıyordu. Hıristiyanlar için önemli bir kişi olan Paulus Yahudilere karşı burada bayrak açmış ve mücadele etmiş. İncil’de bile burada yaptıkları anlatıldığından bu yer Hıristiyanlar için kutsal kabul ediliyormuş.
Buradan hareket ederek aşağıya doğru inip müzenin girişine, başladığımız noktaya ulaştık. Böylece adeta zamanda yaptığımız yolculuk tamamlandı. Arkamızda binlerce yılı, Romalıları, Bizanslıları acılara, göz yaşlarına sevinçlere, ölümlere ve aşklara tanıklık etmiş tarihi eserleri mekânında yapayalnız bıraktık. Gördük ki insan ihtiyaçları zaman geçse de değişmiyor. Değişen bu ihtiyaçları giderme konusundaki farklılıklar. Bir de anladık ki geçmiş bugüne çok benziyor, yarın bugünden ve dünden kopuk değil.