TÜRKİYE YAZARLAR BİRLİĞİ İLE YALVAÇ’TA BİR GÜN
Adına küreselleşme mi dersiniz yoksa artan refah düzeyiyle birlikte değişen yaşam standartları mı dersiniz bilemem ama son yıllarda yurt dışına çıkma, yurt dışında tatil yapma, toplantı, balayı, kutlama v.b. etkinlikler epeyce arttı. Hani nerede, biz hiç görmedik demeyin, Konya bu noktada bir hayli ilerlemiş durumda.
Başka coğrafyaların kültürlerini, yaşam tarzlarını, doğal güzelliklerini ve tarihi dokusunu gezip görmek, tanımak tabi ki insana çok şey katar, ufkunu açar. Ve birkaç kez yurt dışına çıkmış biri olarak, İlber Ortaylı Hoca’nın da dediği gibi gençlere tavsiyem "Mektebi bitirir bitirmez mobilyacı gezeceğinize, dünyayı gezin!" olmakta…
Eşimle yurt dışına gitmek, farklı kültürleri tanımak adına para biriktirmeye başladığımız günden beri bunu az çok uygulamayı başardık. İyi de yaptık. Kendi çapımızda üç-dört ülke görmek nasip oldu. Lafı nereye getireceğimi merak ediyorsunuz biliyorum. Aslında buraya kadarki yazdıklarım kendi kendime yaptığım bir eleştirinin sizlerle paylaşılmasından ibaretti. Biz yurt dışında, memleketimizden oldukça uzak, birbirinden farklı doğal ve kültürel mirasları az çok tanımış olduk; lakin asıl atladığımız şey şuydu; ülkemizin sahip olduğu özgün kültürel çeşitlilik, tarihsel derinlik ile doğal ve kültürel mirasın yoğunluğu diğer pek çok ülkelerden daha fazlaydı. Bizim henüz kendi ülkemizde görmediğimiz onlarca belki de yüzlerce yer vardı. Önceliği, kendi doğal ve tarihi miraslarımızı tanımaya vermeliydik.
Buna karar vereli kısa bir zaman olmuştu ki Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin 22 Eylül’de gerçekleştireceği “ Yalvaç’ı Geziyoruz.” etkinliğine davet edilmem,sonrasında oraları gezip, tanımamla birlikte verdiğimiz bu kararın doğruluğunu bir kez daha teyit etmiş oldum.
Böyle uzun girişten sonra gelelim bu güzel etkinliğin, siz değerli okuyucularımıza anlatılmasına.
Eğlenceli ve minik sürprizlerin ardından yolculuğumuzdaki ilk durağımız 1966 yılında faaliyete geçen Yalvaç Müzesi oldu. Girişler ücretsiz. Ferah bir bahçenin içinde yer alan ve dört ayrı bölümden oluşan müze, alan olarak küçük olsa da M.Ö. ve M.S’ sına ait bir çok kalıntı ve figürleri sergiliyordu. Tanrı ve tanrıça heykelcikleri, hayvan figürleri, taştan ve topraktan yapılmış oyuncaklar, Men Kutsal Alanı buluntuları, haç çeşitleri, silahlar, süs eşyaları ilk başta göze çarpanlar arasındaydı.
Rehberimiz, tanrıçalardan, sunaklar ve kurban törenlerinden bahsetti. Günümüzde de yabancılar tarafından ilgi odağı haline gelen, Arkeolojik özellikleri ile Anadolu’da tek olan Pisidia Antiocheia Antik Kenti’ni, antik dönemde hac merkezi kabul edilen Ay Tanrısı Tapınağı’nı, burasının Hristiyanlıkla birlikte Kutsal Alana dönüştürüldüğünü ve inanç turizmi açısından taşıdığı önemi anlattı.
Müzede ayrıca Roma İmparatorluğu’nun ekonomik, idari ve sosyal yapısının anlaşılmasında büyük katkılar sağlayan, dönemin Roma Valisi Ruscitus tarafından uygulamaya geçirilen, 3 levha halindeki piyasaya müdahale emirlerinin yer aldığı yazıtlar da sergilenmekte.
Saint Paul Salonu olarak adlandırılan bölümde ise Auğustus Tapınağı’nın yer aldığı, Pisidia Antiocheia Antik Kenti’ nin bir minyatürü bulunmakta. Burada ayrıca İseviliği yaymayı kendine gaye edinmiş Aziz Paul’u tanıtan büyükçe bir levha da yer almakta. Aziz Paul bu misyonu gerçekleştirmede büyük üne sahip olanlardan birisi. Ve bunun için uzun yollar kat etmiş; Yalvaç’a da 3 kez uğramış. Pisidia Antiocheia Antik Kenti’ndeki St. Paul Kilisesi de onun ilk vaaz verdiği sinagogun üzerine inşa edilmiş. Buradaki levhada onun hayatını ve dinini yayma faaliyetlerinde izlediği yolu anlatan haritaları görme fırsatımız da oldu.
Müze gezimizden sonra öğle namazlarını Devlethan Camii’nde kılıp , Meşhur çınar ağacının altında çay İçerek bir süre dinlendik. Daha sonra hemen az ötesindeki yerel lokantada öğle yemeklerimizi aldık.
Yalvaç’a 1 km kadar uzaklıktaki Pisidia Antiocheia Antik Kenti’ne doğru yola çıktık. Bu arada şunu belirtmeden geçmek istemiyorum; camiden lokantaya yürümemiz esnasında halkı da yakından görme fırsatı edindim. Nasıl desem bir ilçeye göre daha modern, daha şehirli bir havası vardı sanki insanlarının. Bunu yemek esnasında Yalvaç Müzesi Müdürü’ne sorduğumda halkın çoğunluğunun gurbetçi olduğunu, kışın nüfusun oldukça düştüğünü, yazınsa 3-4 katına çıktığını öğrendim.
Oraya vardığımızda girişte sizi ilk önce Antik Kent’in planı karşılıyor. İki giriş kapısı bulunan Pisidia Antiocheia Antik Kenti’ ne, aynı zamanda ana girişi de olan ve anıtsal bir yapı içeren Batı Kapısı’ ndan giriş yapıyoruz. Yol boyunca irili-ufaklı birçok sütunlar, işlenmiş mermer heykel kalıntıları bize eşlik ediyor.
Kent merkezine yakın oldukça büyük tiyatroya ulaşıyoruz. Beklediğimden daha etkileyici bir görüntüye sahip bu alanda epeyce fotoğraf çekiyoruz. Ardından Merkezi Kilise’ye ulaşıyoruz. Ortodoks bir plana sahip olan kilisenin planı 1900’ lü yılların ilk çeyreğinde o günün şartlarında basit haliyle Woodbridge tarafından çizilmiş.
Kilisenin doğusundaki Tiberius Alanın’da gezerken küçük küçük dükkânların varlığını anımsatan kalıntılarla karşılaşıyoruz. Meydanda yiyecek ve içecek dükkânlarının olduğunu öğrenirken o zamanlardan kalan at arabalarının sokaklarda oluşturduğu izleri görmek insanı garipleştiriyor. Tiberius Alanın’ın bittiği yerden başlayan düzlükte Augustus Tapınağı geçişini sağlayan “Propylon”u görüyoruz. Kentin en yüksek yerinde ve imparator August’un ölümünden sonra yapılan tapınağı da görüyoruz.
Su şişelerimizi yanımıza almayı unuttuğumuzdan havanın gittikçe ısınmasıyla birlikte susuzluğumuz da artıyor. Yorulduğumuzu da fark edip burada kısa süreli bir mola veriyoruz. Siz siz olun eğer buralara gelip de geçmiş medeniyetlerin izlerini sürmek istiyorsanız yanınıza bolca su almayı ihmal etmeyin.
Ve gezimizi tamamlayarak dönüş yoluna geçiyoruz.
Otobüsümüze varır varmaz susuzluğumuzu giderip henüz yeni yeni batmaya güneşin kaybolmaya başlayan ışığı eşliğinde düşünüyorum. Tarih ne kadar ilerlerse ilerlesin insanoğlunun daha ilk gününden bu yana aslında hiç de değişmediğini, insan olmanın gerektirdiği, kentleşme, sosyalleşme ve diğer tüm faaliyetlerin az çok farklılık göstermekle birlikte tiyatrosu, çarşısı ,eğlence anlayışları ve diğer mekânları ile her zaman benzer şekillerde işlediğini görmüş olmak etkiliyor beni. Değişen sadece teknoloji ve zihinler belki de…
Gün bitmeden az önce Eflatun Pınar’a uğrayıp biraz serinledikten sonra akşam namazına yetişebilmek için hızla Eşrefoğlu Camii’ne hareket ediyoruz. Defalarca ziyaret edip namaz kıldığım bu yer her defasında bana daha
güzel, daha maneviyatlı ve gizemli gelir nedense. Yine dayanamayıp birçok fotoğrafını çekiyorum bu güzide camimizin.
Ve kadim şehir Konya’mıza geri dönüş yolculuğumuz başlıyor…
Gezimiz akşam geç saatlerde bu şekilde tamamlanıyor. Gözlemlerimi ve düşüncelerimi ihtiva eden bu gezi yazımda eksik ve kusurlarım varsa affola diyor, organizasyonda emeği geçen herkese, yol arkadaşlarıma, Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi ve Konya Büyükşehir Belediyesi’ne teşekkürlerimi sunuyorum.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.