AHMET KÖSEOĞLU

AHMET KÖSEOĞLU

ZAMANIN ŞEHRİ - Ahmet Köseoğlu Nihayet Dergisine Yazdı

A+A-

 

 

                                        Algoritma, Yapay Zekâ, Yaratıcılığın Krizi

GELECEĞİN MEDYASI

 

 

Eser Adı: NİHAYET DERGİ

Yayın Yönetmeni: AHMET MURAT ÖZEL

Raf Adı: SÜRELİ YAYIN

Türü: AYLIK DERGİ

Cilt Bilgisi: CİLTSİZ

Kâğıt Bilgisi: DERGİ KÂĞIDI

Basım Tarihi: Mart 2025

Basım Bilgisi: 123. SAYI

Sayfa Sayısı: 136 Sayfa

Sayfa Boyutları: 20,5x30 cm

Dergi Logosu:

 

 

Geleneksel medya ile yeni medyayı mukayese etmenin bir yolu da doğrudan bedenin kullanımıyla ilgili bir karşılaştırma yapmak olabilir. Takip etmek ve okumak için ellerimizi, kol gücümüzü kullandığımız bir medyadan sadece birkaç parmağımızı kullanarak eriştiğimiz medyaya geçtik. Bedenin daha az kullanımı ve daha az yorulması, aslında yeni zamanların sadece medyaya özgü olmayan, gündelik hayatımızın tamamını kuşatan bir yeniliği de denebilir. Bu, aynı zamanda, yüzyıllardır yapageldiğimiz bedeni işlerin değersizleştirilmesini de kısmen içeriyor. Yeni medya söz konusu olduğunda bu değersizleştirmenin izlerini, enformasyonun sonsuzcasına akışı ve bizim bu akışa birkaç parmak devinimiyle erişmemiz sebebiyle, bu enformasyonun ağırlığının, bazen yakıcılığının, bazen vuruculuğunun seyrelmesinde görebiliyoruz.

 

Yeni medya, sadece enformasyonun iletilmesindeki hızı ve pratikliğiyle ve bunu sağlayan yordamlarıyla değil, artık iyiden iyiye devreye giren yapay zekâ faktörüyle de yeni. Sadece yeni değil, kendini yenileme yeteneği sebebiyle sürekli “yeni” olmaya da aday. Bazı haberleri, hatta bazı köşe yazarlarını artık yapay zekâ ya yazıyor ya da büyük oranda organize ediyor. Farkındayım, buna aşina olmayan okurlarımız için bu bilgi epey şaşırtıcı olmalı. Ama bunun nasıl olabileceğini merak eden okurlarımız, bu sayımızda yapay zekâya yazdırdığımız bir yazıyı okuyabilirler.

Nihayet bu sayıda yapay zekânın medya ve matbu açısından geleceğine eğilerek matbu bir dergide, kendi yaptığımız işi de derinden ilgilendiren bir dosya ile karşınızda.

 

Dosya Halil İbrahim İzginin, “Canavarlar Zamanı” başlığında, yeni medyanın geçmişten bu yana değişen yöntemlerini uluslararası örneklerle irdelediği yazısıyla açılıyor. Ardından Aleyna Ayan’ın, GZT TV’nin Medya Dijital Yayınlar Genel Müdürü Ömer Karaca ile “Televizyonu Dijitalleştirmek İçin Buradayız!” başlığıyla gerçekleştirdiği GZT’nin yayın anlayışları, büyüme stratejileri ve dijitalleşme karşısında medya algısına dair detaylar barındıran röportaj ile devam ediyor. Ardından Tuba Kaplan ve Aleyna Ayan’ın hazırladığı soruşturma bölümünde Şükrü Oktay Kılıç, Ahmed Yusuf ve Onur Erkan’ın, “Dijital Dönüşümün Eşiğinde” başlığında geleneksel gazeteciliğin dijital medyanın geleceği ve kapsamını belirlenen mecralar bağlamında cevaplarını aralıyor. Elvide Demirkol “2069’un Siberküresinde Ümit Mi Galip Gelecek, Endişe Mi?” başlığıyla Pew Araştırma Merkezinin internetin 50. Yıldönümü sebebiyle çevirdiği yazısını dijitalleşme ve uzmanların tecrübesi karşısında ilişkiler bağlamında ele alıyor. Tuba Kaplan’ın “Yapay Zekânın Gücünü Görmek İçin Son Beş Yıl” isimli Prof. Dr. Onur Emre Kahya ile yapay zekânın geleceği, geleceğin mesleklerine etkisi, insanın yerini alıp almayacağı üzerine seçici cevapları barındıran röportajı geliyor. Ardından Yapay Zekâ, kendi ve yayıncılığın geleceği konusunda “Satır Aralarındaki İnsan” başlığında yazıyla dergide yer alıyor. Bir başka Röportaj da Aleyna Ayan’ın Sinema, Televizyon ve sinema Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Murat Kınık ile, “Yapay Zekanın İnsan Yerini Alması Olası Görünmüyor” başlığında yapay zekânın medya üzerinde nasıl bir rol oynayacağı üzerinde duruluyor. Derya Gül Ünlü, “Dijital İstifçilik: Biriktirme ve Saklama Pratiklerimizin Dönüşümü” yazısında dijital teknolojilerin artışıyla değişen arşivleme tercihlerini ve dijital istifçiliği ele alıyor. Gülenay Pınarbaşı, “Siber Din: E İmamlar, Algoritmalar ve Yapay Zekâ” başlığında teknolojiyle dini söylemin yayılma ve değişim biçimini irdeliyor. Tugay Kaban, “Büyük Ekrandan Küçük Ekrana” yazısında sinemanın dijitalleşme algısıyla gölgesinde değişen yüzünü ve beğeni kültürünün demokratikleşme etrafında şekillenmesini araladı.

 

 

Nihayet’in Kayıtlar, Hayat Memat ve Kültür Atlası sayfalarında da okuru birbirinden önemli yazılar bekliyor.

 

Cihan Aktaş, “Bir Semti Yaza Yaza Öğrenmek” başlığında Esenler’i yazma serüveni ve mahfillerden yola çıkarak semtin ve insanların izini sürüyor.

 

Ahmet Köseoğlu “Zamanın Şehri” başlıklı yazısında Şam’ın geçmişten bugününe ışık tutarak bir yolculuğun çağrıştırdıklarını aktarıyor.

 

Samiha Nur Mıhçıoğlu “Benim İpek Yüklü Kervanım mı Var?” başlığında mübadele yıllarından sonra Bursa’yı muhacirler ve halkı, Pepeleşler ve Pomaklara da ayna tutarak ele alıyor.

 

Yasin Taçar, “Telkin Veya Müziğin Zararlı Etkisi?” isimli yazısında modern psikolojinin girdiği bilinçaltında müziğin etkisini, şarkıcıların sözlerini ve sözlerin insana etkisini açıyor.

 

“Evrak-ı Perişan Arasında” serisine devam eden Necati Tonga ise “Mehmet Âkif Ersoy’un Unutulmuş Bir Yazısı” başlığında Âkif’in “Koca Bir Ordu Çalışmış” başlığıyla Milli Ordu dergisinde yazdığı bilinmeyen yazıyı Nihayet için aktarıyor.

 

Tahsin Yıldırım “Mazhar Osman’ın En Meşhur Hastası: İhtiyar Delikanlı Abdülhak Hâmid” yazısında Hâmid’in yazın dünyasındaki yerini dergiler ve eserlerin dışında tanıklıklar üzerinden irdeliyor.

 

Ervanur Erdoğan “Vahada Bir İlizyon: Kusayr Amra” yazısında erken dönem İslami yapı olan Kusyr Amr’ı mistik bir dil ve tecrübeyle aktarıyor.

 

Mehmet Fatih Andı “Cennetin Krallığı ve 1492” başlığında örnek tarih filmi çerçevesiyle yönetmen Scott’un filmleri üzerine eğiliyor.

 

Ayhan Demir, “Üsküp’teki Kartal Yuvası: Mustafa Paşa Camii” yazısında bu camiyi diğer Üsküp camilerinden ayıran özellikleri ve tarihi konumuyla ele alıyor.

 

Kevser Çelikel “Gidilen Şehre Taşıdığımız Mutfak Kültürü” başlığında göç hikayesi, Ramazan üzerinden sofra kültürlerini, mutfağın yer değiştirsek de devam eden etkisini inceliyor.

 

Nihayet’i Türkiye’nin her yerinde gazete bayileri, seçkin kitabevleri ve zincir mağaza marketlerde bulabilir, www.birliktedagitim.com sitesinden kolayca abone olabilirsiniz.

 

 

 

 

ZAMANIN ŞEHRİ 
                    Ahmet Köseoğlu 

 

"Dostoyevski, 'Avrupa'yı kendimizden çok daha iyi tanıyoruz.' diyor. Biz ne kendimizi tanıyoruz, ne Avrupa'yı. Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazine. Sosyologlarımız bir Kızılderili köyünü keşfe gider gibi, alan
çalışmalarına koyuluyorlar. Avrupa'yı, Avrupa'nın istediği kadar tanıyoruz." diyen mütefekkir Cemil Meriç’in vefatının 14. yılı anma toplantısını Antakya’da gerçekleştirip Suriye’ye doğru yola revan olduk.
Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis fikir işçisi Cemil Meriç’in doğduğu Reyhanlı’da, arızalanan otobüsümüzün probleminin giderilmesini beklerken, Yazarlar Birliği üyelerinden bazıları anlamlı; ama zorunlu molanın getirisine kürek çekercesine, toplantıda dile getir(e)mediklerini ayaküstü otobüsün gölgesinde birbirlerine anlatmanın gayretinde idiler.
Hatay’da Fransız kültürü / eğitimi alan Meriç’in, Bu Ülke ve Işık Doğudan Gelir adlı eserlerine övgüler düzerek Doğu’ya açılan pencerelerden birine, Cilvegözü Kapısı’na dayandık.
Cemil Meriç, İstanbul, Ankara, Konya, Bursa, Şam, umran, uygarlık, Doğu, Batı... derken 40-45 dakika geçmişti ki Halep’teyiz. Halep merkezinde büyükçe bir lokantaya girince bir de ne görelim? MÜSİAD Konya Şubesi üyeleri mekânın yarısını doldurmuş! Meğer Halep ne kadar yakınmış bize, herkes burada. Konyalı sanayicilerin karşısında Halepli, Şamlı işadamları; Türkçe, Arapça, İngilizce karışımıyla anlaşabiliyorlar birbirleriyle. “Coğrafya, medeniyet, tarih hep aynı, İslâm ortak payda. Aynı geminin insanlarıyız, niye anlaşamayalım ki” diyor sanayici bir dostum. “Türklerle Araplar etlen tırnak gibidir” diyorum ben de. Suriye başbakanının da “İki ülkede yaşayan tek bir halkız” mealinde bir sözünü televizyonda bir mülâkatında dinlemiştim, diye ekliyorum.
Halep Kapalı Çarşısı’nın bitiminde bahçesi Kale’ye bakan kafede Ahmet Kot ve Yusuf Kaplan’la oturup nefeslendik. Çarşının çıkış kapısındaki çocukların bize Türkçe lâf atmaları, Tatlıses’ten arabesk parçalar okuyup şirinlik gösterisinde bulunmalarını izlerken, Reyhanlı Otobüs Garajı’ndaki vatandaşlarımızın Arapça konuştuklarını dostlara hatırlatıp, “Hatay’da Arapça, Halep’te Türkçe” diyerek geç kalmışlığımızın dramatik karikatürünü çizen bu söz dilimden düşüverdi.
Halep’in nerede, arşının da ne olduğunu öğrendiğim zaman, Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık Savaşı’nda, Memluk Sultanı Kansu Gavri’yi yenip Halep’i Osmanlı topraklarına kattığını öğrendiğim ilkokul yıllarıydı sa- nırım. Pek tuhaf gelmişti çocukluğumda Memluk sultanının ismi. Epeyce bir zaman dilime dolamıştım Kansu Gavri adını.
Birçok özelliğiyle Konya’ya benzerliğini gözlemlediğim Halep’in kapalı çarşısını anlatan ünlü seyyah Evliya Çelebi’nin, “5700 dükkânlı Halep Çarşısı, dünyanın en büyük birkaç çarşısından biridir. Âdem deryasıdır. Alışverişin hesabı olmaz, iki bedesteni olup, bedesten tacirleri arasında 100 bin altın sermayesi olan, Avrupa ve Hindistan’a mal götürüp getiren büyük zenginler mevcut” diye kayıt düştüğü ve birkaç defa yangına maruz kalan çarşının aslına uygun ve daha sağlam yaptırılmasının güzelliğinin yanında, Konya’nın çarşılarının günümüze intikal edememesinin derin hüznünü yaşadım. Tarihe tanıklık eden şehirlerin ilk sıralarında gelen Konya’nın dünden bugüne çarşılarını taşıyamamasının acısını İstanbul’a her gidişimde Kapalı Çarşı’da da hissederdim, şimdi de Halep’te aynı duygu...
Değerli seyyahımız Evliya Çelebi yine aynı çarşıdan bahsederken 500 kadar kahvehanenin olduğunu, Arslan Dede Kahvehanesi’nin 2000 insan aldığını ve burada hânende (şarkıcı-okuyucu), sâzende (saz çalan, çalgıcı), rakkâse (dans eden) ve hikâyecilerin varlığından söz eder. Çarşıda mahşerî kalabalıkta ve dar zamanda Arslan Dede’nin kahvehanesini arama işini başka bir Halep buluşmasına bırakıp Suriye’nin, hatta Arap dünyasının meşhur
dondurmacısında ünlüler ve Arap liderleriyle birlikte -Onlar duvardaki fotoğraflarda, bitmeyen dondurmalarıyla- dondurma yemenin keyfine vardık.
Evliya Çelebi’nin, “Halep şehrinde 176 tekke olup en mükellefleri Bâb-ı Ferec dışında, Mevlânâ Celâleddin Rûmi’nin makamıdır. Buranın etrafında birçok fukara hücreleri vardır. Uşşak makamından çıkıp devri revân usulünde ayin-i şems ve devri vurduğunda havuzundaki balıklar dahi semâ yapar” diye bahsettiği Halep Mevlevihanesinde musiki susmuş artık, fukaralar şehirlerine (Medine’ye) göç etmiş, balıklar da Urfa Balıklı Göl’e semâya gitmiş herhâlde.
Halep’te Osmanlı şehir dokusunun gelişmesini sağlayan ve İstanbul mimari esintileri taşıyan yapıların çoğunun hâlâ ayakta durması ne güzel. Osmanlı’nın mimariden mutfağa, müzikten sosyal yaşama kadar hayatın birçok yönüne tesir ettiğinin olumlu referanslarını bizzat müşahede ettik. Zaman zaman kendimizi Bursa’da, Konya’da, Urfa’da hissettik.
Halep Kalesi, Hz. Zekeriya Peygamberin kabri ve mescidi (Ulu Cami- Cuma Camii), Beylerbeyi Osman Paşa'nın yaptırdığı külliye, Dukaginzâde Mehmet Paşa Külliyesi ve Adliyye Camii, kiliseleri, çarşıları derken günün hayli geç saatlerinde Halep’ten ayrılıp Şam’a doğru yola koyulduk.
Muhiddin İbn Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiye’sinde, “Belde-i Muhayyere” olarak belirtilen üç şehirden biri olan şehrim Konya’ya muhabbetimin artmasında, Medine ve Şam gibi seçilmiş şehirlerle birlikte zikredilmesinin payı büyüktür. “Efendimize (sav) hicreti esnasında üç şehir bildirilmiş, o da fukaraları çok olduğu için Medine’ye hicreti tercih etmiş” mealindeki hadiste -zayıf da olsa- geçen Şam’a giden ilk Konyalı ben değildim şüphesiz; ama benim için ilkti. Hz. Mevlânâ’nın Şems’ini aramaya Şam’a gitmesi ya da İbn Arabî’nin, Sadreddin Konevî’nin âlim babasıyla görüşmek için Şam’dan Konya’ya gelmesi kadar derin mânâları olmasa da ben de ziyadesiyle heye- canlanıyordum Şam-ı Şerif’e yaklaştıkça. Sentetik Sınırları Aşan Bir Dostluk, Kardeşlik...
Seyahat öncesi İslâm tarihi kitaplarına göz atıp Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi maddelerini, uzun yolculuğumuzda fırsat olursa göz atarım diye fotokopi ettirmiştim. Otobüsün zayıf iç aydınlatmasına ve gözlerimin zorlanmasına aldırış etmeden İslâm tarihinin bu büyük iki şahsiyetine muhabbetimin artmasına vesile olan yazıların altını çizerek heyecanla okudum.
Tarihçi İbn Esir; “Hulefa-i raşidin ve Ömer b. Abdülaziz’den sonra gelen en adil ve salih hükümdar Nureddin Zengi’dir” diyordu. Sultanın çağdaşı olan İbn Cevzi de, “Nureddin (...) kâfirlerin elinde olan elliden fazla şehri geri aldı. Onun hayatı pek çok sultanın ve idarecinin hayatından daha temiz ve iyiydi. Onun döneminde yollar güvenli ve emniyetli idi. Onun övülecek tarafları pek çoktur. O, kendini Bağdat’taki halifeliğe bağlı ve onun emrinde görürdü. (...) 
Karakteri yumuşak huylu, şatafatsız ve alçak gönüllü idi. Âlimleri ve dindaşlarını severdi” diye kayıt düşmüş.
Büyük yönetici, salih hükümdar Nureddin Zengi’nin; adaletli, insaflı ve merhametli, ibadetine düşkün, zâhid, muttaki bir sultan olduğunu bütün tarihçiler belirtiyor. İslâm topraklarına musallat olan Haçlıları geri püskürten sultanın en büyük arzusu Kudüs’ten de Haçlıları çıkarmaktı. Fakat buna ömrü vefa etmedi. 1174 yılında 56 yaşında iken vefat etti. Ama kendide mütevazı bir insan iken zorla Mısır’a gönderdiği komutan Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethettiğinden ruhaniyeti haberdar olmuştur.
Nureddin Zengi bir gün rüyasında Peygamberimizi görür. Efendimiz, “Ya Nureddin! Benim cesedimi şunlar çalıyor” diye üç kişiyi gösterir. Biraz mahzun olan Peygamberimizin bu durumu Zengi’yi telâşlandırır. Hemen Medine-i Münevvere’ye gelerek büyük bir davet verir. Herkesin bizzat gelerek yemek almasını ister. Kazanın başına oturan Nureddin Zengi, rüyasında gördüğü üç kişiyi göremeyince sorar: “Ey Müslümanlar! Medine’de bulunup da buraya gelmeyen var mı?” Birisi, “Bizim mahallede üç yabancı vardı. Onları burada göremedik” deyince hemen oraya varırlar. O üç kişi, Peygamberimizin gösterdiği üç kişidir. Gördükleri manzara karşısında gözlerine inanamazlar. Kazdıkları tünelle Peygamberimizin kabrine bir hayli yaklaşmışlardır. Zengi, hemen türbenin etrafını kazdırarak muhtelif metal madenlerle sağlamlaştırır.
Bu adil melikin Şam’da Nûriye Medresesi’ndeki kabrini ziyaret edemeyişimizin grup gezisi yaptığımız gibi basit sebepten olduğunu dile getirmek yerine Şam’a tekrar kavuşmak için dua etmek daha mânâlı olsa gerek.
...
Selçuklu atabeylerinden olan Nureddin Zengi, hükümdarlığını / hizmet- kârlığını yaptığını bütün şehirlere büyük medreseler, camiler, imaretler, kervansaraylar, hastane ve daru’l-hadisler yaptırmış olmasıyla, aynı zamanda rasathaneler kurdurup, güneş saati yaptırmasıyla ilme, sosyal devlet anlayışına uygun hizmetler vermek isteyen sultanlara iyi bir numune de olmuştur.
Emevi, Abbasi, Selçuklu, Eyyubi, Osmanlı bayrakları altında tek halk olarak yaşayagelen Suriye ile Türkiyelilerin bu 1200 yıllık birlikteliği maalesef Lozan’da sona ermiş.
Nureddin Zengi’yi, Selahaddin Eyyubi’yi iyi anlayamamış Şerif Hüseyin’in Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle beraber olmasını, bizim kadar Suriyelilerin de unutmaması gerekir.
Tarihte Türklerle Araplar kadar birbirlerine kaynaşmış başka millet var mı bilmiyorum. 
14 asırlık İslâm tarihinin 12 asrını birlikte yaşadı bu iki millet. Sezai Karakoç, “Hatay Suriyelilerin, hatta İstanbul da onların; Şam, Halep de bizim. Ayrımız gayrımız yok” derken aynı damardan beslendiğimizi, ihtiyacını hissettiğimiz şuurun tarihimizde olduğunu, masa başında çizilen sınırların da sentetik olduğunu vurguluyor bir mânâda.

Hicaz Demiryolunun Başlangıç Noktası...
Şam; Mekke, Bağdat, İstanbul gibi, yaşlı kıtanın en önemli şehirlerinden biridir. Fenikelilerden İbranilere, Hititlerden Perslere kadar birçok kavmin egemenliğine tanık olmuş, yataklık etmiş bir zaman şehri.
Mark Twain der ki, “Orada zaman; günler, aylar ve yıllarla ölçülemez. Yükselen ve yok olan medeniyetler ve liderlerle ölçülür.”
Bizans Döneminde Hristiyanlığın merkezi olmuş, Hz. Ömer zamanında Bizanslılardan alınan Şam, yüz yıl kadar Emevilerin taht şehri olmuş. 1076’da Selçuklu atabeylerinden Atsız Bey tarafından Türk hâkimiyetine geçirilen şehir, arada Memlukluların egemenliğine geçmişse de Yavuz Sultan Selim’le birlikte (1516) tekrar Osmanlı idaresinde, Lozan Antlaşması’na kadar önemli bir eyalet merkezi olarak bizde kalmıştır.
Süleymaniye Külliyesi
Yavuz Sultan Selim, Şam’da aylarca kalıp yeni camiler, hanlar, hamamlar, çarşılar yaptırmış; sosyal hayatın akışının sağlanabilmesi için vakıf sistemini hayata geçirmiş. Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubi ve Muhiddin ibn Arabî gibi İslâm’a ve insanlığa hizmeti dokunmuşların türbelerini yaptırmış.
1762’de Şam’a gelen seyyah Guer, Osmanlı’nın vakıf sistemi ve idare anlayışıyla ilgili olarak hayretini gizleyemez:
        Türkler hayır yapmakta çok ileri giderler. Ağaçlar kurumasın diye ücretli adam tutup sulatacak kadar hayırseverlikte ileri giden Türklere bile tesadüf ettim. Şam’da hasta kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane yapacak kadar kaçıktır bu Türkler.

II. Abdülhamit Han’ın sekiz yılda inşâ ettirdiği 1900 kilometre uzunluğundaki ünlü Hicaz Demiryolu’nun başlangıç noktası olan Şam İstasyonu’nda çaylarımızı içerken, Osmanlı padişahlarının kendilerini Mekke ve Medine’nin hâdimi (Hâdimu’l-Harameyn) addettiklerini, zor zamanda bile, neredeyse hazinenin tamamına yakın bir bedele yaptırılan demiryolunun ehemmiyetini uzun uzun konuşup hayır dualar ettiğimizden, eminim ki bütün hizmetkârların ruhaniyeti haberdar olmuştur.
Tarihin başlangıcından bu yana sürekli çekim merkezi olan Şam birçok büyük imparatorluğun ve kabilenin kalesi olup, peygamberlerin, sahabilerin, âlimlerin uğradığı, sığındığı, vazifelendirildiği mübarek bir belde olmuş.
        11. yüzyılda yaşamış Arap gezgini İbn Cübeyr’in Şam’ı kutsayan, yücelten sözlerinden, maddi güzelliklerin yanı sıra manevi güzelliklere de işaret eden anlamlar çıkarabiliriz: “Eğer cennet yeryüzünde ise, o hiç şüphesiz Şam’dır. Eğer gökyüzünde ise, Şam onun yeryüzündeki rakibidir.”
Şam’da, Peygamber Efendimizin torunu, Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın kızları, İmam Hasan ve Hüseyin’in kız kardeşleri Hz. Zeyneb’in mübarek kabrini ziyaret ederek geziye başlamamız benim için manidar bir tevafuktur. Henüz altı yaşına giren ikizlerimden birinin adını doğrudan Hz. Zeynep’ten mülhem koymuş olmamızın, burada bana, çok farklı duygular yaşatacağını bilmezdim. Şam’ın dar sokaklarından yürüyerek 
Şeyh-i Ekber Muhiddin ibn Arabî hazretlerinin kabrine giderken, mihmandarımız sade, iki katlı, biraz da yaşlanmış bir evin önünde durup Ramazan el Buti’yi soran arkadaşımız kimdi, dedi. Kendisini Konya’da ağırlayıp tanıştığımızı söyle- yince bu ev onundur deyip, ziyaret etmemizin uygun olabileceğini de hareketiyle salık verince kapıya yönelip avluya girdik. Lâkin nasip değilmiş, üstat Mısır’da imiş, döndüğünde şehirden ayrılmış olacağız. Bu mübarek şehre tekrar gelebilmek için sebepler o kadar çoğaldı ki. Dar sokaklardan yine yürümeye devam ederken bilgeliğin, ilmin, hikmetin kokusunun yaklaştığı- nı hissettik ve bir anda İbn Arabî’nin kabrinin bulunduğu caminin önünde bulduk kendimizi. “Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır” deyince softa yobazlarca recm edilen Arabî ve çocuklarının mezarlarının bulunduğu mekânının yeşil renk ve ışığa hâkim ve oldukça sade olması, ziyaretçilerin üzerindeki etkiyi artırıyor. “Sin Şın’a girince sırrım ortaya çıkar” sözünün şifresinin çözümü elbette Yavuz Sultan Selim’i bekler.
Hazreti Ali’nin abisi Hazreti Cafer-i Tayyar’ın türbesine, Hazreti Bilâl-i Habeşi’nin mezarına selâm, o anda okunan ikindi ezanı ve sonunda Rabbimize dua ve yakarış... 

    Bağdat, Şam, Saraybosna, İstanbul, Kahire, Taşkent, Meşhed, Konya, Bursa hep aynı dille çağırır, aynı ilâhi sedayla yankılanır semaları beş vakit. Her daim ruhuna Fâtiha okunsun baş müezzin Bilâl’in...
Bir Sinan eseri olan Süleymaniye Camii, yıkılmaması için çelik konstrüksiyonla ayakta tutuluyor. Muhtemelen yanı başından geçen dereden dolayı bu hâle gelmiş olabilir. Caminin avlusunda Şam Askerî Müzesi ve doğusunda Osmanlı’nın son padişahı bîbaht Sultan Vahdeddin’in sade mezarı... 
Hanedanına ait yakınlarının mezarlarıyla birlikte burada mahzun olan Sultan Vahdeddin... 
Buruk bir veda son sultana...
      Şam’a gidişte Cuma vaktini Emevi Camii’nde geçiremeyen grubumuz ziyaretine, caminin hemen dışında kalan büyük komutan Selahaddin Eyyubi’nin türbesiyle başladı. Kudüs fatihine, İstanbul fatihinin selâmını ileterek giriş yaptık türbeye.
1300 yaşına dayanmış Emevi Camii genç, dinamik görüntüsünün ardındaki olgunluğuyla dile gelse de kimler avlusundaki şadırvandan abdest aldı söylese. Hangi sahabiler, evliyalar, komutanlar cuma namazı kıldı, kıldırdı. Kimler minarelerinden ezan okudu...
        Hazreti İsa’nın gelişini müjdeleyen Hazreti Zekeriya'nın oğlu Yahya Peygamber'in kabrini hangi erenler ziyaret ediverdi, söyleyiverse. Herhâlde Bediüzzaman Said Nursi’nin irâd ettiği “Hutbe-i Şamiye” adıyla bilinen hutbesini de zikrederdi.

     Kasyun Dağı’nın eteğindeyiz. Gün batımında Şam-ı Şerif’i izlerken güneşin yerini karanlığa bıraktığı anda tüm şehristanın minareleri yeşil lâmbalarını yakıyor, âdeta camilerin üzerinden gökyüzüne şavkıyor, muhayyilemizde geçit yapıyor nurdan insanlar.
Sultan Selim Camii ve Külliyesi
Gün ağardı, dönüş için hazırlık, otobüse biniş, yine olmayasıya sınır kapısına varış. Not defterimdeki konu başlıkları ve hatırlatıcı isimlere göz atıyo- rum: Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. Zeynep, Emevi Camii, Hz. İsa’nın konuştuğu dil Aramiceyi yaşatan köy, Nureddin-i Zengi’nin mezarı, Selahaddin-i Eyyubi Türbesi, Hz. Hüseyin, Hâlid bin Velid, Hicaz Demiryolu-Şam İstasyonu, Sultan Vahideddin, Yavuz Sultan Selim, Halep, Şam, Hama, su değirmenleri, Busra, Süleymaniye Külliyesi, Türk Hava Şehitleri, kapalı çarşılar, Halep Kalesi, kiliseler, medreseler, Bilâl-i Habeşi, Muhiddin ibn Arabî, Cafer-i Tayyar, Abdülhamit Han, Osmanlı, Selçuklu, bedava hastane, ucuz mazot, ucuz taksi, koşmayan insanlar, nargile, kara dut, dondurma, Zeynel Abidin, Halep kebabı, Ebu Hureyre, Refia Sultan, Bediüzzaman Said Nursi, Mevlânâ, Şems, Şam’ın şekeri...
Duyup da göremediğim, görüp de yazamadığım, gidip de yaşayamadığım daha ne değerler, ne yerler var; ama nasipse Şam’a da bir daha gitmek gerek.
        Şam; tarihin önemli aktörlerine, İslâm tarihinin yıldızlarına ev sahipliği yapmaya, onları bağrında barındırdıkça insanlığın değer verdiği mübarek bir belde olmaya devam edecektir. Dünü olup bugünü de olan, geleceği de olacak şehirlerdendir. Zamanın şehridir. Şehir gibi şehir, tarihî bir başşehir...

 

whatsapp-image-2025-03-07-at-00-26-46.jpegwhatsapp-image-2025-03-07-at-00-26-46-1.jpegwhatsapp-image-2025-03-07-at-00-26-46-2.jpegwhatsapp-image-2025-03-07-at-00-26-47.jpegwhatsapp-image-2025-03-07-at-00-26-47-1.jpegwhatsapp-image-2025-03-07-at-00-26-47-2.jpegwhatsapp-image-2025-03-07-at-00-26-47-3.jpegwhatsapp-image-2025-03-07-at-00-26-47-4.jpeg

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.