ZEHİR GİBİ ÖYKÜLER

Genç kuşak hikayecilerimizden Abdullah Harmancı'nın okurken yerde mi gökte mi olduğunuzu anlayamayacağınız kitabı "Yerlere Göklere" Ebabil Yayınları'ndan...

Genç kuşak hikayecilerimizden Abdullah Harmancı'nın okurken yerde mi gökte mi olduğunuzu anlayamayacağınız kitabı "Yerlere Göklere" Ebabil Yayınları'ndan çıktı. Harmancı'nın hikayelerinde günlük hayatın içinden hepimizin yaşadığımız, yaşayabileceğimiz herşey yer buluyor. Çünkü hayatın bizzat kendisini anlatıyor Harmancı. Namaz kılan kadın, karısını aldatan adam, sevgilisine yan gözle bakanı öldüren delikanlı, yemek yapmakla huzuru yakalayan, güzel olup olmadığı sorusunu kafasına takan ev hanımı... Belki de bu yüzden, şiddet, kendi deyimiyle, "kan", bazen kaza ile, bazen kasıtla, "kan", öyküleri baştan sona sarmalamış durumda. Asıl tuhaf olanın, ölümün haber bültenlerindeki tekrar tekrar gösterimleriyle sıradanlaştırıldığı bir dünyada, saf, temiz, iyilik yüklü, sakin, sessiz öyküler yazmak olduğunu söylüyor Harmancı. Huzurun "bağlanmak"ta olduğunu ifade eden yazar, bir yandan da bütün aşkların bir gün biteceğine, bütün sevdaların yarım olduğuna işaret ediyor.

Genelde hikaye kitapları hikayelerin birinden alır ismini. Oysa sizin kitabınızda "Yerlere Göklere" isimli bir hikaye yok. Bu ismi tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?


Ben hep sert, keskin, vurucu başlıklar aradım. Öykülere değil ama kitaplara başlık koymak çetin bir iştir. Bu üçüncü kitabım. Dediğiniz gibi herhangi bir öykümün başlığını kitaba ad olarak seçmeyi de aklımdan geçirdim. Ama beni "kesmedi". Üstelik öykülerden birini ad olarak seçtiğiniz zaman, şunu da düşünmeniz lazım: O ad, kitabın atmosferinin, kitabın tematik dünyasının tamamını kapsayacak bir öykünün adı olmalı. Başlığın, kitap kapağının üzerinde iyi bir "duruş"a sahip olması da yetmiyor yani. Neyse. "Yerlere Göklere" ifadesi insanoğlunun varoluşsal konumunu iki kelimeyle özetliyor üstelik. Kitapta "Manzara Resmi" öyküsü "aşkın" bir boyuta, yani "göklere" daha yakınken "Bir Cumartesi" öyküsü "yerlere" daha yakın duran bir öykü. Kitaptaki öykülerin sahip oldukları "tema" yelpazesini kucaklayan bir başlık aradım kısacası.


"Esas Fiil" adlı hikayenizde bahsettiğiniz gibi "Hayat dediğimiz şey ne garip, ne karmaşık, ne tuhaf, ne umulmadık, ne öngörülmez, öngörülemez!". Okurken bu düşüncenin bıraktığı tadı algılamak mümkün hikayelerinizden. Yanılıyor muyum?


Yazarlar metinlerden ve gündelik yaşantılarından beslenirler. Günümüzdeyse adeta metinlerde başlayıp metinlerde biten bir edebiyat faaliyetinden bahsedebiliriz. Burada salt yazarların tercihleriyle ilgili bir sorundan bahsetmiyorum. Hayatın "gerçeği"ni mümkün olduğunca bizden uzak tutan bir dünyadan, bir düzenekten de bahsetmiş oluyorum. Eline bir gün önce bileylediği kurban bıçağını alıp tekbirini getirip kurbanlık koyununu yere yatırıp ibadetini yerine getiren bir insandan, bankaya kurbanlık parasını yatırıp evine uyumaya giden insana doğru geçiyoruz. Bu yapaylık her şeye yansıyor. Edebiyata da yansıyor. Edebiyat dergilerindeki ürünlerin "yapay"lığından bahseden yüzlerce yazı okudum bugüne kadar. Ve bu doğrudan yazara yönelik bir suçlama gibi algılanıyor. Tam da öyle değil.


Hikayelerinizde hayatta olan herşey yer buluyor. İbadet, aşk, nefret, şiddet. Yaşantımızın bir aynası gibi hikayeleriniz. Ancak şiddet sanki biraz daha öne çıkıyor. Eşinden ayrılmak yerine öldürmeyi planlayan, ya da en azından bunu isteyen, kız arkadaşına, kardeşine yan bakanı, aldatanı öldürenlerle dolu hikayeleriniz. Dünyanın içinde bulunduğu hal ve toplumun meyli ile yakından alakalı olan bu durumun temel sebebi ne sizce?


Meseleye sadece tematik açıdan bakarsak yanılırız gibime geliyor. Ben zehir gibi, jilet gibi, keskin, vurucu bir öykü yazmak istedim. Bir kelime bile öyküden atılamasın istedim. Kelime kelime, cümle cümle örülmüş sımsıkı bir dokuya sahip bir öykü yazmak istedim. "İlk Cinayet" öyküsü öyle doğdu. Özün biçimi doğurduğu söylenir. Ancak zaman zaman da biçim var olur ve kendine bir konu arar. Konunun ne olduğu, doğrusu bu tür öykülerde pek de önemli değildir. Vuruculuk, keskinlik, cinayeti davet etmiş olabilir. Genellikle 2002-2005 yılları arasında yazdığım öykülerden oluşuyor bu dosya. Ve "kan", bazen kaza ile, bazen kasıtla, "kan", öyküleri baştan sona sarmalamış durumda. Yaşadığımız hayatın acımasızlığı, vahşiliği, ölümün sıradanlaşması, kameralara alınıp tekrar tekrar gösterilen öldürüm sahneleri beni bu tür metinler yazmaya yöneltmiş olabilir. Tuhaf olan, böyle bir dünyada, saf, temiz, iyilik yüklü, sakin, sessiz öyküler yazmaktır, diye düşünüyorum. Bunu yaparsanız "ironik" bir noktada kalırsınız.


Platonik aşk hep platonik olarak kalıyor, üstelik böyle olmasının suçu da karşı tarafta bulunuyor. Neden sevdaları yarım hikayelerinizin?


Kitapta platonik boyutta olmayan aşklar da var. Platonik aşklar da var. Aslında kitabın adında olduğu gibi, "ideal"den "reel"e bir sıralama söz konusu. Allah'a duyduğumuz sevginin önüne, her ne koyarsak koyalım, değil mi ki haddimizi aşarak herhangi bir başka sevgi koyuyoruz, orada mutluluğun daim olması mümkün değildir. "Her aşkın sonunda göz yaşı vardır." İlahi ceza! "Mutlu aşk yoktur." Bitmeyen aşk yoktur. Leyla'dan Mevla'ya ulaşmanın da ancak böyle açıklanabileceğini düşünüyorum. Leylalar bir mevsimliktir. Bunu anlaya anlaya bir gün Mevla'nın büyüklüğünü "görürsünüz." Yarım olmayan sevda yoktur.


Ağız tadıyla yenilen yemek, kılınan namaz, huzurla edilen muhabbet... Akıp giden ama kendini tekrarlayan bir hayat... Mutlu bir hayatın tarifi bu gibi hikayeleriniz için?


Mutluluktan değil ama huzurdan bahsedebiliriz. Huzur, insanın vicdanının sızılarını susturmasıdır. Ben bu duyguyu pek yaşamadım. (Galiba "yazmak", benim için biraz da bu anlama geliyor.) Bu duygu, görevlerin zamanında ve eksiksiz olarak yerine getirilmesiyle sağlanabilir. Huzur "bağlanmaktadır."


"Yokuş Aşağı"da Mehmet'in hikayesini okuyoruz. Eşiyle sevgilisi arasında, bir bakıma gelenekle modernite arasında seçim yapamıyor Mehmet? Kısmet'in yaptığı reçelleri Nazan yapamaz, Nazan'ın bilinç düzeyine Kısmet erişemez... Erkek zihninde arka planı nedir bu seçimin?


Yaşadığımız hayat, geleneksel olanla modern olanı bir tramvay durağında yan yana getiriveriyor. Sosyolojik tahliller bir edebiyatçının işi değil. Ama o tramvay durağı edebiyatçıyı ilgilendiriyor. Şalvarlı, yazmalı, elleri kınalı kadınlar, streçli, pirsingli, makyajlı kızlarla aynı ailenin bireyleri bile olabiliyorlar. Bizim ülkemizde bu çok daha yoğun olarak böyle. Beni bu ilgilendiriyor. Bizde ne modern tam olarak modern, ne geleneksel gerçek anlamıyla geleneksel... Nasıl bir seçim yapılacağı elbette seçim yapanla ilgili. Ben gene de "tehlikeli" bir genelleme yapmak isterim: Türk erkeğinin gönlünün bir tarafında hep modern hanımlar yaşayagelmiştir, ama onlar çoğunlukla geleneksel hanımları tercih etmişlerdir. Çünkü geleneksel hanımlar daha az "maliyetlidir."!


"Caddelerden Birinde" kitapların damarları olmadığını keşfediyor hikaye kahramanınız. Aslolanın insan olduğunu, önce insanı okumamız gerektiğini mi düşünüyorsunuz?


İnsanlar bir arada olmanın maliyetini ödemek istemiyorlar. Kimsenin kimseye tahammülü kalmadı. "Okumak" eylemi, bizim geleneğimizde, bugün olduğu gibi, kitapla insan arasında gerçekleşen bir eylem değildi. En azından iki insanın bulunduğu bir ortamda okuma yapılırdı. Bilgi, ancak hikmete ulaştıran bir vasıtaydı. Bilgi, gücün, erkin, iktidarın aracı değildi. Ancak insanlardan alabileceğimiz, ancak insanlardan devşirebileceğimiz bir "şey" vardır. O "şey" nedir? Feyz, heyecan, şevk, aşk, her neyse.


Kitapların bize verecekleri bir yere kadardır. Öte yandan, kitapların bir hırs aracı, dünyevi bir emel olabildiğini görüyorum. "Dünyalık"... Kitaplarla hal hamur olup da, ilimden, nurdan, "sır"dan zerre kadar nasiplenmeyen insanlar görüyorum. İşaret etmeye çalıştığım şey budur. Yoksa kitaba, okumaya kimin bir diyeceği olabilir?


"Çünkü bitecek" diye her şeyi kendisi bitiren adam, "Yokedici" hikayenizin karakteri. Yitirişin acısını yaşamamak için kendi iradesiyle yitirmeyi mi tercih ediyor?


Bu bende bir saplantı halini aldı. Ömrümüzü kitaplara veriyoruz. Sonra gelsin bir sahaf, metre hesabıyla satalım gitsin... Duyuyoruz, adam üniversitelere kitaplarını bağışlamak istiyor, yer yokluğundan bağış yapmasına izin verilmiyor. Sadece kitaplar için değil elbette. Sahip olduğum her şeyin benden önce ya da sonra bir sonu var ve bu duyguya tahammül edemiyorum. En iyisi yok etmek belki de. Bu acıdan kurtulmanın başka bir yolu var mı? Elbette var! Ama hayat sorularımıza cevap vermiyor, onları yaşıyoruz ve aşıyoruz!

Kaynak: EMETİ SARUHAN
Yerlere Göklere

Abdullah Harmancı
Ebabil Yayınları

Haberler Haberleri

Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni Taşkent'te yapılacak
TYB Konya'da Vefatının 100. Yılında Ziya Gökalp Anıldı - Felsefeyi Sosyolojiyle Yenilemek
Vefatının 30. yılında Tarık Buğra
Konyalı On’lar Perşembe Sohbetlerinde Nail Bülbül Konuştu
Konyalı On’lar Perşembe Sohbetlerinde Kâmil Uğurlu Konuştu